Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

DİNİ HAYATIMIZIN TEMEL SORUNLARINA DAİR DÜŞÜNCELER

 

 

 

Prof. Dr. Celal Kırca

 

ÖZET

 

Dini hayatımızla ilgili  şikayetlerin arttığı  bir dönemde yaşıyoruz. Bu da dini hayatımızla ilgili    ciddi  sorunların olduğunu  gösteriyor.   Bu sorunlardan  bir kısmı   yaşadığımız çağdan kaynaklanmış  olsa da önemli bir kısmı    geçmişten günümüze  intikal eden  sorunlardır.  Bunun da ana nedeni  dini anlayışlarımızdır. Zira dini hayatımızı,  sahip olduğumuz dini  anlayışlarımız  belirlemekte  ve yönetmektedir.  Bu nedenle  dini anlayışlarımızdaki  sorunların öncelikle   belirlenmesi ve çözüm yollarının  aranması gerekmektedir. Zira  doğru ve sağlıklı  dini  bir  hayat için, doğru bir din anlayışına  ihtiyaç  vardır. Bununda yolu dini anlayışlarımızın sorgulanmasından ve   analiz edilmesinden  geçmektedir.

 

           Giriş

Dini hayatımız, hiç şüphesiz dini anlayışlarımızdan kopuk ve bağımsız bir davranış tarzı değildir. Bilakis dini hayatımızı, dini anlayışlarımız belirler ve yönetir. Bu nedenle insanlar, hangi dini anlayışlara sahipse, o anlayışların gereğini yerine getirmeye çalışırlar. Nitekim geçmişte İslam aleminde ortaya çıkan Haricilik gibi tepkisel; Mürcie, Hanefilik, Maturidilik gibi akılcı, Şafilik, Malikilik, Hanbelilik ve Zahirilik gibi gelenekçi-Muhafazakar; Şiilik ve türevleri gibi siyasal-Karizmatik Liderci; Sufilik gibi keşifci- inzivacı din anlayışları, bugün de dini hayatımızın en önemli belirleyicisi konumundadırlar. Ancak geçmişten günümüze intikal eden bu dini anlayışlara ilaveten, Modern ve Post modern hayatın etkileri ile oluşmaya başlayan ve daha ziyade dini, kültür ve gelenek olarak gören yeni dini anlayışlar da söz konusudur. Bu yeni anlayışta din denilince akla, biraz ritüel, biraz ikon, biraz ezoterizm, ruh, cin, keramet, mehdilik cihat v.s gibi konular gelmekte ve her dini anlayışın da kendisine özgü dini tezahürleri görülmektedir.

Özellikle dini anlayışlarda, kendilerini diğerlerinden ayırt etmek için bazı simgelerin ve sloganların kullanıldığı ve bunların görünür olmasına da özen gösterildiği bilinmektedir. Müntesiplerinin kapsayıcı ve kuşatıcı bir Kur’an bilgisine sahip olmayışı, sahip oldukları bilgilerin ise derinlikten ve nitelikten yoksun oluşu nedeniyle görünür olma tavrı, dinin araç değerleri üzerinden yapılmakta, amaç değerleri ise göz ardı edilmektedir.  Böylece dini hayat, Kur'an ve Peygamber ahlakını temsil eden muhtevasından yoksun bir formalite haline dönüştürülmüş bulunmaktadır. Bu haliyle İslam, bir kimlik olarak sosyal ve kamusal alanda “görünür” olsa da, muhtevasının kapsayıcılığı, kuşatıcılığı, derinliği ve kişilik yaratıcı niteliği ile bulunmamaktadır. Dini hayatımızdaki görünen genel manzara maalesef budur.

Konuyu Mevlana’dan bir hikaye ile örneklemek istiyorum: Mevlana’ya bir gün birisi gelir ve ona Hz. Peygamberin kuşağının olup olmadığını, varsa nasıl olduğunu, kaç arşın uzunlukta ve hangi renkte olduğunu sorar. Mevlana; “Bunu bilmekle ne yapacaksın, eline ne geçecek, Hz. Peygamber kuşak kullanırdı, kullanmazdı veya vardı, yoktu, bunu bilmek sana ne fayda verecek ?”diye sorar

O da şöyle cevaplar: “Sakalım onun sakalı gibi oldu, sarığım da O’nun sarığına benzedi, hatta ayaklarımda çöl ayakkabısı var, Konya toprağında çöl terliği ile geziyorum. Elbisem de onunkine benzedi, geriye acaba Hz. Peygamber kuşak kullanıyor muydu; kullanmıyor muydu meselesi kaldı. Bunu da kimse cevaplayamadı. Onun için sana geldim.  Ben O’na benzemek istiyorum” der.

Mevlana ona cevap olarak, “Sen bu kafa ile benzesen benzesen ancak Ebu Cehile benzersin”, dedikten sora şöyle devam eder: “Dış görünüş ve kıyafet itibariyle Hz. Peygamberle Ebu Cehil arasında bir fark yoktur. Fark surette değil, siretlerdedir. Sende Hz. Peygamberin şekil ve kıyafetinden nelerin olduğu değil, Hz. Peygamberin ahlakından, dürüstlüğünden, hoşgörü ve insanlığından ne var onu söyle. O’na ancak öyle benzersin”  der.

 Bir zamanlar Konyalı bir vatandaşın araçlara monte edilebilen bir “besmelematik” icat ettiği ve aracın kontağı açıldığında besmele çektiği haberi, gazetelerde yer almıştı. Bu haber, dini algılama biçiminin yaşam biçimine nasıl dönüştüğünü gösteren çarpıcı bir başka örnektir. Dinin kuralları, insanın Tanrı’yı içselleştirmesi için var olan kurallardır ve Tanrı’yı içselleştiren de makine değil, bizzat insanın kendisidir. Yoksa sorumluluklarımızı ve görevlerimizi Tanrı’ya veya besmelematiğe havale etmek dindarlık değildir. İnsan ruhunun ihtiyaçlarına cevap vermek ve ona yol göstermek, barışı ve kalp huzurunu sağlamak amacını taşıyan Din’in, bazı bürokratik formalitelerin yerine getirildiği içi boş kurallar yığınına dönüştürülmesi, maalesef kapsayıcılıktan, kuşatıcılıktan ve derinlikten yoksun parçacı dini anlayışların bir sonucudur. Anne-babasını huzur evine koyup da anneler ya da babalar gününde onları ziyarete giden bazı evlatlar gibi, sadece kandil gecelerinde veya belli günlerde dini ritüelleri yerine getirmekle İslam’ın kapsayıcılığı, derinliği ve kişilik yaratıcı niteliği ile yaşandığı söylenemez. Bu nedenle dini hayatımız sorunludur ve bu sorun da Müslümanların dini anlayışlardan kaynaklanmaktadır.

 

 

I. Dini Anlayışlarımızın Temel  Sorunları

 

1. Kur’an genel muhtevasını kapsayan ve kuşatan bir din anlayışının ve tanımının olmayışı.

Tamamı olmasa bile Müslümanların geneli tarafından kabul gören bir din anlayışı ve tanımı bulunmamaktadır. Her dini anlayışın dinden anladığı da, tanımı da kendine göredir. Bugün “Hangi İslam” gibi başlıklarla konuşuluyor ve bu isimle kitaplar yazılıyorsa, bir değil bir çok İslam anlayışının varlığından söz ediliyor demektir. Dinin tanımları konusunda bir fikir edinebilmek için sadece Hamdi Akseki’nin “ İslam” isimli eserine bir göz atmak yeterli olacaktır.

Rivayetlerdeki İslam tanımları ise durumsallığı ve simgeselliği ifade ettiği için Kur’an’ın genel muhtevasını kapsayacak nitelikteki din tanımları değildir. Ne var ki Müslümanların önemli bir kesimi, Kur’an’daki muhtevaya uygun bir din tanımı yapma yerine, İslam’ı rivayetlerde ki tanıma göre algılamakta, onun ihtiva ettiği konular açısından neleri kapsadığı veya kapsamadığı; bağlayıcılığı açısından kaynağının ne olduğu ve ne olmadığı konularında yeterli bir fikre sahip bulunmamaktadır. Nitekim dini, sadece iman, ibadet ve ahlaktan ibaret gören anlayışların yanında, İslam’ı beş temel esasa indirgeyen anlayışlar da bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in tebliğini kabul edip, Onun tebliğ üzerinde yaptığı tebyinleri kabul etmeyenlerin yanında, ondan geldiği söylenen bütün rivayetleri din gibi algılayanlar da mevcuttur. Bundan dolayı da dine ait olanla dine uygun olan kavramsal olarak ayırt edilmemekte ve bağlayıcılıkları açından bir değerlendirmeye tabi tutulmamaktadır. Bu da kapsayıcılığı ve bağlayıcılığı açısından din anlayışlarını sorunlu kılmaktadır.

2. Dini anlayışlarımızda Kuranın öncelenmemesi, buna karşılık rivayetlerin ya da içtihatların öncelenmesi sorunu.

 İslam’ın ilk dönemlerinde önce Kuran'a sonra sırasıyla, sünnet ve içtihat'a başvurulduğu ve Kuran'ın "Allah ve Resulünün önünde bir şeyi geçirmeyiz"  ayetine ve Hz. Peygamberin  Muaz b. Cebel'le olan diyalogundaki  muhtevaya bağlı kalındığı halde, belli bir dönemden sonra, bu yaklaşım tarzının değişerek sünnetin Kuran üzerinde belirleyici olduğu düşüncesine evirildiği,  işin tabiatına uygun olarak da uygulamalarda içtihatlara daha çok öncelik  verildiği, böylece pek çok dini anlayışların ortaya çıktığı ve buna bağlı olarak da dini yaşam tarzlarının oluşmaya başladığı bilinen bir olgudur. Bu yaklaşım tarzının, dini hayatımızı kolaylaştırıcı bir işlevi olsa da, Kuranın kural koyucu, sünnetin ise tebyin edici olduğu ilkesine dayanan bir din anlayışını yeterince sağlayamadığı görülmektedir. Zira dinin ana kaynağında ki hiyerarşik düzene riayet edilmeden ortaya konan dini anlayışların, sorunsuz olduğu söylenemez. es-Sâvî’nin “Dört mezhebin görüşleri, Kur'ân, sünnet ve sahabenin görüşlerine aykırı bile olsa onlara muhalefet asla câiz olmaz"  sözü, sanırım bize bir fikir vermek için yeterli olacaktır.

 3. Dini anlamada kullanılan mantık sorunu. (Dine parçacı, alansal ve tüme varırcı yaklaşım)

 Aristo mantığının İslam alemine girişi ve dini metinlerin anlaşılmasında kullanılmaya başlanması, dini anlayışlarımızın farklılaşmasındaki ana sebeplerden biridir. Zira bu mantık iki değerli bir mantıktır. Dini metinlerin iki değerli mantıkla anlaşılmaya çalışılması, parçacı dini anlayışların oluşmasındaki ana sebeplerden biridir. Kuran’ın içeriğinde iki değerli mantığa işaret eden bazı konular olsa da, iki değerli mantıkla kavranamayacak kadar geniş ve ihatalı olan konular da mevcuttur. Böyle bir mantıkla Kurân bütünlüğünü, dolayısıyla İslam’ı bir bütün olarak anlamak mümkün olamamıştır. Zira Kuranı anlamada bu mantığı kullananlar, dini anlayışlarını Kuran bütünlüğüne değil de, bazı ayetlere dayandırmışlar yada dayandırmak zorunda kalmışlardır. Buna karşılık “Kur’an böyle diyor” söylemine sahip olmuşlardır. Nitekim dinî düşünce alanında yüzyıllardır devam edip gelen ak-kara veya siyah-beyaz gibi kategorik, indirgemeci, tümevarımcı, parçacı/atomik düşünce yöntemleri, mutlakçı ve tek doğrucu anlayışlar, dini anlamadaki mantık sorunumuzun en önemli göstergesidir.

 4. Dini anlayışlardaki tasavvur sorunu

 Parçacı ve alansal yaklaşım nedeniyle her dini anlayışın, kendine özgü bir Tanrı tasavvuru, bir Kuran tasavvuru ve bir Peygamber anlayışı olmuştur. Nitekim Müslümanlıkta bir düşünce sistemi, Kuranı mahluk sayarken, diğeri mahluk saymamaktadır. Kur'ân hayata ilişkin belirli bir programla geldi diyenlerin yanında; Kur'ân hayata ilişkin belli bir programla gelmedi, hayata ilişkin programı insan, Kur'ânî kavramlarla gerçeklikler arasında ilişki kurarak kendisi formüle eder diyenler de bulunmaktadır. Kuran-bilim ilişkisi konusunda kompartımancı bakış açısına sahip olanlar, Kuranın pozitif bilimlerle bir ilişkisinin olmadığını savunurlarken, i’cazcı/istinbatcı anlayışa sahip olanlar, pozitif bilimlerin bile Kurandan çıkartılabileceğini söyleyebilmektedirler. Nitekim farklı Kuran tasavvurlarında, Kuran’ı bir nesne olarak algılama, (biçimcilik), Kuran’ı bir araç, bir şifre, filolojik bir eser, bir prospektüs (tarife), bir bilim kitabı, ya da bilimle ilişkisi olmayan bir kitap, bir ideoloji kitabı, veya bir anayasa kitabı olarak görme anlayışlarının bulunduğu bilinmektedir.

 Bazı dini anlayışlarda, Allah sadece sevdiklerini kayıran ve onların arzularını yerine getiren veya sevmediklerini kahreden, her işe müdahale eden veya ettirilen, her işin kendisine havale edildiği bir Tanrı olarak algılanırken; bazı dini anlayışlarda ise, yapılan eylemlerin karşılığını veren, onları kollayıp gözeten ve merhamet eden bir Allah anlayışı söz konusudur. Bir yanda Allah’ı, gökte tahtına kurulmuş, keyfî uygulamalar yapan bir Tanrı tasavvuru, diğer yanda müteal (aşkın), fakat aynı zamanda insana şah damarından daha yakın, adil ve merhametli bir Tanrı tasavvuru mevcuttur.

 Dini anlayışlardan biri, Allah’ın adalet sıfatını düşünce sisteminin merkezine yerleştirerek diğer sıfatlarını, adalet sıfatına göre anlamaya çalışırken; bir diğeri Allah’ın hikmet sıfatını düşünce sisteminin merkezine yerleştirmekte; bir başkası ise kudret, irade ve merhamet sıfatlarını önceleyen bir düşünce tarzını savunmaktadır. Allah’ın diğer sıfatlarının bu sıralamadaki yerlerinin ne olduğu konusundaki müphemiyeti bir yana, bu sıralama farklılıkları bile bizatihi anlamada bir sorunun olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Allah’ın sıfatları arasında hiyerarşik bir sıralamanın olup olmadığı veya olup olamayacağı sorununun yanında, Allah’ın sıfatlarından her birinin mutlak mı yoksa mukayyet mi olduğu sorunu da ayrıca dikkate alınması gereken bir husustur.

 Sonuçta doğru ve sağlıklı bir din anlayışı, ancak doğru bir peygamber anlayışına, doğru bir peygamber anlayışı da doğru bir Kuran tasavvuruna , doğru bir Kuran tasavvuru da doğru bir Allah tasavvuruna bağlıdır. Şayet doğru bir Allah tasavvurumuz yoksa, doğru bir Kuran tasavvurumuz da yok demektir. Doğru bir Kuran tasavvurumuz olmayınca, doğru bir Peygamber anlayışımız ve din anlayışımız da olmamaktadır

 5. Dininin geleneğini, gelenekçiliğe dönüştürerek mutlaklaştırma ya da geleneksizliğe mahkum ederek dini köksüzleştirme sorunu.

 Gelenekçilik, “inançları daha çok geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen yeni kültür öğelerine daha az değer veren tutum veya öğreti” , geleneksizlik ise bir geleneğe sahip olmama demektir. Dinin bir geleneği olacaktır, hatta olmalıdır. Zira gelenek, dinin ortaya koyduğu ilke ve kuralların, tarihi süreç içinde beşer tarafından yapılan yorumlarından oluşan bir birikimidir. Elbette ki bu birikimde bizim için yararlı unsurlar ve öğretiler mevcuttur. Ancak geleneği oluşturan yorumları yapanların da bizim gibi insan olduğunu, hata yapma ihtimallerinin bulunduğunu ve kendi zamanlarında ki sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlara göre yorumlarda bulunduklarını da unutmamak gerekir.

 Ancak burada bir ana sorun mevcuttur o da, geleneği, gelenekçiliğe dönüştürerek ona ideolojik bir nitelik kazandırma anlayışıdır. Ne var ki sosyo kültürel, sosyo ekonomik ve sosyo politik etkenlere göre oluşan veya oluşturulan bu kültürün, zaman içinde mutlaklaştırılmaya maruz kalması dini anlayışlarımızın en önemli sorunu olmuştur ve hala da sorun olmaya da devam etmektedir. Çünkü din öncelikle inanmayı emreder. İnanma ise inananın sahip olduğu bilgiye kilitlenmesi demektir. Bu nedenle elde edilen bilgi doğru ise faydalı, değilse zararlı olmaktadır. Kerhî’ nin (ö.340/951), "Mezhebimize aykırı olan her âyet ve hadis, ya te'vil edilmiştir ya da nesh edilmiştir"  sözü, dini anlayışların nasıl mutlaklaştırıldığını göstermesi açısından dikkat çekici bir örnektir.

 Rivayetlerin dini anlayışların oluşumundaki rolünü ve etkisini tartışmak elbette ki abesle iştigal olacaktır. Ancak bu rivayetlerin dini anlayışların oluşumuna ve bu oluşumların dini ilimlere yansıtılmasında önemli sorunların bulunduğu da bir gerçektir. Bunların başında ise rivayetlerin “iman objesi” olarak algılanması sorunu gelmektedir. Zira iman objesi olan tek kaynak Kuran’dır. Bir başka ifade ile Kuran hem bir iman objesi hem de bir bilgi objesidir. Çünkü Kuran tenzile imanı önerir,  rivayetlere imanı değil. Bu nedenle rivayetler sadece bilgi objesi olabilirler, ama iman objesi  olamazlar.  Bundan dolayıdır ki rivayetler, Hadis İlmi açısından senet ve metin kritiğine tabi tutulmuşlardır.

 Rivayetler konusunda bir başka sorunda, aynı konuda veya aynı alanda nakledilmiş en az iki veya daha çok rivayet mevcut ise, bu rivayetlerden birinin tercih edilip diğerlerinin dikkate alınmaması tavrıdır. Bundan da daha vahimi tercih edilen rivayetin mutlaklaştırılmasıdır. Mesela miracın zamanı ile ilgili hadis kitaplarında yediye yakın rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerde miracın bi’setten önce, bi’setin birinci yılında, bi’setin beşinci ve onuncu yıllarında, hicretten on altı ay, on dört ay ve on iki ay önce olduğu bilgileri yer almaktadır. Ancak geleneksel dini anlayışımızda bu rivayetlerden son üçüncüsünün birleştirilerek hicretten bir buçuk yıl önce olduğu ve İsra’dan sonra gerçekleştiği anlayışı, adeta genel bir algı olarak benimsenmiştir.  Bu kadar farklı rivayetlerin analizi yapılmadan içlerinden bir kaçının seçilerek genel bir dini anlayış olarak benimsenmesi, ne kadar doğru bir din anlayışıdır veya bu  anlayışın dini hayata yansıtılması  ne kadar  doğrudur ?

Aynı şekilde geleneksizlik de en az gelenekçilik kadar sorunludur. Çünkü geleneği olmayan bir dinin, müntesiplerine birlik adına vereceği hiç bir şeyi yok demektir. Bu nedenle gelenekle, gelenekçiliği ve geleneksizliği bir birinden ayırt etmek gerekmektedir. Bu ayırım yeterince yapılmadığı içindir ki dini anlayışlarımızın ana sorunu haline gelmiş bulunmaktadır. Zira bir tarafta gelenekçilikle dini yorumlar mutlaklaştırılmakta, dolayısıyla yorumlardaki değişimin önüne set çekilmekte; diğer tarafta ise dini yorumlarda geleneksizliğe, dolayısıyla köksüzlüğe giden anlayışlar gelişmektedir.

 

6.  Değerler  Çatışması sorunu

 

Batı düşüncesi ve değer yargılarının İslam alemini büyük oranda etkilediği hepimizin malumudur. Etki sosyolojik bir olgu olsa da, İslam aleminde ciddi sorunlara sebep olmaktadır. En önemli sorun da değerler çatışmasıdır. Özellikle  çok kadınla evlilik, tesettür, mesturiyet (saklanma) kadının şahitliği ve cariyelik gibi konularda, İslam’ın modernite ile çatıştığı konular arsında yer alır. Bu konularda  İslam  adaleti, Batı ise  eşitliği  savunur.   Bu nedenle  sosyal  hayatta  adaletle  eşitliğin  yani yaşanılan gerçeklilik  yani güncel değerler  ile inanılan  gerçeklik   arasında bir  çatışma söz konusu olmaktadır.  Güncel değerler; bireyin içinde yaşadığı zaman ve mekânda ortaya çıkan veya yükselen değerlerdir. Bu değerler, aynı zamanda yaşanılan gerçekliliği de ifade eder. Birey, günlük hayatını yaşarken hayatın içinde karşılaştığı kültürel, ekonomik ve politik gerçekliklerle, inandığı dini gerçeklikler uyum veya paralellik içinde ise, o birey için her hangi bir dini problem yok demektir. Ancak yaşanılan gerçeklik ile inanılan gerçeklik arasında bir uyum veya paralellik yoksa, bir başka ifade ile bunlar arasında şayet bir çelişki mevcut ise, o zaman o birey için, dini bir problem var demektir.

 Bu problem ise birey, yaşanılan gerçekliliğe göre mi hayatını yaşayacak? Yoksa inanılan gerçekliliğe göre mi yaşayacak? problemidir. Müslüman, yaşanılan gerçekliliğe göre hayatını yaşasa, inanılan gerçeklik ile; inanılan gerçekliliğe göre yaşasa bu defa yaşanılan gerçeklik ile çatışmış olacaktır. Böyle bir çatışma ise o bireyin kişilik bölünmesine sebep olacak ölçüde ona rahatsızlık verecek ve onu mutlu etmeyecektir. Oysa bir dine inanmada bireyin temel amacı, mutlu olmaktır. Mutlu olmak için inandığı bir dinle, içinde yaşadığı hayatın çatışması, o birey için bir problem olacak ise şayet, böyle bir problemin çözümünü talep etmek onun en doğal hakkıdır.  Fakat  bu problemin çözümü nasıl olacaktır?  Dini hayatımızdaki   en önemli sorunlardan biri de budur.

 

 

II.      Sorunlara Çözüm  Önerileri

 

1. Kuranın, dini hayat için ölçüt olduğu ve dinin normlarını belirlediği, sünnetin ise form ifade ettiği ve örnek olma misyonuna sahip olduğu anlayışının öne çıkartılması.

Dinin, inanç, kural ve bilgi gibi teorik boyutunun yanında; formel veya pratik boyutu da mevcuttur. Dinin bilgi ve kural boyutu vahye, pratiğe ait yönü ise kısmen vahye, daha çok sünnete dayanır. Hz. Peygamber’in tebyini bunu ifade eder. Çünkü tebyin onun peygamberlik misyonunun bir gereğidir. Ancak tebyinle , rivayetlerdeki kültürel öğelerin karıştırılmaması  da gerekir. Hz. Muhammed’in, bir peygamber olarak yaptıkları ve açıkladıkları ile bir beşer olarak kişisel tavırları ve içinde yaşadığı toplumun kültürel yapısı da birbirine karıştırılmamalıdır. Bunun için Hz. Peygamberin örnekliğinin evrensel boyutunu; O’nun irade dışı sahip olduğu kimliklerinde ve bir beşer olarak kişisel tavır ve davranışlarında veya içinde yaşadığı toplumun kültürel yapısında ve tarihsel formlarında değil; Kuranda beyan edilen kişilik özelliklerinde; Kuranı tebyin etme veya Kuran ahlakını kişiliğinde yansıtma misyonuna bağlı kişilik özelliklerinde ve dinin sunumunda uyguladığı yöntemlerde aramalıyız.

2. Parçacı ve alansal din anlayışları yerine bütüncül din anlayışının ikame edilmesi.

Kuran, insanın kendi bireysel bütünlüğü içinde ilişkide bulunduğu varlıklara karşı üç konumu ve bu üç konuma bağlı üç tanımından söz eder. Bunlardan birincisi, insanın Allaha karşında kul; ikincisi, hemcinsi karşında insan; üçüncüsü ise, varlık âlemi karşında halife oluşudur. Kur’an’da ki  “tashir” kavramı  bunu ifade eder.  Kul, bireyin Allah karşısındaki konumunun; insan, bireyin sosyal bir varlık oluşunun yani birey toplum karşısındaki konumunun; halife ise doğal çevre yani evren karşısındaki konumunun adıdır. Buna göre her insanın konumundan kaynaklanan sorumlulukları mevcuttur. Bu sorumluluklar, Allah karşı kulluk; bireye veya topluma karşı insanlık; doğal çevreye yani kâinata karşı ise halifelik, yani onu tanıyarak hizmetinde ilkelere uygun olarak  kullanmaktır.

 Dini hayatımızı böyle bir dini anlayışa göre yaşamadıkça, bütüncül ve kapsayıcı bir dini hayattan söz etmemiz mümkün değildir. Bunun içinde “Din”i iman, ibadet ve ahlak ile sınırlayan yaygın din anlayışı yerine, Kuran muhtevasındaki kapsayıcılığına ve tenzil yöntemine uygun olarak iman, ahlak, ibadet ve hukuk hiyerarşisini gözeten bir din anlayışına dönülmesi, tespit edilecek dini hayat ile ilgili ilke ve kuralların Kur’an’ın kapsayıcı muhtevası ile uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir

3. Dinin ana kaynağı olan Kura’an’ı anlamada, Aristo mantığı yerine Kur’an mantığının esas alınması , bunun için de öncelikle Kuran mantığının tespit edilmesi.

 

Kur’an’ın kendisine özgü bir mantığının bulunduğunda asla şüphe yoktur. Kur’ân’ın kendisine mahsus bir mantığının veya mantıkî formların bulunmadığı söylemek, sorunlu bir bakış açısını ifade eder. Böyle bir iddia, hem Arapça dil mantığının olmadığı hem de Kur’ân’ın birbirinden bağımsız, tutarsız ve kopuk bir takım edebî sözlerden ibaret olduğu sonucunu intaç eder. Bu da Kur’an’ın hem îcazına hem de i’cazına aykırı olan bir sonuç demektir. Bu nedenle Kur’ân’ın kendisine özgü bir mantıkî yapısı mevcuttur.

 İlk önce yapılması gereken şey, Kur’an mantığını yakalamaya çalışmak ve ortaya çıkartmaktır. Bu maalesef yapılmamıştır. Bu nenle de, Kur’an’ı dolayısıyla İslam’ı doğru anlamanın önündeki engellerden biri olmuştur. Yapılması gereken şey, Kuran mantığının öncelikle tespit edilmesi ve bu  mantığa uygun olarak  dinin anlaşılmasıdır. Kur’an mantığı ile   kullanılan mantık türleri  arasında  mukayese yapılamadan, doğrudan   iki değerli mantığın kullanılması,  sorunlu bir  yaklaşım tarzıdır.  Ne var ki geçmişte bir çok müfessirin, klasik mantık kurallarıyla bazı ayetler arasında ilişki kurarak bu mantığın tefsire girmesine ön ayak oldukları da bilinmektedir . Ancak bu tür yaklaşımlarda, Kur’an mantığını yakalayarak, Kur’an’ı daha doğru anlama yerine, Aristo mantığı ile Kur’an’ı anlama çabası görülmektedir. Bu anlama tarzı ise Kur’an’ı anlamadaki en temel sorunlardan biridir ve olmaya da devam etmektedir.

 

4.Gelenekçiliğin ve geleneksizliğin etkisinden kurtulmak için  Epistemik cemaat kültürünün sorgulanması.

 

Geçmişin sebepleri günümüzün sonuçlarıdır, günümüzün sonuçları ise geleceğimizin sebepleri olacaktır. Nitekim bugün içinde bulunduğumuz sosyo-kültürel, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik problemler, geçmişte ortaya çıkan sebeplerin bir sonucudur. Zira geçmişten günümüze intikal eden İslamî kültür, büyük oranda "Epistemik Cemaat" kültürünü yansıtmaktadır. Bu durumun, günümüzde cemaatçi bir toplum modelini benimseyen Müslümanlar ile cemiyetçi bir toplum modelini benimseyen Müslümanlar arasında "gelenekçi Müslüman" ve "yenilikçi Müslüman" ayırımına da sebep olduğu hepimizin malumudur.

 Dini doğru anlama açısından Kuran, sünnet ve rivayet hiyerarşisine dikkat edilmesinde gereklilik vardır. Zira Hz. Peygamber döneminde dini anlayışın merkezinde Kuran’ın yer aldığı ve normları belirlediği, sünnetin formların belirlenmesinde etkin olduğu; tenzil sonrası dönemde ise sünnetin daha aktif hale geldiği ve içtihatlara dayalı düşünce sistemlerinin oluşturulduğu görülmektedir. Bu nedenledir ki tarihi süreç içinde ve özellikle de günümüzde dinin ana kaynaklarını doğrudan anlama yerine, dinin ana kaynaklarını anlayanları anlama yolu benimsenmiştir. Bu da haliyle savunmacı bir refleks ile şerhçiliği ve haşiyeciliği yaygınlaştırıcı bir işlev görmüş; entegrist, radikal ve fudemantalist anlayışlara da zemin hazırlamıştır. Bu yaklaşım tarzının ve bu zihniyetin terk edilmesi halinde dini anlayışlarda ancak bir değişim söz konusu olabilir. Bundan dolayı zihniyet ve mantık değişimine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.

 

 5. Çağdaş Bir İslam Medeniyetinin Oluşturulması

 Batı medeniyetine  alternatif bir İslam Medeniyeti projesi geliştirilmedikçe, dini hayatımızın gettolaşmalarına   engel olmak  mümkün değildir. Böyle bir proje için  de kültürel bir zeminin  bulunması gerekir.  Böyle bir zeminin oluşabilmesi için de dinin sadece ritüellerden ve formel kurallardan ibaret olmadığını, aynı zamanda özünün ve ruhunun da bulunduğunu ifade edecek söylemlere yer verilmesi, bu özü ve ruhu yansıtacak dini ve edebi eserlerin yazılması ve  İslam sanatlarının geliştirilmesi gerekmektedir.  Sanatı ve edebiyatı olmayan bir dinin medeniyeti de olamaz.  Medeniyeti olmayan bir dinin toplumdaki etkinliği de sınırlı olur.  Bir dönem İslam etkin olmuş ise, bu etkinlikteki İslam  medeniyetinin rolü inkar edilemez.  O dönemde  İslam  Medeniyetinin  “Allah için  insana ve bütün canlılara hizmet”,  anlayışına dayadığı  görülmektedir.   Buna karşılık  günümüzde  Batı medeniyeti, ise  “insan için  bilim ve  teknoloji” anlayışına  dayanmaktadır. Bundan dolayıdır ki İslam medeniyeti, vakıf  ve sanatta temayüz ederken, Batı Medeniyeti  bilim ve teknolojide temayüz etmiştir.  Bu nenenle İslam medeniyeti  huzuru ve iç dinginliğini öncelerken, Batı medeniyeti  refah ve konforu  öncelemiştir. İslam medeniyetinde amaç değerler ile araç değerlerin  hiyerarşik  düzeninin korunmasına  özen gösterilirken,  Batı medeniyetinde , bu  düzen bozularak  araç değerler  amaç değerler  haline getirilmiştir.    Öyle ki Batının asimilasyon ve eliminasyon yöntemleriyle kitleleri sömürmeye başlayan gücüne, finansal kapitalizmin gücü de eklenince, bu güç daha da acımasız olmuş ve “öznel” dünyamızı da yönetir hale gelmiştir.

 Bu nedenledir ki parayı araç değer olarak gören İslam’ın, bugün parayı amaç değer olarak gören finansal kapitalizm karşısında, bir dayanma gücünün kalmadığı, hatta Müslümanların da bu güce teslim oldukları ve parayı amaç değer orak gördükleri müşahede edilmektedir.  Bu süreç içinde sürekli gelişen egoizmin yanına bir de kapitalizmin ortaya çıkarttığı hedonizm eklenince, ne İslam alemi ne de insanlık böyle bir psikolojik travmayı atlatacak imkana sahiptir. İnsan bütünlüğünün parçalandığı, onun sadece belli yanlarının merkeze alındığı bir medeniyet anlayışı ile, insanlığın bu açmazlardan ve zulümden  kurtulması da mümkün değildir. Bu nedenle günümüz Müslümanlarının, mazide kalmış bir medeniyetin miras yedileri  olarak kalmaması, Batı medeniyetine karşı  yeni bir medeniyet projesi üretmeleri gerekmektedir.  Bu,  hem dini hayatlarının  canlılığı ve devamı,  hem de insanlığa bir  umut ışığı   olması açısından önem arz etmektedir.

 Zira dünyanın yaşadığı  sorunlara karşı Müslümanların söyleyecekleri  bir şeyler  olmalıdır.  Ne var ki  sorunlu  dini anlayışların, insanlığın yaşadığı sorunlara   geçmişi tekrar etmekten  başka   vereceği  fazla bir şeyi de  yoktur. Bu nedenle  proaktif  düşüncelere dayalı yeni  bir  medeniyet  anlayışına ihtiyaç  vardır.  Bu medeniyet  anlayışının merkezinde,  “Tanrı ile, insanlarla ve evrenle  ilişkilerini  koparamayan  kişilikli  insan” anlayışının yer alması, bir öneri olarak değerlendirilebilir.   Bunun içinde dini anlayışların, mutlaka Kur’an muhtevasının kapsayıcılığına,  kuşatıcılığına  ve  Hz. Peygamberin  tebyinine dayalı  bir restorasyondan geçmesi  gerekmektedir  Maziden kopmadan geleceğin  umudu olmak ancak  böyle  bir  anlayışla   mümkün olacaktır.

 

              Sonuç

 İnançlarımızı oluşturan, referanslarımızdır, hatta bundan öte o referanslarımızı anlayış ve yorumlayış tarzımızdır. Zira anlayış ve yorumlayış tarzımız, nasıl düşündüğümüzü ve nasıl anladığımızı ve nasıl yaşadığımızı tayin ve tespit eder. Bu nedenle doğru bir din anlayışı için doğru bir Kuran tasavvuruna ve doğru bir Peygamber anlayışına; doğru bir Kuran tasavvuru için de doğru bir Allah tasavvuruna ihtiyaç vardır. Bir başka ifade ile doğru bir Allah tasavvuru olmayınca doğru bir peygamber anlayışı ve doğru bir Kuran tasavvuru da oluşmamaktadır. Bunun için de Kuran mantığının öncelikle bilinmesi, muhtevasının kapsayıcılığına ve kuşatıcılığına dönülmesi, bunun için de metodolojik anlama yönteminin/ yöntemlerinin oluşturulması ve geliştirilmesi gerekmektedir.

Kuran’ın Cahiliye dönemi ve daha öncesindeki kültürleri, toptan ret veya toptan kabul etme gibi bir tavır içinde olmadığı, bilakis doğruları kabul, yanlışları ise ret ettiği veya tashih ettiği hepimizin malumudur. Bir başka ifade ile Kuran’ın cahiliye kültürünü ya ipka, ya ıslah ya da ikmal ettiği görülmektedir. Bu tarihsel gerçek, bize Kuran’ın müspet değerlere sahip çıktığını göstermektedir.  Dolayısıyla müspet değerler söz konusu olduğunda Cahiliye dönemi, gelenekçilik, Doğulu veya Batılı gibi kategoriler belirleyerek tercihte bulunmak, Kuran’ın ruhuna uygun düşmemektedir. Kurana göre doğrunun kriteri ne zaman ne mekan ne de şahıslardır. Doğrunun kriteri ilke ve kurallardır. Bu ilke ve kuralları da hem Kuran’da hem de Hz. Peygamber’in İsrailiyyat konusundaki tavrında bulmak mümkündür. Bu nedenle hem geleneğin hem de Batılı değerlerin sorgulanarak analiz edilmesi ve tespit edilecek kriterlere göre değerlendirilmesi gerçekçi ve ilkesel bir yaklaşım tarzı olacaktır.

 Sonuç olarak dini anlayışlarımızda, kategorik düşünme yerine analitik düşünmeyi; sloganlarla düşünme yerine kavramlarla düşünmeyi; doğrunun ölçütünü zaman, mekan ve şahıslar da arama yerine ilke ve prensiplerde aramayı; dini metinleri anlama ve yorumlamada ideolojik anlama yöntemleri  yerine metodolojik anlama yöntemlerini tercih ettiğimizde  dini  problemlerimiz, daha kolay ve daha rasyonel çözümlere  kavuşacaktır.  Böylece dinin anlaşılmasında gelenekçilik ve geleneksizlik anlayışları yerine metodolojik anlama yöntemleri daha etkin hale gelecek, din ile dinî olan veya dinden olanla dine uygun olan zihinsel olarak birbirinden ayrılacak; anlama ve yorumların din değil dini olduğu ve bu nedenle değişebileceği anlayışı gelişebilecek;  Entegrist, Radikal ve Fundemantalist dini anlayışlara sahip olma yerine, dini anlayışların ve  geleneklerin restorasyonuna önem verilecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynakça

 

Akseki  Hamdi, İslam, İstanbul,1966.

es-Savi  Muhammed; Haşiyetu’s Savi ala Tefsiri’l Celaleyn, Mısır, Tarihsiz,

ez-Zehebi  Hüseyin, et-Tefsir ve’l Müfessirun, Beyrut 1976.

Güler  İlhami, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu, Ankara, 1998.

Güler  İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara, 1999.

Gündüz  Şinasi ve diğerleri, Dinlerde Yükseliş Motifleri ve İslam’da Miraç, Ankara, 1996.

İbn Kesir,  Tefsiru’l Kuran’il–Azim, Kahire, Tarihsiz,

Kırca  Celal, Hayatın İçinde Hayatla Birlikte Kur’an’ı Anlama, İstanbul, 2012.

Kırca  Celal, İlahiyat Fakülteleri Tefsir Anabilim Dalı III. Koordinasyon Toplantısı açılış konuşması,08-09 Temmuz 2006 Kayseri.

Kurtubi,  Muhammed b. Ahmed, el-Camiu li Ahkami’l Kuran, Beyrut, Tarihsiz,

Seber  Abdulkerim, Mantık İlminin Kur’ân’ı Anlamadaki Önemi ve Klasik Tefsirlerdeki Tezahürü, Aralık 2012, Sayı:27.

Sinanoğlu  Abdülhamit; Kelam Tarihinde Tanrı Tasavvurları, Ankara, 2005, s. 85-285.

TDK             Türkçe Sözlük, Ankara, 2005.

Uludağ  Süleyman, “İbn Teymiyye’de Mantık Merselesi”, İslami Araştırmalar, sayı 4. Nisan 1987.

Yakıt  İsmail, Hz. Peygamber’i Anlamak, İstanbul, 2003.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com