Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

DİNİ METİNLERIN YORUMUNDA İNANILAN VE YAŞANAN GERÇEKLİK PROBLEMİ

 

 

 

 

Prof. Dr. Celal KIRCA

 

 

 

    Giriş 

 

   İnanan her birey için  ‘Din’  inanılan gerçekliği ifade eder.  Bu gerçekliğin ilkelerini ve kurallarını ise, o dinin kutsal metinleri belirler. İslam dininin tartışmasız tek kutsal metni ise Kuran’dır.   Bu açıdan Kuran,   hem bir inanç objesi, hem de bir bilgi objesidir.  Onun inanç objesi oluşunu Kuran, ‘tenzil’e iman ile açıklar.  Kuranın inanç objesi oluşu, onun aynı zamanda inanılan bir gerçeklik yani kök değer oluşunu da ifade eder. Onun inanç objesi oluşu, Tanrı sözü oluşu ve O’nun tarafından indirilişi dolayısıyladır. Fakat Kuran aynı zamanda bir bilgi objesidir de.   Kuranın bilgi objesi oluşu,  O’nun aynı zamanda anlaşılmasını, hem “ne diyor?”unun, hem de  “ne demek istiyor?”unun bilinmesini zorunlu ve gerekli kılar Bir başka ifade ile dini metinler, beşeri metinler gibi okunabilir mi? sorusunun cevabı, “evet” olacaktır. Çünkü O’nun bir bilgi objesi olarak okunması gerekir. Zira bir dini metinde, hem dilinin tarihiliği hem de bağlamının tarihiliği söz konusudur. Dolayısıyla, dini metinler yorumlanırken dilbilimsel çözümlerin yapılmasında gereklilik vardır.  Çünkü bir dile karakterini veren ve kültürünün ruhunu taşıyan, sıradan sözcüklerden ziyade, o dilde kullanılan deyimler, benzetmeler, tamlamalar ve özellikle dildeki ifade ediş tarzlarıdır. Bir dilde bir kavramın olmayışı, o kültürde o düşüncenin olmayışındandır. Bu nedenle dil, sadece ifade etmenin değil, ifade edilecek düşünceyi üretmenin de vasıtasıdır. Dilin bu özelliği, bir buz dağına benzer. Altında o toplumun bütün kültürü ve tarihi yatar. Dini metinler de toplumun dili ile ifade edildiğine göre, o dilin bütün özelliklerini ve farklılıklarını da taşıyor demektir.  Bu nedenledir ki tarihi süreç içinde tebyin, tefsir ve te’vil adıyla bu kutsal metni anlama ve açıklama faaliyeti devam edip gelmiştir. Günümüzde de hızını kesmeden hatta daha yoğun bir biçimde bu anlama ve yorumlama faaliyeti devam etmektedir. Bunun sebeplerinden biri dilsel veya dilbilimsel anlama ise; diğeri ve belki de en önemlisi, Müslümanların, tarım toplumundan sanayi toplumuna, hatta buradan da bilgi toplumuna geçme yönündeki çabalarının ortaya çıkardığı bir çok sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopolitik problemlere dinin kutsal metinlerine dayalı çözüm yollarını arama gayretleridir.

 Dini bir metin olarak anlamanın ve yorumlamanın konusu olan Kuran; nasıl anlaşılacak ve nasıl yorumlanacaktır? Herkes kendi anlayışını ve yorumunu doğru olarak kabul ettiğine göre gerçekten doğru olan anlama ile yanlış anlamayı, doğru olan yorumla yanlış olan yorumu birbirinden nasıl ayıracağız?   Doğru anlamanın ne olduğu konusunda bile, yeterince durulma mevcut değilken; dini metinlerin doğru yorumu nasıl yapılacaktır? Bu ve benzeri soruların yeterli ve doğru cevapları, problemin çözümüne önemli katkı yapacaktır. Bunun da ilk adımı yapılan işin tanımını, doğru yapmaktır Konu dini metinlerin anlaşılması ve yorumlanması olduğuna göre, tanımları yapılması gereken husus “anlama” ve “ yorumlama”  olmalıdır. Öyleyse anlama ve yorumlama nedir?

 Anlama; bir sözü veya yazılı bir metni, bugünde fakat o sözün söylendiği ya da o metnin yazıldığı zamandaki hali ile anlamaktır. Yorumlama ise; söylenen bir sözün ya da yazılan bir metnin, söylendiği veya yazıldığı zamandaki anlamını, bu günde anlamlandırabilmektir. Bu iki tanım, dini metinler için söz konusu olduğunda, bu dini metinleri önce indirildiği zaman dilimindeki sosyokültürel bağlamı ile anlamak; daha sonra da bu anlamı, bu gün için anlamlandırmaktır. Bir başka ifade ile yorumlama “Kuran ayetlerini, indirildiği zamandaki bağlamları ile anlamak ve bugünde bugün için anlamlandırmaktır.” Bu nedenle, ayetlerin özel nüzul sebepleri ve yaşanılan sosyokültürel ortam, anlamada büyük bir önem arz eder. Her ne kadar bu anlayış, fıkıh usulcülerinin Kuranın anlaşılmasında kullandıkları “ itibar sebebin hususiliğine değil, lafzın umumiliğinedir” ilkesine aykırı düşüyor gözükse de.  Zira nüzul sebepleri, ayetlerin anlamını daha iyi anlamamıza yardımcı olduğu kadar, hükmünün tam anlamıyla genel olmadığını, ancak benzer durumlar için geçerli olabileceğini de gösterir.

İnanan birey için, hem dini metinlerde yer alan bilgilerin ve kuralların, hem de bu dini metinlerin anlaşılmasından ve yorumlanmasından elde edilen bilgilerin ve kuralların bir değeri vardır. Dini metinlerde yer alan bilgilerin ve kuralların, yorumcular tarafından konusuna ve konumuna göre amaç değerler veya araç değerler olarak algılandığı, anlaşıldığı ve açıklandığı görülmektedir. Genellikle olaylar ve olgularla alakalı olan veya yaşanan olaylar ve olgular dikkate alınarak getirilen kurallar için malzeme olma niteliği taşıyan bilgiler¸ araç değerler olarak; emirler, yasaklar ve ahlaki kurallar ise amaç değerler olarak anlaşılmaktadır. Din ile bilim arasındaki farklılık veya uyum da burada ortaya çıkmaktadır. Bilim olguları ve olayları anlamaya ve açıklamaya çalışır. Din ise değerler sistemidir. Bu alanda din ile bilim farklılaşır. Ancak dini bir metin olarak Kuranda yer yer olgulardan ve olaylardan da söz edildiği ve bu alanda bilim ile Kuranda yer aldığı kadarıyla temas edilen olguların ve olayların benzeştiği ve yoruma ve yorumlayana bağlı olarak  bu ikisi arasında  bir uyumdan ya da uyumsuzluktan  söz edildiği görülmektedir.

1. İnanılan ve Yaşanılan Gerçeklik Problemi

İnanılan gerçeklik, bireyin bir inanç objesi olarak kabul edip inandığı şeylerin tümü veya kök değerler olarak tanımlanabilir. Hiç şüphesiz bu tanım, olguya ve inanma sözcüğünün kavramsal anlamına göre yapılan bir tanımdır Yoksa inanma sözcüğünün dini terminolojideki anlamına göre yapılan bir tanım değildir. Terimsel anlamda inanç objesi olabilecek nitelikte olan dini metin ise sadece Kurandır. Nitekim Kuranın vurgusu da “indirilene inanma”yadır Fakat bir bireyin, Kuran dışında da kavramsal anlamıyla inanılan gerçeklikleri olabilir. “Dini” sözcüğünden hareketle konuyu açıklayacak olursak bunun anlamı; 1. dinden olan, 2.dine uygun olan demektir. Namaz dinidir denildiğinde bunun anlamı, namazın dinden olduğunu beyandır. Ama mevlit dinidir denildiğinde bu söz; mevlidin dinden değil, fakat dine uygun olduğunu ifade eder. Ancak her hangi bir birey için hem namaz hem de mevlit inanılan bir gerçeklik olabilir. Bir başka birey için ise namaz; inanılan bir gerçeklik olduğu halde, mevlit olmayabilir.  Dini metinlerin anlaşılmasında inanılan gerçeklik denildiğinde kastedilen şey, genel anlamda Kuran’dır, daha özel anlamda ise Kuran ayetlerinde yer alan din ile ilgili olan veya din ile ilgili görülen kurallar ve bilgilerdir. Zira Kuran dinin ana kaynağı olduğu halde, O’nda yer her bilgiyi din olarak mı algılayacağız, yoksa dinin terimsel anlamına uygun gelen bütün bilgileri ve kuralları; dini bilgiler ve kurallar olarak mı algılayacağız? Bir başka deyişle Kuranın tümünü mü din sayacağız, yoksa dinle ilgili olan kısımlarını mı din sayacağız? Bu açıdan konuya baktığımızda tavrımıza ve tercihimize göre dini metinler tanımı açıklık kazanacaktır. Dini metin denildiğinde bizim kastımız; terimsel anlamda din tanımına uygun olan veya uygun bulunan ayetler başta olmak üzere bir bilgi ve anlama objesi olan Kuranın tümüdür.

 İnanan her birey için inanılan gerçekliliğin yanında, bir de yaşanılan gerçeklilik yani güncel değerler söz konusudur. Güncel değerler; bireyin içinde yaşadığı zaman ve mekânda ortaya çıkan veya yükselen değerlerdir. Bu değerler, aynı zamanda yaşanılan gerçekliliği de ifade eder. Birey,  günlük hayatını yaşarken hayatın içinde karşılaştığı kültürel, ekonomik ve politik gerçekliklerle,  inandığı dini gerçeklikler uyum veya paralellik içinde ise,  o birey için her hangi bir dini problem yok  demektir.  Ancak yaşanılan gerçeklik ile inanılan gerçeklik arasında bir uyum veya paralellik yoksa,  bir başka ifade ile bunlar arasında şayet bir çelişki mevcut ise, o zaman o birey için, dini bir problem var demektir.   Bu problem ise,  birey yaşanılan gerçekliliğe göre mi hayatını yaşayacak?   Yoksa inanılan gerçekliliğe göre mi yaşayacak?  problemidir.  Birey,  yaşanılan gerçekliliğe göre hayatını yaşasa,  inanılan gerçeklik ile; inanılan gerçekliliğe göre yaşasa bu defa yaşanılan gerçeklik ile çatışmış olacaktır.   Böyle bir çatışma ise o bireyin kişilik bölünmesine sebep olacak ölçüde ona  rahatsızlık  verecek ve onu  mutlu    etmeyecektir.  Oysa bir dine inanmada bireyin temel amacı, mutlu olmaktır. Mutlu olmak için inandığı bir dinle, içinde yaşadığı hayatın çatışması, o birey için bir problem olacak ise şayet, böyle bir problemin çözümünü talep etmek onun en doğal hakkı olacaktır.

 

2.Geleneksel Anlayışta Dini Metinleri Anlamada Uygulanan Yöntem

Yaşadığı çağda böyle bir problemle veya problemlerle karşılaşan bir birey, ne yapacaktır? Veya ne yapmıştır?  Elbette ki problemini çözeceğini umduğu bir  din- bilim   adamına  müracaat edecek ve  o bilim  adamı da  böyle bir problemi  veya problemleri   çözmeye  çalışacaktır.  Ama o din-bilim adamı böyle bir problemi nasıl çözecektir?  Böyle bir durumda teorik olarak üç çözüm yolu bulunmaktadır.   1. İnanılan gerçekliliği esas alıp yaşanılan gerçekliliği yok farz ederek ondan kaçmak veya yaşanılan gerçekliliği inanılan gerçekliliğe uygun hale getirme çabası içine girmek, 2.  Yaşanılan gerçekliliği esas alarak inanılan   gerçekliliği yok  saymak,  3. İnanılan gerçeklikle   yaşanan gerçekliliği  uzlaştırma   yoluna giderek, birini  diğerine   tercih   etmemek, ikisini birlikte  uyum içinde  yaşamak.

Problemi çözmede bu üç yöntemden hangisi tercih edilmelidir?   Bir başka ifade ile geçmişte tarım toplumuna göre şekillenen geleneksel din anlayışında, her hangi bir problemle karşılaşıldığında din-bilim  adamları ne yapmışlar ve hangi   yöntemi   tercih  etmişlerdir?  Böyle bir durumla karşılaşıldığında, bu yöntemlerden her birinin, belli oranda uygulandığı; kişisel veya ekol tercihlerine göre bu çözüm yollarından birinin ağırlık kazandığı görülür. Ancak genelin tercih ettiği;  uzlaştırma yöntemi olmuştur. Uzlaştırmadaki uygulama ise; genellikle ayetin hükmünü, genelleştirme veya özelleştirme (umum-husus); mutlak veya mukayyet; emir formunun vacip, mendub veya veya mübah sayma şeklinde te’vil etme; ya da nesh ettirme, yani  metnin  ifade ettiği   dini kuralı   devre dışı   bırakma  yöntemiyle  olmuştur. Nitekim bu yöntemi “Tevilü Müşkili’l Kuran” ve “en-Nasih ve’l Mensuh” adıyla yazılan kitaplardaki içerikte ve bu içeriklerin anlaşılmasında uygulanan yöntemde açıkça görmek mümkündür.

Uzlaştırma amacıyla yapılan tevil faaliyeti,  daha ziyade dini  metinler  arasıda  varmış   gibi   görünen   çelişkilerde   kullanılırken,    nesh yöntemi    hem  dini  metinler arasında  varmış    gibi   görünen çelişkilerde hem de inanılan ve yaşanılan gerçeklikler arasındaki çelişkilerde   kullanılmıştır .Mesela,  Kuranda  hem  savaş hem de   barışla   ilgili   ayetler mevcuttur.   Bu inanılan bir gerçekliktir.  Yani hem savaş ayetleri hem de barış ayetleri Kuranda  yer almaktadır.   Bir de bireyin içinde yaşadığı çağda veya yıllarda yaşanılan bir gerçeklilik vardır ki, o anda yaşanılan durumdur. Yani o andaki savaş ya da barış durumudur.  Şayet bireyin yaşadığı çağda devlet, stratejisini savaş ilkesine dayandırmış ve bu ilkeye göre iç ve dış siyasetini düzenlemiş ise,   bu durumda Kuranda yer alan savaş ilkesiyle örtüşecek, fakat barışı öngören  ayetlerle çatışacaktır. Böyle bir durumda yaşanılan gerçeklikle, inanılan gerçeklikten bir diğeri olan barış ayetleri ile çatışma içinde olacaktır. Bir başka ifade ile savaş olgusu, Kurandaki savaş ayetleri ile uyum içinde olurken,  barış ayetleri ile uyum içinde olmayacaktır Kategorik ve indirgemeci bir mantıkla bakıldığında, bu bir problemdir ve bu problemin de çözülmesi gerekir. Bu durumda bu problemi çözmek için geleneksel din-bilim adamlarının bulduğu çözüm, yaşanan bir gerçeklik olan savaş ile, savaşı öngören ayeti aynı kategoride ele almak; barış ile ilgili ayetleri yok saymak ve bunun içinde uygun bir yöntem bulmak şeklinde olmuştur. Bu yöntem de terimsel anlamını kendilerinin yaptığı nesh anlayışıdır. Bu yöntemle yaklaşık 110 ayeti mensuh saymışlardır.  Bunun en güzel örneklerinden biri, Hibetullah b.Selamedir.  O tam 112 ayeti kılıç ayetiyle mensuh saymıştır  Ekonomisi tarıma ve ganimete dayalı bir sosyal düzen içinde böyle bir zihinsel çözüm, yadırganmamış hatta tasvip de görmüştür.  Nitekim “darulharp” ve “darulislam” terimlerinin ortaya çıkartılması da böyle bir anlayışın ürünü olmuştur.

Hz. Ömer döneminde, şimdiki Irak ve Suriye torakları fethedilip, bu torakların bir ganimet malı olarak savaşanlar arasında dağıtılması gündeme gelince; bir ganimet malı olarak bu toprakların dağıtılmasında sorun çıkmıştır. Bu sorun, tarihte inanılan gerçeklikle, yaşanılan gerçeklik çatışmasının güzel bir örneğini de ihtiva eder. Bu konudaki inanılan gerçeklik; savaş yolu ile alınan ülkelerdeki menkul ve gayri menkul malların beşe bölünerek; bu bölünmenin beşte birinin hazineye; beşte dördünün ise o savaşa katılanlara dağıtılacağı  kuralını  öngörmektedir.  Hz. Peygamber ve O’nu takip eden yöneticiler de bu kuralı uygulamışlardır. İnanılan gerçeklilik bunu öngörmektedir. Ancak Hz. Ömer döneminde fethedilen Irak topraklarının Akdeniz’den  Basra Körfezine kadar geniş bir alanı kapsaması nedeniyle, gerek dağıtımında meydana  gelebilecek çeşitli  zorluklar, gerekse bu torakların güvenliğin sağlanması  sorunu  v.s.  gibi konular, yaşanılan gerçekliğin bir olgusu haline gelmiştir. Savaşta bulunanlar, inanılan gerçekliğe dayanarak, ganimet malından hisselerine düşen payı talep ederlerken; Hz. Ömer, yaşanılan gerçekliğe dayanarak  bu  talebi  reddeder.

 Konuyu çözmek için kurulan bilim heyetinin; bu çatışmayı iki gerçekliliği de yok saymayarak, farklı bir bakış açısıyla problemi çözdüğüne ve tarafları da ikna ettiğine şahit oluyoruz. Bu problemin çözümünde uygulanan yöntem ise savaşla elde edilen  topraklar için uygulanan  ganimet  kuralı yerine, barış yoluyla kazanılan topraklar için uygulanan  fey  kuralını işletmek  olmuştur. Savaşla alınan topraklar, sanki barış yolu ile alınmış topraklar statüsünde kabul edilmiş, böylece daha önce uygulanan bir kural, yaşanılan gerçeklik sebebiyle uygulanmamış, bunun yerine problemi çözeceğine inanılan bir başka kural devreye sokulmuştur. Dini metinlerin anlaşılmasında geçmişte böyle uygulamalar yapılmıştır. Bu uygulamalar, bugün bizim için de bir örnek olabilir mi? Bir başka deyişle bu uygulamaların örnek olma gibi bir işlevselliği var mıdır? Sorusuna vereceğimiz cevap ise elbette ki “evet” olacaktır.

   Bu konuda bir başka örnek de yine Hz. Ömer’e aittir. Hz. Ömer, halife olunca Tevbe suresinin9/ 60.ayetinde yer alan müellefeikuluba/ kalpleri İslama ısındırılacak olanlara da zekat verilmesi kuralını; böyle kişilerin dostluğuna veya sırf maddi kazanç için ihtida eden kişilere İslam’ın ihtiyacı yoktur   diyerek uygulamamıştır. Burada Hz. Ömer’in, bir kural olarak dini metinde yer alan ve seleflerince de uygulanan bir kuralı; kendi zamanının hayat şartlarına uymadığı gerekçesi ile askıya aldığı söylenebilir. Her ne kadar bir kısım müfessirler tarafından bu uygulama, nesh yani ayetin hükmünü devre dışı bırakma olarak algılanmış ve yorumlanmış ise de, böyle bir  tanımın doğru olduğu söylenemez. Zira geleneksel dini anlayışta uygulanan bu yöntemin dini metinlerden kaynaklanan bir tanımı ve bu tanıma bağlı uygulamalarla ilgili dini bir belge bulunmamaktadır. Bu yöntemin tarihsel değeri ancak, yaşanılan gerçekliliğin dinin yorumuna olan etkisini göstermesi ve bu etkiye bağlı olarak mevcut probleme bir çözüm bulunması açısından önem arz eder.

 Dini metinlerin yorumunda yaşanan gerçekliğin sorunlu ve etkili olduğu alanlardan biri de  “Bilimsel Tefsir Ekolü” ile alakalı bazı yorumlardır. İçeriğinde olgularla ve olaylarla ilgili bilgiler bulunan ayetlerin; özellikle evrenle ilgili olanlarının yorumunda birçok yorumcu;  çağındaki bilimsel anlayışa paralel yorumlar yapmıştır. Yapılan bu yorumlar, yapıldıkları çağdaki bilimsel teorilere veya anlayışlara uygun olsalar da, bu yorumlardan daha sonra yapılanların, önceki yorumlarla uyum içinde olmadıkları hatta çeliştikleri görülür. Mesela, Kuranda dünyanın hareketinin ve yuvarlaklığının din dili ile anlatıldığı kabul edilen ayetler, ilk önceleri Aristo ve Batlamyus’un görüşlerine göre yorumlanırken;  daha sonra N. Kopernik’in görüşü istikametinde yorumlanır olmuştur .Bu da dini metinlerin, birbiriyle çelişen iki farklı yorumu demektir. Buradaki yorum farklılığı, yorumun yapıldığı dönemlerdeki bilimsel görüş farklılıklarından kaynaklandığını; yorumların değişmesiyle ayetin değişmeyeceğini söyleyenler ile, bu söyleme  ve anlayışa karşı olanların arasında meydana gelen anlama ve değerlendirmeye yönelik probleme  sadece bir örnektir.

Bu konuya verilebilecek bir başka örnek de, dini terminolojide beş bilinmeyen  diye tanınan ve bunlar arasında zikredilen “ ana rahmindeki şey”le ilgili yorumun; yirminci yüzyılın son çeyreğindeki teknolojik gelişmeye bağlı olgu ile olan çatışmasıdır. Klasik tefsirlerde ana rahmindeki şeyle ilgili olarak yer alan erkek mi kız mı olduğunun bilinemeyeceğine ilişkin yorumlar,  ultrasonunun keşfi ve tıpta kullanılmaya başlamasıyla birlikte ana rahmindeki ceninin cinsiyetinin bilinir hale gelmesiyle anlamını yitirmiş, yaşanan bu bilimsel gerçeklik  ile çatışır hale  gelmiştir Bilimsel tefsire ilişkin verilen bu  iki örnek, dini metinlerin yorumunda; sadece sosyal içerikli etkenlerin değil, bilimsel nitelikli verilerin de  problem oluşturduğunu gösterir Bu problem, yorumun değişmesiyle ayetin de değişebileceği ve bu değişimin imana zarar vereceği yönündeki anlayışıdır. Bilim felsefesi açısından değerlendirildiğinde problem olmayan bu konunun, problem olarak algılanması veya sunulması, genellikle bilgi-iman özdeşliğini kabul edenlere özgü bir davranış biçimi olarak değerlendirilebilir. Yoksa iman objesi olan bir metnin, aynı zamanda bir bilgi objesi olarak anlaşılması sonucu oluşan yorumunun; o metinle özdeş sayılması anlayışını, başka nasıl izah edilebiliriz? Tercümesinin bile Kuran sayılamayacağı söylenirken, dini metinlerin, yorumlarıyla aynı değerde olduğunu söylemek nasıl mümkün olabilir?

 Yaşanan gerçekliliğin yoruma  kısmen de olsa bir etkisinin olabileceğini düşündüğümüz örneklerden biri, Nisa suresinin 3 ayetinde yer alan  “ nikahlayınız” ifadesi; diğeri de “O’na arındırılmış olanlardan başkası dokunamaz”   ifadesidir. Birinci örnekte yer alan “ nikahlayınız” ifadesi, morfolojik olarak emir kipi olmasına rağmen, Zahiriler hariç İslam hukukçuların çoğunluğu tarafından, dini bir emir olarak algılanıp evlenmenin farz olduğu söylenmemiş, her mezhep; kendi bakış açılarına uygun karine ve gerekçelere dayanarak evlenmeyi, kişinin şartlarına ve tercihine bağlı bir eylemi olarak yorumlamışlardır.  İkinci örnekte ise “dokunamaz” ifadesi, morfolojik olarak bildiri/haber kipi olmasına rağmen, birçok yorumcu tarafından bu ifade, emir kipi olarak algılanmış ve abdestsiz olarak Kurana dokunulamayacağı şeklinde yorumlanmıştır.  Her ilki örnekte de anlama ve yorumlama; dilbilimsel kurallara göre değil de, başka karinelere ve gerekçelere dayanılarak yapılmıştır. Her ne kadar yorumcular; açıkça bir dış sebep belirtmemiş olsalar da, metni iç bağlamlarından kopararak böyle bir yoruma gitmelerinde bir takım  dış  sebeplerin  de etkisinin olabileceğini düşünüyoruz. Yoksa dilbilimsel kurallara sıkı sıkıya bağlı kişilerin,  bu kuralları zorlayarak yorumlar yapmasının anlamı olmazdı.

Yaşanan sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopolitik gerçeklerin; dini metinlerin yorumuna olan etkilerinin yanında, bazı dini kavramların terimleştirilmesinde de etkili olduğu görülür. Bunlara örnek olarak iman ve kader terimlerini verebiliriz. İmanın terimsel tanımı; bir guruba göre, kalp ile tasdik; bir gruba göre,  kalp ile tasdik ve dil ile söyleme; diğer bir gruba göre ise, kalp ile tasdik, dil ile söyleme ve davranışlarda göstermedir. Farklı gruplara göre imanın terimsel tanımında görülen bu farklılıkta, hiç şüphesiz içinde yaşanılan sosyal, siyasi ve kültürel gerçekliliğin önemli bir katkısı bulunmaktadır. Kaderin terim anlamı için de aynı şeyler söylenebilir. Nitekim ölçü, miktar v.s. gibi anlamlara gelen kader kavramının; insan fıtratını, sünnetullahı, evrenin düzenine ilişkin kanunları ifade etmesi gereken terimsel anlamına; iradenin tealluk ettiği eylemlerin ve olayların da dahil edilmiş olması, yaşanan sosyal olguların etkisini gösterir. Bir başka ifade ile kader, irade dışı olguları, kuralları ve kanunları tanımlarken, iradenin tealluk ettiği eylemlerin ve olayların  bu tanıma  ilave edilerek  terimleştirilmesi  siyasi olayların etkisini özellikle  zikredebiliriz.

3.Günümüzde Dini Metinlerin Anlaşılmasında Yaşanılan Gerçeklik Problemleri

İnsanlığın, tarihi süreç içinde devrim niteliğinde olan  üç önemli aşamadan geçerek  bugünkü kültürel, sosyal, ekonomik ve politik seviyesine  ulaştığı hepimizin  malumudur. Bu üç aşama, sırasıyla, tarım, sanayi ve bilişim devrimleridir. Her devrim kendi toplum yapısını oluşturmuştur. Nitekim tarım devriminin, tarım toplumunu; sanayi devriminin, sanayi toplumunu, bilişim devriminin ise bilgi toplumunu oluşturduğu görülmektedir. Bununla birlikte insanlığın tümünün bu aşamalardan geçtiği de söylenemez. Tarım toplumunun; sosyoekonomik, sosyokültürel ve sosyopolitik yapısının genel anlamda “cemaatçi tolum” modelini; sanayi toplumunun sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopolitik yapısının ise “cemiyetçi toplum” modelini oluşturduğu ve ekonomik, siyasi ve dini alanlardaki yapılanmaların bu modellere dayandırıldığı bilinmektedir.

Tarım toplumuna özgü olan “cemaatçi toplum” modelinin sosyal yapısı, bir piramide benzer. En tepede karizmatik ve otoriter bir lider (rai), onun altında bu lidere “itaat kültürü ile bağlılığı sağlanan halk (raiye) bulunur. Liderin mutlak hâkim olduğu bu toplum modelinde, halkın ne söz hakkı ne de tercih hakkı vardır. Despotizmin, formelliğin, irrasyonelliğin ve duygusallığın etkin; kişilerin değerli olmasa da ama mutlaka önemli olduğu bu toplum yapısında; her şey karizmatik ve otoriter liderin bilgi ve becerisine bağlı bulunmakta, adeta liderin duygu ve düşünceleri, doğruluğun ve gerçekliliğin ölçütü olarak da algılanmaktadır. Etkinliğini yüz yıllarca devam ettiren bu sosyal yapının; ekonomide feodalizmi ve ağalık sistemini; dini anlayışta, tarikatları ve dini cemaatleri; siyasi hayatta, krallığı, padişahlığı ve sultanlığı ortaya çıkarttığını söylemek, bu gerçeğin ifadesi olacaktır.

Sanayi devriminin ortaya çıkarttığı cemiyetçi toplum modelinde ise, normatifliğin, rasyonelliğin, demokrasinin, bir başka deyişle değerlerin, ilke ve kuralların egemen ve etkin olduğu sosyal bir yapının var olacağı öngörülür. Evrimleşme ve oluşum süreci geçiren bu sosyal yapının;  ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve dini hayata  yönelik önemli etkilerinin olduğu, bunlara ait bir çok konuda ve alanda önemli değişimler ve dönüşümler yaptığı da bir gerçektir. Somut bir örnekle açıklayacak olursak, bu sosyal yapının en belirgin etkisi, sosyopolitik alanda olmuştur. Nitekim tarım toplumunda yönetim biçimi, kabile, sülale, ırk, din ve mezhep odaklı iken; sanayi toplumunda bu sosyopolitik yapının yerine, kuralların ve ilkelerin egemen olduğu bir başka sosyo-politik yapıya geçilmiş ve bunun adına da cumhuriyet denilmiştir. Dini metinler, geleneksel din anlayışında o dönemin şartlarına göre algılanıp yorumlanırken; sanayi toplumunda oluşan çağdaş dini anlayışlarda ise,  bugünün toplum yapısına ve şartlarına göre algılanıp yorumlanmaya başlanmıştır. Bu da çağımızda yaşanan bir gerçekliktir.

Geçmişte bir anlama ve açıklama yöntemi olarak uygulanan telif ve nesh yöntemine,  günümüzde bir de tarihsellik yönteminin ilave  edildiğini   görüyoruz. Anlayabildiğim kadarıyla bu yöntemin dayandığı temel anlayış şudur: Dini metinlerde yer alan ilke ve kuralların, bir normu, bir de formu mevcuttur.  Daha ziyade hukuki ve sosyal nitelikli normlara ait formelliğin, Kuranın indirildiği kültürel ve sosyal ortamı ve şartları yansıtması, bu formelliğin tarihin bir dönemine ait olduğunu da gösterir. Buna göre Kuranın normu, evrensel bir niteliğe sahip olsa da, formu tarihseldir. Bu da formelliğin değişebileceğini gösterir Çağımızda İslam’a ve O’nun sosyal ve hukuksal alanda öngördüğü formelliğe karşı gösterilen tepkileri ve tenkitleri, geçersiz kılmak için İslam’ın  sevimli yönünü ortaya koymayı amaçlayan bu yorum tarzı; çağdaş sosyal ve hukuk anlayışı ile İslam’ı, tarihsel bir nitelik taşıyan formlarda değil,evrensel bir niteliğe sahip olan Kuran normlarında uzlaştırmayı amaçlamaktadır, diyebiliriz Bu anlayışa karşı bazı İslam yorumcularının tepkisi elbette şiddetli olmuş, Kurana ait formların tarihsel olarak  ileri sürülmesi,tahammül sınırlarını zorlayan bir hareket olarak algılanmıştır.Fakat bu tepkinin  zihinsel ve bilgisel olmaktan daha çok duygusal olduğu görülmektedir.Zira Kuranın bazı ayetlerini,diğer ayetlerine nesh ettirme ile,Kuranın bazı ayetlerini tarihsel sayarak belli döneme ait kılma arasında  yöntem ve sonuç açısından ne gibi bir fark vardır? Sebepleri farklı olsa da, bir ayetin hükmünü tarihsel sayma ile mensuh sayma arasındaki fark, sadece bir isimlendirmeden ibarettir. Özde ve sonuçta bir farklılık yoktur. Her iki yöntemde de bazı Kuran ayetleri neticede devre dışı  bırakılmaktadır.  Kuranda tarihsel formların oluşunu, bu formların çevre şartlarında oluşturulduğu anlamında değil, çevre şartlarını dikkate aldığı anlamında anlamak daha gerçekçi bir  yaklaşım olacaktır.

Çağımızda dini metinleri anlama ve açıklamada kullanılan bir başka yöntem de durumsallıktır. Bu yöntemde metnin anlamı, ne nesh ettirilir ne de tarihsel sayılır. Bir örnekle açıklayacak olursak söz konusu savaş ve barış ile ilgili ayetlere bu yöntemin uygulanması şöyledir:  Yaşanılan gerçeklik savaş ise, dini metinlerdeki savaşla ilgili ayetler devrededir.  Şayet yaşanılan gerçeklik barış ise, bu takdir de dini metinlerde yer alan barışla ilgili ayetler devrede olacaktır.  Barış halinde; savaşla ilgili ayetler asla devrede olmayacak, buna karşılık mesela  “bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibi olur”  ayeti devrede olacaktır. Bu yöntemde atomik/ parçacı yorum yerine ayetlerin konulu veya alansal bütünlüğü, durumsal olarak ele alınacaktır.  Bunun için ayetler, yorumlanmadan önce dilbilimsel olarak incelenecek ve “ne diyor ?”unun tespiti yapılacak,  daha sora da   “ne demek istiyor ?”unun tespiti için iç bağlam ile dış bağlam dikkate alınarak anlamlandırılacak ve yorumlandırılacaktır.  Ancak bu yöntemlerden hiç biri, bütün ayetler veya olaylar için genel geçer bir yöntem olarak kullanılma şansına sahip gözükmemektedir. İnanılan gerçeklikle yaşanılan gerçekliğin çatışmasını engellemek için dini metinlerin ruhu iyi kavranmalıdır. Bunun için de dini metinlerde verilmek istenen mesajın doğru anlaşılması gerekir. Bir sözü veya metni anlamak için;

              1. O sözü söyleyen kimseyi,

2. Kendisine söz söylenen muhatabı,

3. Söylenen sözün  ne olduğunu,

4. O sözün söylendiği zamanı,

5. O sözünsöylendiği  mekanı,

6. O sözün nasıl söylendiğini,

7. Niçin veya neden söylendiğini, iyi bilmek gerekir.

 Buna 2K 5N formülü de diyebiliriz. Yani iletişimde kullanılan, kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl, niçin veya neden sorularını, dini bir metni anlamak için de sorarsak, daha doğru bir anlama yöntemini kullanmış oluruz. Bu yöntem aynı zamanda salt dilbilimsel analizin yeterli olmadığını, bunun yanında bağlam bilgisine de ihtiyaç bulunduğunu da ortaya koymaktadır. Zira bir ayetin doğru anlamı, bizzat o ayetin kendisinden çıkartılan anlam değil, onun diğer ayetlerle olan benzerliğine ve bağlamına bakılarak anlaşılan anlamdır. Böylece ayetin indirildiği zaman ve mekandaki anlamı daha doğru anlaşılacak ve  bu anlam, yaşanılan  gerçeklilikle ilgili  bir  problem  var ise şayet, bu problemin çözümünde rahatlıkla kullanılacaktır Dolayısı ile, bazı  dini metinlerin anlaşılmasında zaman zaman  kullanılan Rasyonalizasyona da  gitme olmayacaktır.

Sonuç

Geleneksel dini anlayışın oluşmasında ve sistemleşmesinde tarım toplumuna özgü cemaatçi toplum modelinin etkin  rol oynadığı nasıl sosyolojik bir gerçeklilik ise; bu  geleneksel dini anlayışın, sanayi devrimi ile birlikte oluşan ve gelişen  yeni toplum modelinin ortaya  çıkarttığı  bütün sorulara cevap verememesi  ve sorunlara   yeterince çözüm önerilerinde bulunamaması da aynı ölçüde bir gerçekliliktir. Bu nedenle Sanayi devrimi ile oluşmaya başlayan sanayi toplumunun yeni problemler ortaya çıkartmış olması yani yaşanan gerçekliliğin eskisinden  çok farklı bir nitelik   kazanmış olası ve  bu problemlere   geleneksel  İslam  yorumunun   yeterince cevap veremeyişi; yeni  arayışların  ve  yeni yeni  bakış açılarının  ortaya  çıkmasını   sağlayacak   etkinlikleri  de  hızlandırmıştır. Mesela Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte daha önce yaşanan  savaş   gerçekliliği,  “yurtta   sulh, cihanda   sulh” ilkesiyle   yerini   barışa   terk etmiş  daha sonra buna  laiklik  ilkesi  de eklenerek  din ve vicdan hürriyetinin  garantiye alındığı   bir  ortama   geçilmiştir.  Bu durum da daha öncekinin  aksine   yaşanan  gerçeklik, barışa   dönüşmüş   ve bu defa   Kurandaki savaş ayetleri ile  çelişen, fakat  daha  önceleri geleneksel İslam   yorumcularınca   mensuh   sayılmış olan   barış  ayetleri ile   uzlaşan   bir   konuma   gelinmiştir.

Böyle bir durumda geleneksel dini kültür ve anlayışla yetişmiş  din- bilim adamları  ne yapacaktır? Hiç şüphesiz din-bilim adamlarının belli bir bölümü; uzun süren bir tereddüt ve bocalamadan sonra ya bakış açılarını değiştirmeye veya yeni ve çağdaş çözüm arayışlarına geçmeye başlamış;  neticede klasik dönemde de kullanılan ‘azimet’ ve’  ruhsat’ anlayışına    bağlı da  kalınarak eski anlayışın aksine barış ayetlerini, azimet; savaş ayetlerini ise ruhsat  olarak   algılamışlar ve anlamlandırmışlardır. Duruma göre anlama ve anlamlandırmanın bir diğer örneğini, “Sizin dininiz size, benim dinim bana”   ayetine ilişkin yapılan yorumlarda görmekteyiz.   Mekke döneminde indirilen bu ayet,  indiği dönemde inkarcılara karşı bir meydan okuma yani ben de varım, benim de bir dinim var şeklinde anlaşılmış iken; Medine döneminde hoşgörünün ve toleransın bir ifadesi olarak anlaşılmıştır. Hz. Peygamberin vefatından sonraki dönemde/ tenzil sonrası dönemde ise yaşanan gerçeklilik ile çeliştiği var sayıldığından lafzı baki, ama manası mensuh olan ayetler arasına  dahil   edilmiş Cumhuriyet  sonrası  dönemde  ise  bu defa  yaşanan  gerçekliliğe uygun olarak  Medine döneminde  olduğu   gibi   hoşgörünün,  veya    din ve vicdan   hürriyetinin   bir kanıtı olarak  anlaşılmış, hatta laiklik  ilkesinin   dindeki   referans  ayetlerinden biri olarak sunulmuştur. Buda gösteriyor ki inançlarımızı oluşturan, referanslarımızdan öte, o referanslarımızı yorumlayış biçimimizdir. Zira yorumlayış ve referanslarımızı kullanış biçimimiz, nasıl hissettiğimizi, nasıl düşündüğümüzü ve nasıl anladığımızı da tayin ve tespit etmektedir. Bir şeyin doğru ve yanlış veya iyi ve kötü oluşu, bizim onu neyle kıyas ettiğimize ve neyle karşılaştırdığımıza bağlıdır.

 Verilen örneklerden ve tarihi süreç içinde yapılan anlama faaliyetlerinden hareketle şunu söyleyebiliriz: dini metinler, değişmiyor, değiştirilmiyor, ama o dini metinlerden anlaşılan anlamlar değişiyor. Değişim,  dini metinlerde değil,  o metinlerin ya yorumunda ya da anlama yönteminde oluyor. Zamanın değişmesiyle dini hükümlerin değişmesinin anlamı da sanırım budur. Bir başka ifade ile dini metinlerde bir inanç objesi olarak herhangi bir bozulma veya değişim olmuyor; ancak bu dini metinlerin, bir bilgi objesi olarak algılanmaya ve anlamlandırılmaya tabi olması sonucu, yorumlarında  zorunlu olarak bazı farklılıklar oluyor. Bu farklılıklar, hiç şüphesiz yorumcuların bireysel yetilerinin ve bilgi düzeylerinin farklı olmasından kaynaklandığı gibi, yaşanan gerçekliklerden veya bu yaşanan gerçekliklerin yorumcular tarafından dikkate alınıp alınmamasından da kaynaklanmaktadır.  Neticede yorumun yöntemsel doğruluğuna ve bireylerin kabulüne bağlı olarak yapılan yorumlar; ya toplumda etkin olmakta ya da sadece yorumcuyu ilgilendiren bir düşünce olarak kalmaktadır. Nitekim bu hususa dikkatimizi çeken E. Von Aster; bütün kavramlaştırmaların, tarihsel kavram kurmaları olduklarını, tarihsel kavram kurmaları ile doğa bilimlerindeki kavram oluşturmaları arasında önemli bir ayrılığın bulunduğunu, bunun da tarihsel bir olayın tekrarlanamaz, anlık ve bireysel oluşundan kaynaklandığını söyler . Bu bakış açısını Mevlana da görüyoruz. O, “Anlattığım karşımdakinin anladığı kadardır”.der. Bir diğer sözünde ise: “Herkes kabı ile deryaya gider, ancak kabı kadar deryadan su getirir. Deryanın günahı ne?” diye sorar. Yöntemsel olarak anlama ve yorumlamaya dayanan dini metinlerin anlaşılmasındaki bireysel yeti ve bilgi farklılığına dikkatimizi çeker. Bu bir yaşanan gerçekliliktir ve  tefsir tarihi ile mezhepler tarihi de bunun bir kanıtıdır.

Hiç şüphesiz bu konu, bilgi ve değer ilişkisi ile de yakından ilgilidir. Yapılan yorumların değeri nedir? Doğru yorum hangisidir ve doğru yorumun kriteri nedir?  Sorularının cevabı, dini metinlerin yorumu için büyük önem arz eder. Günümüzde fen bilimleri alanında ileri sürülen yeni bir görüş için “ne söyleniyor?” diye konuya yaklaşılırken; sosyal bilimlerde ve bunun içinde yer alan din bilimleri alanında ileri sürülen yeni bir görüş için “kim söylüyor?” diye konuya yaklaşılmaktadır. Hiç şüphesiz bu yaklaşım, doğruluğun kriterini de beraberinde getirmektedir. Bu kriter ise doğruluğun ölçütü olarak geçmişten günüme intikal eden ve etkinliğini de belli oranda devam ettiren zaman, mekan ve şahıs merkezli doğruluk anlayışıdır. Bu anlayışın geçmişte, özellikle yapılan rivayetlerin kabulü için kullanılmış olması, bizi yorumun değeri için de kullanılabileceği  algısına ve yanılgısına  düşürmemelidir.

 Öznelliğin etkin olduğu bu anlayışı,  kriter olarak kabul etmek ne ölçüde doğru olur? Bu nedenle dini metinleri anlama ve yorumlamada kriter olarak seçilecek doğru bir yöntem,  öznellikten belli oranda uzak, fakat nesnelliğe daha yakın bir yorumu, ortaya çıkartma şansına sahip olacaktır. Asıl sorun, yorumun kim tarafından yapıldığı değil, nasıl yapıldığıdır. Sorun yorum yapanın kimliğinde değil, yorumun nasıl yapıldığındadır. Sorun, yöntem sorunudur. Anlamada ve yorumda hangi yöntemin veya yöntemlerin kullanılacağı sorunudur. Bu sorun bir şekilde çözüldüğünde, kim bilir belki o zaman; din bilimlerinde de kimin söylediğine değil, ne söylendiğine bakılacaktır. Doğruluğu, yorumu yapanda aramak yerine, yorumun kendisinde aramak daha öncelikli hale gelecektir. Belki o zaman anlamada;  kavramsal ve terimsel düşünmeye ağırlık verilecek ve anlama yöntemleri daha verimli ve daha etkin bir biçimde kullanılacaktır. Bir fundemantalist gibi gelenek ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlayış biçimi mutlaklaştırılmayacak; radikal düşünceye sahip biri gibi de; bilgi- iman özdeşliğine inanılmayacak ve din bir ideoloji gibi algılanmayacaktır.İşte o zaman,  problemin dinden değil, dini metinlerin algılanış, anlamlandırılış ve yorumlanışından; din veya dini olarak kabul edilen olaylara verilen anlamlardan kaynaklandığı daha açık ve daha net olarak görülecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com