Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

İNSANIN ALLAH’IN HALİFESİ OLDUĞU DÜŞÜNCESİNE SUFİ BİR YORUM

(N. DAYE ÖRNEĞİ)

 

 

 

Prof .Dr. Celal KIRCA

 

     GİRİŞ

 

 

   İnsan,  önemli ve değerli bir varlıktır. Bu önem ve değer onun diğer varlıklar karşısında sahip olduğu konumdan ve ontolojik yapısından kaynaklanır. Müslüman bir insan için bu durum,  bundan da öte bir anlam ifade eder. Zira kendisi için bir inanç ve bir bilgi objesi olan Kuran,  ona insanın mahlukatın pek çoğundan üstün olduğu , bütün varlıkların onun hizmetine verildiği,  vücut azalarının düzgün ve dengeli olduğu,  en güzel şekilde yaratıldığı,    kendisine Allah’ın ruhundan üflendiği,  ihtiyaç duyduğu her şeyin kendisine verildiği,  ve nihayet yeryüzüne Allah tarafından halife yapıldığı  bilgisini verir. Bu nedenle İslam düşünce tarihinde insanın merkeze alındığı bir çok düşünce sisteminin varlığına şahit oluruz. Nitekim konumu itibariyle insanın Allah karşısında kul,  birey karşında insan ve yeryüzünde halife oluşu ile ilgili yapılan yorumlarda bunu açıkça görürüz. İnsanı tanımlamak için kullanılan kul,  insan ve halife kimlikleri arasında insanın halife oluşu en fazla yoruma açık olan bir konu olmuştur. Özellikle insanın yeryüzüne halife kılındığı bilgisini içeren Bakara suresinin 30. ayeti ile ilgili yorum farklılıkları bunun açık bir göstergesidir.  Bu nedenle  bu ayetin  anlaşılması, sorunlu bir görünüm arz eder.

  Buradaki sorun insanın halife oluşunda değil, kimin halifesi oluşunda  odaklanmaktadır. Nitekim  insanın kimin halifesidir ? sorusuna verilen cevaplarda  bu  düşünce  farklılıkları  rahatlıkla görebilmekteyiz.  Ancak  ayrıntıları dikkate almadan bu düşünce farklılıklarını  kategorize ettiğimizde  iki ana görüşün  var olduğunu  görürüz. Bu iki düşünceden  birincisi, insanın Allah’ın halifesi olduğu, diğeri ise Allahın halifesi  değil,  başka  varlıklara halife  olduğu düşüncesidir.  Bunlardan insanın Allah’ın halifesi olduğu düşüncesi,  en fazla öne çıkan ya da çıkartılan bir düşünce tarzıdır. Özellikle sufi gelenek, bu düşünce tarzının yaygınlaşmasında etkin  rol oynamıştır. Zira bu  düşünce  tarzı, onlara göre  insanın onurlu bir “statü”ye  sahip oluşunu   simgelemekte ve onun  varlıksal değerini ve önemini  göstermektedir.  Bu nedenledir ki  pek çok sufi düşünür ve bilim adamı tarafından benimsenmiş  ve  savunulmuştur. Ancak bunlar arasında  bu düşünceyi  benimseyen  ve  kendine özgü  bir sistematikle yorumlayan  Necmeddin Daye’nin  ayrı bir yeri ve önemi mevcuttur .Özellikle insanın değer ve önemini   sahip olduğu  statü  ve sorumlukla   açıklayan yorumu,  Kuran merkezli   anlama yöntemi    açısından  bazı sorunları   ihtiva  etse de;  hem sufi   düşünce tarzına  yaptığı katkı  hem de       günümüz insanına verdiği mesaj  açısından  önem  arz  eder.  Zira  bu yorum,  bireyci olan ama  bireyselci olamayan, ben merkezci olmayı biz merkezci olmaya  tercih eden,  duygularını aklına  tabi kılma  yerine  aklını duygularına tabi kılan, kişiliği önceleme yerine  farklı  kimlikleri  önceleyen  ve  buna göre  hayat anlayışını  ve tarzını  düzenleyen   çağımız insanına, farklı bakış açıları  kazandıracak  bir niteliğe sahiptir.

 

 

1.İnsanın Halife  Oluşu İle İlgili   Görüşler

 

Halife, ön’ün zıddı olan arka anlamındaki “half” kökünden türetilmiş bir sözcüktür. Kuranda bu kökten türetilmiş bir çok  kelime  mevcuttur ve farklı anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Mesela  yönetmek ;   dönmek,  caymak ;muhalefet etmek,  aykırı davranmak ;  kaçmak,   geri kalmak ;  ayrılığa ve anlaşmazlığa düşmek;   ardından gelmek,  yerine geçmek   anlamlarını  bu bağlamda  zikredebiliriz.

Halife bilindiği  gibi birinin  yerine geçen demektir, çoğulu,  "halaif" veya "hulefa"dır.    Bu kelime  Arapça dil mantığına  uygun  olarak hem ism-i fail,  hem de ism-i meful olarak kullanılabilmektedir. İsm-i fail olarak kullanıldığında,  "yerine geçen” ;  ism-i mefül olarak kullanıldığında ise "yerine  geçilen”  anlamlarını ihtiva eder. Ancak bu sözcüğün “birinin yerine geçerek işini ve görevini devam ettiren”  anlamında terimleştirildiği,  siyasette ve tasavvufta  yaygın olarak kullanıldığı  da  hepimizin malumudur.   Ancak halife  sözcüğünün   farklı anlamlarda kullanılması  ve   yorumcuların  ön kabulleri ve ideolojik yaklaşım   tarzları nedeniyle  “yeryüzünde bir halife  kılacağım” ayetinin ne dediğinden ziyade ne demek istediğinin anlaşılması ve yorumlanması, sorunlu bir  görünüm arz eder.  Ayrıca ayette geçen  “ca’l” sözcüğüne verilen   anlam farklılıklarını  da  buna  ilave ettiğimizde ayetin  anlaşılması  daha da sorunlu  bir hale gelmektedir.

  İnsanın Allahın halifesi olmadığı  düşüncesine  sahip olanlar, ilk insan Hz.Adem’in  kendisinden önce yeryüzünde yaşamış olan  varlıklara halef olduğunu söylerler. Ancak Hz. Adem’in  selefinin kim olduğu   konusunda görüş birliği içinde  olmadıkları  görülür.  Kimi yorumcu, Hz. Adem’in     yeryüzünde yaşayan  cinlere;   kimi yorumcu meleklere,   kimi  yorumcu ise    bir tür konuşan canlıya   halife olduğuna kaildirler.  Kimileri de birbirini takip edecek  nesillerden her birinin  diğerine halef olduğu       söylerler.

 Bunlardan birinci  anlayışa göre, yeryüzünün ilk sakinleri cinlerdir.  Cinler, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp  kan döktükleri için, Allah  bunların  üzerine  meleklerden oluşan bir ordu göndermiş  ve  onlar da  cinleri mağlup etmiştir. Daha sonra Allah, Hz. Adem’i ve  onun soyunu  cinlerin yerine yeryüzüne  halefe yapmıştır.  Diğer  görüşe göre,  yer yüzünde  melekler bulunmaktaydı. Onların Allah tarafından semaya çekilmesiyle  Hz. Adem yer yüzüne  halife kılınmıştır. Bir  diğer   görüşe  göre ise, Hz. Ademden  önce  yeryüzünde bir çeşit konuşan canlı/ el-hayvanu’n natık bulunuyordu. Yok olup giden bu canlının yerine Hz. Adem  halife  yapılmıştır. Hiç şüphesiz bu görüşün  özellikle  tartışıldığını ve    sorgulandığını  da  hatırlatmak isteriz.

İnsanın Allah’ın  halifesi olduğu düşüncesinde  olanlar ise,  Hz. Adem’in, yeryüzünde kendisinden önce yaşamış olan  bir canlı türün  halifesi   değil,  Allah'ın halifesi olduğuna kaildirler.  Bu düşüncede  olanların  görüşünü,  Elmalı’lı Hamdi Yazır,  şu  ifadelerle  özetlemektedir:

“Yer  yüzünde bir  halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim” ayetinin anlamı kendi irademden  kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler  vereceğim, o bana izafeten, bana niyabeten mahlukatım üzerinde  bir takım tasarrufata  sahip olacak, benim namıma ahkamımı icra  ve tenfiz eyleyecek, o bu hususta asil olmayacak, kendi  zatı ve şahsı  namına  bilasale  icrayı ahkam eyleyecek  değil, ancak benim bir naibim, bir kalfam olacak, iradesiyle benim irademi, benim emirlerimi benim kanunlarımı tatbikata  memur bulunacak, sonra onun arakasından gelenler ve ona  halef olarak ayni vazifeyi icra edecek olanlar bulunacaktır” .

 N. Daye  bu iki düşünce   tarzından,  insanın Allah’ın halifesi olduğu düşüncesini tercih etmiş  olan    sufi bir  bilim adamıdır.  Asıl adı, Ebu Bekr Abdullah b. Şahaver er-Razi’dir.(ö.654/1256)  Ancak Necmeddin Daye olarak  tanınmaktadır . Kübreviyye tarikatının  önemli simalarından  da biridir.  Daye’yi diğerlerinden farklı kılan  şüphesiz  bu düşünceye sahip oluşu  değildir.  Zira bu düşünceye sahip pek çok  sufi bilim adamı  mevcuttur.  Ancak onu  farkı kılan  bu düşünce  tarzını  kendine özgü bir mantık  dokusu ile açıklamaya      çalışmış olmasıdır  Nitekim  Onun, “Menaratu’s Sairin ve Makamatu’t Tairin” isimli eserinin   altıncı  bölümünü  “halifeliğin insana aidiyeti” konusuna  ayırdığı  ve   bu konuyu   temelsiz   bırakmamak için  de kitabının   beşinci bölümünde    insanı ontolojik yönüyle  tanıtmaya çalıştığı,  ve onun halife oluşunu    bu  eksene   dayandırdığı görülmektedir.

 

2.N.Dayeye Göre İnsan

 N. Daye’ye göre  insan,  ruh ve maddeden müteşekkil bir varlıktır.  Ancak insan,  ruhu yönüyle alem-i kebîr/büyük alemdir. Çünkü ruh,  âlemin menşeidir. İlâhî kudrete ait  "kün" (ol) emrinin taalluk ettiği ilk şey,  ruhtur. Bu ruh da Hz. Muhammed’e aittir.   Bu anlayış bilindiği gibi sufi  düşünce tarzının  genel kabulüdür.

 İnsan,  varlığı  itibariyle  alem-i suğra/ küçük âlemdir. Zira varlık âlemine nispetle kendisi küçüktür. Fakat varlığı ve özü itibariyle gerçek âlemin bir nüshasıdır. Zira âlemde bulunan her şey,  insanda mevcuttur. Buna örnek olarak da dört unsuru /anasır-ı erbaayı  zikre¬den ve bu konuda bilinen o klâsik felsefî görüşü nakleden Dâye,  insan anlayışını  Kur’ân’da ifadesini bulan ve ilk insan Hz. Âdemin yaradılışını anlatan " İnni halikun beşeran/Bir beşer yaratacağım"  âyetine dayandırır.  Böylece yaratan-yaratılan ilişkisine (ontolojik ilişkiye) dikkatimi¬zi çekmek ister.

 Kâinatın yaradılış amacını ve hikme¬tini de bu âyete dayandıran Dâye,  bunun gerekçesini  "insanın feyz-i ilâhîyi almaya müsait tek varlık” oluşuna bağlar. Ona göre insanın,  feyz-i ilâhîyi almaya müsait tek yarlık oluşu demek,  cüz’î irâdeye ve buna bağlı olarak da sorumluluğa sahip bir varlık oluşu demektir. Bu sebeple  insan,  marifet için yaratılmıştır. Dâye’yi bu sonuca götü-ren şey ise, hadis  diye nakledilen "Bilinmeyi sevdim ve bilinmek için varlık âlemini yarattım"‘ sözü¬nün içeriğidir. Dâye’ye göre  Hz. Adem,  sembol kişidir. Allah insanın /Hz. Ademin vücudunu yaratıp tesviye ettikten sonra,  O’na ruhundan nefyetmiştir. Böylece insan/  Hz. Âdem, feyz-i ilâhîyi almaya müsait bir ya¬pıya kavuşmuştur. O’nun feyz-i ilâhîyi almaya müsait oluşu,  Yaratıcının kendisine ruhundan nefyetmesi sebebiyledir. İnsan bu sebeple   sorumlu bir varlık ol¬muştur. Çünkü sorumluluk,  çok yüce bir mertebedir ve insan bu yüce mertebeye  ancak "hilâfet" sırrıyla erişmiştir.

Dâye’ye göre marifet için var edilen insanın haricindeki    diğer varlıklar ,  insana tabî olmak ve onun emrini ye¬rine getirmek için  yaratılmışlardır.  Nitekim bu gerçek,  kâinata bakıl-dığında açıkça görülecektir. Bu sebeple insan,  alem-i kebîrdir;  alem de insan-ı kebîridir.

3. İnsanın  Halifeliği

Dâye’ye göre insan,  varlık katmanları ara¬sındaki üstün konumuna ancak halifelik görevi dolayısı ile erişmiştir ve  görev  de  sadece insana aittir. Zira Allah Teâlâ Kurân’da "Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım"  buyurarak insanoğlunun yeryüzündeki görevinin halifelik olduğunu açıkça beyan etmiş ve hilâfetin ancak insana özgü bir makam olduğunu açık¬lamıştır. Hilâfete seçilen varlık/ insan,  hem göğe/ulvî âleme hem de yeryüzüne ait bir yarlıktır. Buna mukabil melekler,  sadece ulvî âleme,  hayvanlar ise sa¬dece yeryüzüne ait varlıklardır.  Cenab-ı Hak,  "Ben yeryü¬zünde bir halîfe kılacağım ’’diyerek,  bu hususu meleklere anlatmak istemiştir.

Ayette "ca’l" sözcüğü kullanılmıştır. Bu sözcük, anlam itibariyle  hem hâlikiyeti hem de hâlikiyetin dışında artı bir şeyi içermektedir. Bu artı şey ise,  insanın diğer varlık¬lar karşısında artı bir nitelikle yaratılmış olmasını ifade eder.  Çünkü her varlık için hilâfet söz konusu değildir. Cenâb-ı Hak’ın,  Hz. Davud için  söylediği "Ey Davud,  şüphesiz seni yeryüzüne halîfe kıldık"  sö¬zü,  seni halifeliğe yetenekli olarak yarattık ve bu mer¬tebeye seni lâyık gördük anlamındadır.  Ayrıca câiliyet ,  melekut denilen "emr" âlemine özgü bir fiil¬dir. Bu âlem ise "halk" âlemine aittir. "halk" âlemi,  cisimler ve duyular âlemidir. Bunun içindir ki Allah,  "Dikkat edin,  halk da emir de O’na aittir"  bu¬yurmuştur.  Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ,  Hz. Adem’i önce cisim olarak yaratmıştır. Bu hususu açıklayan âyette "halk" kavramını kullanmış "Ben çamurdan bir insan yaratacağım"  buyurmuştur. Buna karşılık O’nun ruhsal yönünü anlatan âyette ise "ca’l" kavramını kullanmıştır. Bundan da anlıyoruz ki,  "hilâfet", sadece insana tahsis edilmiş bir  görevdir ve ona ait  saygınlığı ifade eder.

 Daye’ye göre insanın halîfeliği  iki  yönlüdür: Bunlardan  birincisi, insanın bütün varlık âlemini temsil etmiş olma¬sıdır. Oysa varlıkların bütünü bile,  insanı  asla temsil ede¬mez. Çünkü Allah,  ruhanî ve cisimanî âlemlerin tama¬mında bulunan her şeyi  insanda toplamıştır. Bu nedenle insan,  bütün varlıkların temsilcisidir. Çünkü Allah,  Ona ruhundan nefyetmek suretiyle,  onu seçkin kılmış ve onu yüceltmiştir;  Buna işaret eden ayette "Onu tesviye edip ruhumdan nefyettiğimde he¬men ona secde edin"  denilmektedir:  Bilindiği gibi bu hitap cin ve meleklere olmuştur. Melekler emre uyup Hz. Adem’e  secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Bu emri ile Allah  insana iltifat etmiş  ve   bu âlemde bulunan hiç bir yarlı¬ğı böylesine yüceltmemiştir. Bir başka âyette de "And olsun ki biz insanoğlunu şerefli kıldık"  denil¬mektedir. Bundan dolayıdır ki insandan başka  hiç bir varlık,  Hakkın temsilcisi/ halîfesi olamaz.

 Halifeliğin ikinci  yönü ise, insanın aynı zamanda hem sureten,  hem de manen Allah’ın halifesi olmasıdır.

İnsanın sûreten Allah’ın’ hâlifesi olmasının anla¬mı,  görünen vücudunun,  C. Hakk’ın varlığını temsil et¬mesi demektir. Bir  binanın varlığı,   nasıl mimarının varlığına işaret ediyorsa, insan vücûdu  da, tıpkı onun gibi   kendisini   var edene delâlet eder. Buna göre,  insa¬nın tekliği,  Hakk’in birliğine;  onun varlığı,  Hakk’ın varlığı¬na,  onun sıfatları Hakk’ın sıfatlarına işaret eder ve O’nu temsil eder. Nitekim insanın canlılığı,  Allah’ın hay oluşunu,  onun kudreti,  Allah’ın kudretini;  onun irâdesi Allah’ın irâdesini;  onun konuşması Allah’ın konuşma¬sını;  onun bilmesi Allah’ın bilmesini;  ruhunun mekan¬sız oluşu,  Allah’ın da lamekân oluşunu ve ruhunun ci¬sim olmayışı Allah’ın cisim olmayışını temsil eder. Her ne kadar bazı varlıklarda bu sıfatların bir kıs¬mı var ise de,  insanda olduğu gibi hiçbir varlıkta Allah’ın sıfatları toplanmış değildir. Ayrıca Allah’ın sıfatların¬dan herhangi biri insanın kalp aynasına tecellî ettiği gibi,  hiç bir varlığa da tecellî etmemiştir.

İnsanın manen Allah’ın temsilcisi olmasının anlamı ise,  varlık âleminde Allah’ın ateşiyle ışık saçan ve Allah’ın nur sıfatını açığa çıkartan insan lâmbasından başka bir lâmbanın bulunmaması demektir. Zira Al¬lah’ın nurunun feyzini almaya sâdece insan yetenekli¬dir. Başka hiçbir varlıkta böyle bir yetenek mevcut de¬ğildir.

Bu açıklamalardan anlıyoruz ki insan,  iradeli ve buna bağlı olarak sorumlu tek var¬lıktır. Rum sûresinin 30. âyetinde ifâdesini bulan "fıt¬rat dini"ne sahip olan tek varlık. Bu varlık,  bu yete¬neği ile münzel dini de kabul edilecek bir yapıya sahip demektir. Dâye’ye göre bu yapıya melekler bile sahip değil¬dir .Hârui-Mârut kıssası da bu hususu yeterince ik¬na edicidir.

 

 

3. Dayeye Göre  Halifeliğin  Dereceleri

İnsanın,  varlık katmanları içinde bizatihi insan olarak bir değer olduğunu,  buna da yeteneği ve bilgisi sayesinde ulaştığını düşünen Dâye,  insan türünü de  kendi arasında  derecelendirir.  Bu derecelenmeyi de, insanın  doğuştan sahip olduğu  yeteneklerini kullanıp kullanmamasına,  şayet yeteneklerini kullanıyorsa bunu iyiye  ya da  kötüye kullanıp kullanmamasına göre yapar.  Onun bu derecelendirmedeki  dini dayanağı  "sizi yeryüzünde halifeler kı¬lan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur"  ayetidir.

Ona göre  insanın derecelen¬mesine etki eden iki fıtrî yapısı mevcuttur.  Bunlardan birisi  onun varlık alemine, diğeri ise  melekut alemine  olan  aidiyetidir. İnsanın varlık âlemine olan aidiyeti ve bu aidiyetin zahirde görüneni onun organlarıdır.  Bunlar ise uzuvlar ve beş duyudur. İnsanın melekût âlemine olan aidiyeti ise,  onda var olan akıl,  ruh,  sır ve ruha ait di¬ğer yetileridir. İnsanlar,  bu iki ana yetisini kullanıp-kullanmama veya iyiye kullanıp-kullanmama  durumuna göre bir birinden farklı tavırlar ve eylemler içinde ol¬ular. insanların   bu yetilerini kullanması ise  üç  şekilde   tezahür eder. Derecelenme de bu  tezahür şekillerine  göre   oluşur.

 Birici kategoride olan  insanlar,  sa¬dece vücuduna ait yetilerini kullananlardır. Bunlarda  iki  gruba ayrılırlar.

 Birinci  gruptakiler, vücuduna  ait yetilerini,  kendisini halife tayin ede¬nin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananlar; ikinci gruptakiler ise, kendisini halife tayin ede¬nin emir ve yasaklarına göre değil de,  iç güdülerine,  ve nefsî arzularına göre kullananlardır.  Daye, vücuduna ait yetilerini kendisini halife tayin ede¬nin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananların halifeliğine ,ziraat yapıp üretimde  ve infakta bulunmayı  örnek olarak   gösterir. Ona göre   bu  grupta  yer alan insanların,  gayretleri  ödüllen¬dirilecek ve çabaları karşılık bulacaktır. Vücuduna  ait yetilerini kendisini halife tayin ede¬nin emir ve yasaklarına göre değil de, iç güdülerine  ve nefsî arzularına göre kullananların   nasipleri ise sadece hüsrandır. Bunlar hayvan  gibidirler, hatta   on¬dan da aşağıdırlar.

ikinci  kategoride  yer alan insanlar ise,  vücuduna  ait yetilerin tamamını ve kısmen de ruhsal yetilerini kullananlardır. Bunlarda iki  gruba ayrılırlar:

 Bunardan  birinci grupta yer alanlar,  tanımı yapılan  yetilerini,  kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananlardır. Ancak  bunlar, birinci kategoride  zikredilen özelliklere ilâve olarak aklını  da kullananlar; yeri,  göğü düşünenler ve  tefekkür edenlerdir. Bu insanlar,  inananların seçkinleridir. Allah’ın  varlığını ve bunun delillerini, kendi varlığında  veya kendisinin dışındaki varlıklarda müşahede edebilenler ve müşâhedeleriyle Hakk’a yaklaşanlardır. Bu insanlardan bir kısmı,  kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesinden sonra,  kalplerini de kullanırlar ve böyle¬ce hakikatleri keşfederek Hakk’a olan yakınlıklarını daha da  arttırırlar.

Bunardan ikinci grupta yer alanlar, tanımı yapılan yeteneklerini,  hayırda değil de şer de kullanarak kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına aykırı hareket edenlerdir. Bunlar vehimle kuşatılmış akıllarını,  hayırda değil de şer de kullananlardır.

Üçüncü kategoride olan insanlar ise,  bütün bedensel ve ruhsal yetilerini,  kendisini halife tayin ede¬nin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananlardır. Bunlar,  Nebiler ve Velilerdir. Bu mertebe,  hilafetin en üst mertebesidir. Bu sebeple Allah Hz. Âdem’i,  hilâfete meleklere üstün kılmıştır. Hz. Adem’in me¬leklere üstünlüğü,  isimlerin bilgisini tümüyle öğren¬mesine yönelik hizmetinden dolayıdır. Kur’ân’da,  "Al¬lah Adem’e cisimleri bütünüyle öğretti"  buyrulmaktadır. Ayette geçen "el-esmâ" sözcüğündeki elif-lâm,  cins içindir. Bu durum, Hz,  Adem’in bütün ci¬simlerin isimlerini  bildiğini gösterir. "Küllehâ" sözcüğü  onun aynı zamanda isimlerin gerçeklerini de  bildiğini  ifâde eder. Örnek olarak "koyun" söz¬cüğünü zikreden Dâye,  söz gelimi "Allah Âdem’e koyun ismini öğretti" dediğimizde,  burada öğretilen sadece so¬yut "koyun" kavramı değil,  görme duyusunun vasıta¬sıyla koyunun rengini;  işitme duyusunun yardımıyla sesini;  koklama duyusunun yardımıyla kokusunu,  tat¬ma duyusunun yardımıyla tadını;  dokunma duyusu¬nun yardımı ile katı veya yumuşaklığını öğretmedir. Aynı şekilde onun  aklıyla ve diğer ruhsal yetileriyle koyunun tüm niteliklerini öğretmesi demektir.

Oysa meleklerin,  melekî yetilerinin dışında eşyayı algılayacak başka yetileri yoktur.  Allah meleklere,  "şunların ismini söyleyin eğer doğru sözlü iseniz"  dedi¬ğin de  onlar, Allah’ı takdis ederek,  acizliklerini itiraf etmiş¬ler ve Hz. Âdem’in halifeliğini kabul etmişlerdir. Böyle-ce Allah Teâlâ,  Hz. Âdem’in üstünlüğünü bilgiye da¬yandırmış ve bilenlerin bilmeyenlere olan üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Tıpkı,  inanmayanların bir benzerini ortaya koyamamalarından ötürü Kurânın,  Hz. Peygamber’in peygamberliğine kesin bir kanıt olu¬şu gibi,  Hz. Adem’e isimleri öğretmesi ve meleklerin de bu bilgiye eş bir bilgi ortaya koyamaması da Hz. Adem’in halifeliğinin ve meleklerden üstün oluşunun bir kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda onun halifeliğe yetenekli oluşunun da bir kanıtıdır.

Hz. Adem’in bu konumu,  Allah’ın ona kendi isim ve sıfatlarını öğret¬mesi ve celâl ve cemal sıfatlarının tecellisine uygun bir ayna kılması sebebiyledir. Böylece Allah,  Âdem’e,  kendi ahlakıyla ahlaklanmasını,  kendi sıfatlarıyla va¬sıflanmasını da öğretmiştir. İşte gerçek halifeliğin sırrı da budur. Çünkü ayna kendinde görüneni temsil eder. Dâye’ye göre "insan,  tıpkı ayna gibi Allah’ın sıfatla¬rından her bir sıfatı kabul eder. Zira Allah’ın sıfatla¬rından her biri de kuluna tecellî eder. Meselâ kul,  Allah’a yaklaştığında lütfü,  uzaklaştığında ise kahrı tecellî eder. Kul,  kötü huylarından arınıp da Allah’a yaklaştığında,  Allah ona affedicilikle tecellî eder. Böylece bu sı¬fat kulda da ortaya çıkar ve  kul  yeryüzünde affedicilikte Allah’ın halifesi olur. Şayet kul,  zulüm niteliğin¬den nefsini arındırarak Allah’a yaklaşırsa,  Allah da ona adl sıfatıyla tecellî eder,  dolayısıyla o kulda adalet ortaya çıkar ve yeryüzünde adaletle hükmetmede Allah’ın temsilcisi (halifesi) olur. Onun bütün sıfatlan da böyledir.

 

 

 Sonuç

İnsanın Allah’ın  halifesi olduğu düşüncesi, özünde  kazanılmış bir  statüyü değil, verilmiş bir statüyü  ifade eder.Ancak  böyle bir  statü,  cüz’i   irade sahibi bir  varlık olan  insanın  eylemleri açısından   sorun oluşturmaktadır. Zira her insanın  düşünce tarzı aynı olmadığı gibi, eylemleri de aynı değildir.  Bu nenle her insanın   halifelik   görevi de aynı   değildir.  Bu  sebeple bazı sufiler, halifeliğin   Hz. Adem’e ait olduğunu,  ondan da  insan-ı kamil  vasıtasıyla Hz. Muhammed’e    ulaştığını düşünürler. Bir kısım  sufi ise,  halifeliğin  Hz. Adem ve  zürriyetini  de  kapsadığı  kanaatindedirler.  İbn Arabi birincisine   N.Daye ise ikincisine  örnek olarak  verilebilir. Ancak  bütün insanların  halife   olduğu düşüncesinde olanların    insanın iradi eylemleri ile ilgili  sorunları çözmesi  de gerekmektedir. İşte N. Daye’nin   insanın Allah’ın halifesi olduğu  düşüncesine yaptığı yorumun  değeri  bu noktada  önem kazanmaktadır.  Çünkü onun yorumlarında  insanın merkeze alındığı ve insan iradesine  bağlı bir   yorum tarzı geliştirildiği  görülmektedir. O’nun  yorumlarındaki kategorik ayırımlar   bunu ifade eder.

N. Daye’nin yorumlarını değerlendirmeye geçmeden önce İnsanın Allah’ın halifesi olduğu düşüncesini, Kuran  bütünlüğünü  açısından  ele  alıp değerlendirdiğimizde   bu düşüncenin sorunlu olduğu görülmektedir. Zira Kurân’da yer alan bilgiler, asgari düzeyde  üç ana kavramla ilişkilidir.  Bu kavramlar  Allah, insan ve  kainattır.  İnsanın  muhatap olarak  merkezde yer aldığı  bilgilerde, insanın  Allah ile, insanın  diğer insanlar ile  ve insanın kainatla olan ilişkileri anlatılır ve bu ilişkilere yönelik ilkeler yer alır.  Bu ilişkide  insan, Rabb’ın kuludur,  ama aynı zamanda   yeryüzünün de  halifedir. Bir başka ifade ile insan,  Allah karşında kul, hemcinsi karşında insan, varlık kar¬şında  halifedir.  Kul sözcüğü, bireyin Allah karşısın¬daki konumunu; insan sözcüğü, bireyin  diğer bireye karşı  konumunu  ve sosyal bir varlık oluşunu; halife sözcüğü ise, doğal çevre yani kainat karşısındaki konumunu tanımlar. Ayrıca Kuran, insanın  her   konumu ile alakalı   sorumlulukları olduğunu da  beyan eder. Bu so¬rumluluklar, Allah'a karşı kulluk; bireye veya topluma karşı insanlık; doğal çevreye yani kâinata karşı ise halifeliktir. Bu nedenle her  insan,sadece  halifelikle  sorumlu değil, aynı zamanda kulluk ve insanlıkla  da  sorumludur.  Nitekim bir kısım insanların, iyi kul olduğu halde  iyi  insan veya iyi insan oldukları halde iyi kul olamayışlarının  sebebi de bu sorumluluklarını  ölçülü ve  dengeli  bir biçimde    yerine  getirememiş olmalarındandır.

  Kuran, insan-Allah ilişkisinin temelini yani ana unsurunun  kulluk olduğunu   açıklar. Nitekim kulluğun  kurallı  boyutunu   ibadetlerin, kuralsız boyutunu ise  duanın  sembolize  ettiği  bilinen ve yaşanan bir  olgudur.

 İnsan  sözcüğü ise  kavramsal olarak bireyin toplum içindeki konumunu ifade eder. Alışmak, yadırgamamak, sevinmek, cana yakın olmak ve yalnızlığını gidermek anlamları¬na gelen insan kavramı,  onun sosyal bir varlık oluşunu, beşer sözcüğü ise, cildin sathı, dış deri ve yerin üzerindeki yeşil¬lik anlamlarını içerdiğinden bireyin biyolojik ve fizyolojik varlı¬ğını tanımlar.   Nitekim  Kuran’da Hz. Adem’in yaratılışı beşer "   sözcüğü  ile  anlatılmış,   sonra  da onun  yeryüzüne halife  yapacağı  açıklanmıştır.

Kuran’a göre kâinat, kendisinden yararlanmak üzere insa¬nın hizmetine sunulmuş ve ona emanet edilmiş bir varlıktır. İnsan, evren karşında sorumlu bir varlık olarak, onun sırlarını,  düzeni ile ilgili kanunlarını keşfetmek, açıklamak ve hizmetinde kullanmakla yükümlüdür.  Nitekim insanın, evreni/doğal çevresini tanıma, keşfetme, bilgilenme, araştırma, koruma, hizmetinde kullanma, yeryüzünü imar etme, yönetme ve bunu gelecek nesillere miras bırakma gibi sorumlulukları   vardır.

 Bakara suresi  30. ayette geçen  halife  sözcüğü ile Yunus Suresinin   14. ayetteki çoğul kullanımı olan halifeler  sözcüğünü  bu  bağlamda    anlamak  gerekir. Çünkü her iki ayette de  halifelik açık bir şekilde yeryüzüne/ard  izafe edilmekte, Allah'a izafe  edilmemektedir.  Olgusal olarak  da  durum böyledir.  İnsanlar, yeryüzünde  yaşamakta, orayı imar etmekte , kendi adına iş yapmakta ve  bundan dolayı da  eylemlerinden sorumlu  olmaktadır. Bu açıdan  insanın  Allah’ın halifesi olması   ve O’nun adına  iş yapması  olgusal olarak  da mümkün gözükmemektedir. Zira  meleklerin  sözlerinde  yer aldığı gibi reel hayatta da  aynen  yaşanan,  yeryüzünde kargaşalık çıkaran ve  kan döken bir varlık,  Allah'ın  nasıl yeryüzündeki temsilcisi olabilir?  Ayrıca belli  alanlarda isteklerini gerçekleştirme ve  tercihte bulunma yeteneğine sahip olan  insan gerçeği ile    onun "halifetullah"  oluşu  nasıl uzlaşabilir?

  Bu nedenle   söz konusu ayeti, Kuranın bilgi  bütünlüğü  içindeki  yerine göre  yorumlamak daha  doğru  bir anlama yöntemi olacaktır. Kuranın  kriter olması da  ancak  böyle olur.  Çünkü böyle  bir yaklaşım,  kriterlerin  ideolojik düşünce  tarzlarına  göre değil de  Kuran’a göre  oluşturulmasını  sağlar. Kuran’ın  bu konudaki kriteri ise, Allah adına iş yapmak değil, Allah için iş yapmaktır.  Çünkü Kuranda Allah’ın  insana kendi adına iş yapma yetkisi verdiğine ilişkin  delaleti açık bir ayet  mevcut değildir.  Bilakis  Allah için iş yapmayı ve  Allah’ın rızasının  hedeflenmesini    ifade eden  pek çok ayet  mevcuttur.  Bu nedenle  ileri sürülen görüşler,  ön yargıya  dayalı  düşüncelerdir. İnsanın  Allah’ın   halifesi olması  düşüncesi de  bu kategoriye dahildir ve Kuran  bütünlüğü  ve metodolojik anlama yöntemi açısından  sorunlu  gözükmektedir.   Zira  bu yorumda Allah tarafından  verilmeyen    bir statünün  insana verilerek  ayet merkezli  yorumlarla  desteklemesi  söz konusudur. Kuran’ın açık ifadesi  insanın,  halifetullah  değil,  ibadu’r rahman/ rahmanın kulları olduğu yönündedir.

İnsanın Allahın halifesi olduğu  düşüncesini ve bunun düşünce üzerine  yapılan  tartışmaları  bir tarafa  bırakıp da  sadece N. Daye’nin bu düşünde  üzerinden  yaptığı yorumları   ele alıp değerlendirdiğimizde  bu yorumların,  verilmiş bir statüye  kazanılmış bir statü  sağlamak amacına yönelik olduğu görülmektedir. Yorumlarının genel  muhtevasından bunu  anlayabiliyoruz.

 Bu nedenle  N. Daye’nin,  insanın  kazanılmış bir statüye sahip olmasına yönelik   bu yorumu,  devrindeki insanlara  olduğu kadar, günümüzdeki insanlara da  önemli  mesajlar  vermektedir. Bu mesajlar  arasında insan iradesine  ve sorumluluğuna dikkat çekmesi,  sadece kimliğe değil, kimlikle  birlikte   kişilik özelliklerine yer vermesi ve kişiliği öncelemesi şüphesiz  en önemlileridir. Özellikle   kimliği önceleyen  ve sorumluluklarından   kaçmaya çalışan   günümüz insanı için      bu mesajlar,  büyük önem arz etmektedir.

 Bilindiği gibi kim sorusunun  cevabı kimliğimizi, nasıl sorusunun cevabı ise   kişiliğimizi  tanımlar. Bu bağlamda insan sözcüğü  kimliğimizi,  nasıl insan sorusunun  cevapları da  kişiliğimizi ifade eder.  Bu  tanımadan hareketle  diyebiliriz ki, insan  olarak  doğmamız   şüphesiz   önemlidir, ama   nasıl bir insan olduğumuz çok  daha  önemlidir.  Çünkü kimlik, ancak   kişilik özellikleri ile    bir   değer ifade eder. Kişiliksiz bir kimlik ise  (bazı kimlikler hariç) bir değer ifade etmez.    Çünkü insanı suç veya günah  işlemekten alıkoyan , insanın kimliği değil,   kişiliğidir.  N.Daye’nin  yorumları işte   bu açıdan önem arz etmektedir.

 Ne demek istediğimizi  bir  örnekle  ifade  edecek olursak, suç veya günah işlemekten sakınma  tavrı demek olan “takva” bir  kimlik değil, kişilik özelliğidir. Bu nedenle insanın  kişiliği, kimliğinden öte  bir  öneme  haizdir.   Kişiliği  olmayan  bir insanın, sureta insan olmasının da bir önemi  yoktur.   Zira insan olarak  doğmak  başka,   insan olmak  daha başkadır.   İnsan olarak doğmada insanın iradesi  yoktur,  ama insan olmasında    mutlaka    iradesi vardır.  Bu nedenle insan  sözcüğü,  verilmiş  bir kimliği ifade ettiği halde, insan olma kazanılmış bir kişiliği   ifade eder.   İnsanı değerli kılan  da  ondaki   bu “ insan olma”  niteliğidir.   Bu nedenle Kuran’ın  vurgusu  da kimlikten ziyade,   kişiliğe yöneliktir.  Nasıl  bir mümin, nasıl bir kul ve nasıl bir insan olunması gerektiğine  yönelik Kuranda yer alan  bilgilerin tümü,   kişilikle ilgili bilgilerdir.  Mesela  duamız olmasaydı Allah katında bir değerimizin olmadığını  ifade eden   ayet   ile  üstünlüğün  ancak takvada  olduğunu  ifade eden   ayette olduğu gibi.

 Sonuç olarak  N.Daye’nin yorumlardan  günümüz insanı için  çıkartacağımız mesaj şudur: Yüce yaratıcının  insanı, insan olarak  yaratması  hiç  şüphesiz onun için   bir  onurdur ama     insanın da  kendisine bahşedilen  bu onura layık olacak  davranışlarda  bulunması  ve onu hak etmesi/kazanması  gerekmektedir.  Bunun için de insan,  fıtri yetilerini   şerde değil  hayırda ve  Yüce Yaratıcının  arzu ettiği istikamette kullanmalıdır.   Bir başka ifade ile  insan, sadece insan kimliği ile yetinmemeli, aynı zamanda  insan kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine de sahip olmalıdır.  Bu da  ancak  doğru tercihlere dayalı bir çaba  ve  sağlam bir  irade  ile mümkündür. 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com