Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KURAN-BİLİM İLİŞKİSİ

 

 

 

Prof. Dr. Celal Kırca

 

                                                                                 “Bilimin azı Tanrıdan uzaklaştırır,

                                                                                                   ama çoğu Ona götürür”

 

L. Pasteur

  Giriş:

 

    Kuranı anlama ve yorumlamaya ilişkin tarihi süreç içinde oluşan ve gelişen  pek çok tefsir ekolünün   bulunduğu ve   bu ekoller arasında en şiddetli eleştirilere,  geçmişte sofi tefsir ekolünün,   günümüzde ise  bilimsel tefsir ekolünün muhatap  olduğu   hepimizin malumudur.   Sofi tefsir ekolüne yapılan eleştirilerin şiddeti, günümüzde  büyük oranda azalmış olsa da; din- bilim ilişkisi  veya Kuran- bilim ilişkisi söz konusu olduğunda,  bu ilişkiyi açıklayan  bilimsel tefsir ekolüne  yapılan eleştirilerin şiddetinde, henüz  bir azalmanın  olmadığı  ve  yapılan  eleştirilerin  genellikle   tez   veya   antiteze dayalı bir münazara üslubu ile yapıldığı  görülmektedir. Öncelikle böyle bir münazara yöntemi ile yapılan eleştirileri bilimsel anlayışa ve “doğruyu bulma ve yakalama” adına uygun bulmadığımı ifade etmek isterim. Zira kategorik bir yaklaşımla toptan bir ekole karşı olma  veya  toptan  savunma yerine, yapılan yorumların   analiz edilerek  değerlendirilmesinin  daha doğru ve daha isabetli bir  yaklaşım tarzı  olduğunu  düşünüyorum. Amacım, bir bilim adamı haysiyeti ile doğruyu bulma çabası içinde var olanı ortaya koymaktır. Bunun içinde konuyu ele alırken uygulayacağım yöntem; konu ile ilgili ana sözcüklerin kavramsal ve terimsel tanımlarını yapmak, var olanı tespit etmek, değerlendirmek ve sistematik bir düşünce içinde sunmak  şeklinde olacaktır.

TDK lügatinde bilgi, “öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile  elde edilen gerçek, malumat” ; bilim ise, “ evrenin  veya olayların bir bölümünün konu olarak seçen deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten  yararlanarak  sonuç çıkarmaya çalışan  düzenli bilgi”  olarak tanımlanır. Bedia Akarsu ise  Felsefe Terimleri  Sözlüğünde bilgiyi,  “bilme  edimi, bilinen şey, bilme edimi  sonunda ulaşılan şey” ; olarak tanımlarken; bilimi, “a)temellendirilmiş bilme, b)belli bir konuyu bilme  isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe  yönelen bir bilgi edinme  ve yöntemli araştırma süreci, c) genel geçerlik ve zorunlu kesinlik  niteliklerini gösteren  yöntemli ve  dizgesel bilgi , d) belirli bir nesne alanı  ile ilgili soru, yargı ve bunlarla ilgili araştırmaların nesnel bağlamı”  olarak tanımlar.

  Akarsu’ya göre bilimlerin sınıflandırılması çeşitli açılardan yapılabilir. Bilimler, ereğe (amaç, gaye, maksat) göre, konusuna göre, bilgi kaynaklarına göre   (deneysel ve önsel bilimler), yöntem ve alanına göre (açıklamacı ve anlamacı bilimler) bir tasnife tabi tutulabilirse de bunların  hiç birinin  kesin  bir geçerliliği yoktur.

Bilgi ve bilim konusunda yapılan tanımları ve  yapılan tanımların farklı  versiyonları için, Cemal Yıldırım’ın   “Bilim Felsefesi”   ile Imre  Lakatos ve Alan  Musgrave’nin  birlikte  hazırladıkları  ve içeriğinde  Kuhn ve  Popper’ın görüşlerine de yer verilen “ Bilginin Gelişimi ve Bilginin  Gelişimi ile  İlgili Teorilerin  Eleştirisi”  ve Doğan Özlem’in” Felsefe ve Doğa Bilimleri”  adlı   kitaplarını  önerebilirim.

     Bilim, bilindiği üzere, olgusal, mantıksal, genelleyici, seçici ve değişken sistematik bilgilerdir. Her bilim dalı, kendi alanına giren olguları tespit eder  ve  açıklar ve  tasvir eder. Bilim, nesnelerle ve olgularla tikel olarak (parça parça) uğraşır.  Bunları parçalayıp ayrı ayrı  konu edinir.  Bu nedenle de doğru bilgi,  ideal  bilimlerde, (mantık ve matematikte )  mantık kuralları ve matematik  yasaları ile, Doğa bilimlerinde,  nedenselliğe dayanan  doğa yasaları ile, Dini ve tarih  bilimlerinde ise, belgelere dayanan  açıklamalar ve anlama  yöntemleri  ile   elde edilmeye çalışılır

           Felsefe, bilimlerin parçalayarak ele aldığı nesneleri veya olguları, bütünüyle evren ve varlık olarak ele alır ve tüme açıklamalar yapmaya çalışırken,  evreni ve varlığı parça parça değil, bütünsel olarak  kavramak ve bilmek ister. Genel anlamda bilimin de, felsefenin de amacı, insan hayatını ve dünyayı anlamak şeklinde özetlenebilir.

 Kuran da insanı ve insan hayatını hedef alır, özellikle insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine yönelik bilgiler verir,  bu ilişkilere yönelik ilkeler ve kurallar getirir.  Bu yönüyle Kuranın amacının da bilimin ve felsefenin amacından çok farklı olmadığı, hatta belli oranda  kesiştiği ve  benzerlik  gösterdiği  söylenebilir. Zira bilim, felsefe ve Kuran arasındaki belirleyici fark, amaç farlılığından ziyade yöntem, dil ve kaynak farklılığından kaynaklanır.  Bu nedenle Kuran- bilim ilişkisi konusunu;

1.  Kurana yaklaşımlar,

2.  Kuranın neliği ve içeriği açılarından ele alarak açıklamak istiyorum.

    1. Kurana Yaklaşımlar Açısından Kuran- Bilim İlişkisi

    Kuran-bilim ilişkisi, aslında giriş kısmında da belirttiğim gibi sorunlu bir konudur ve bu ilişkiye yönelik sorunsallık,  kökü çok eskilere dayanan bir olgudur. Özellikle sanayi devrimiyle birlikte oluşan yeni bilim anlayışına bağlı bilimsel bilgi ile bazı Kuran ayetleri arasında ilişki kurularak yorum yapılması,  bu sorunu daha da derinleştirmiştir. Nitekim Kuran-bilim ilişkisini, Din ve bilim ilişkisi bağlamında ele aldığımızda şu beş farklı yaklaşım tarzının olabileceğini var sayabiliriz: Bunlar;

1. Kuran  ve  bilim aynıdır ve  konuları ortaktır.

2. Kuran, bilimin bütün konularını kuşatmaktadır.

3. Bilim, Kuranın bütün konularını kuşatmaktadır

4. Kuran ve bilim ayrıdır ve ayrı iki kompartımandır, ikisi arasında hiçbir ortak nokta yoktur.

5.Bilim vakaları, din ise değerleri bildirir. İkisi de ayrı planda iki hakikat sahasıdır.

6. Kuran ile bilim ayrı ayrı iki farklı alanda yer alsalar da, Kuranın muhtevasındaki bazı bilgilerle, bilimsel veriler arsında  bir ilişki  mevcuttur ve Kuranla- bilim arasında bütün alanlarda  olmasa da bazı  alanlarda   konu  birlikteliği bulunmaktadır .

 Kuranla bilim arasında bir ilişkinin ve bazı alanlarda konu birlikteliği bulunduğunu kabul eden  anlayış ile  Kuran ve bilimin iki ayrı kompartıman olduğunu ve aralarında hiçbir ilişkinin bulunmadığını  kabul eden  anlayış hariç;  birinci, ikinci ve üçüncü maddelerde yer alan   anlayışların İslam aleminde  ne  ciddi bir   temsilcisi ne   de  bilimsel   ve  Kurani  bir  temeli  mevcuttur.

    Kuran ile bilim ayrı ayrı iki alan olsa da, yine de bazı ortak noktaları vardır, yani her ikisinde de ele alınan konular arasında bazı ortak alanlar ve bilgiler mevcuttur, yaklaşımının, mazide Gazali,  Razi,  İbn Rüşd  vb. bilim adamları tarafından, son dönemde ise  Tantavi,  Gazi Ahmet Muhtar Paşa  ve Süleyman Ateş  vb.  din adamları  tarafından temsil edildiği  söylenebilir. Batıda ise  Karl Opitz tarafından yazılan ve Ferudun Naziz Uzluk tarafından tercüme edilen  “Kuran’da Tababet” (Dei Medizin im Koran) adlı eser  ile Maurice Bucaille’in yazdığı Kitab-ı Mukaddes Kuran ve Bilim   adlı eseri örnek olarak verilebilir. Ancak din bilim ilişkisi açısından konuya yaklaşıldığında, İslamiyet’te görülen bu durumun, Hıristiyanlıkla böyle olmadığı da bir gerçektir.

 Zira reform ve Rönesans öncesinde kilisenin “dinin, bilimin bütün konularını kuşattığı” anlayışında olduğu bilinen bir husustur. Buna karşılık reaktif bir düşünce olarak tanımlayabileceğimiz aydınlanmacı anlayışın özellikle pozitivist felsefenin, dine gerek olmadığı,  bilimin dinin işlevini yerine getirdiği iddiasında bulunduğu da hepimizin malumudur. Hıristiyanlığı temsil eden kilise ile bilim adamları arasındaki din- bilim kavgası,  Batıda olduğu şekli ile İslam âleminde Tanzimat’a gelinceye kadar etkin olarak görülmez. Tanzimat sonrasında ise Batıda görülen din- bilim kavgasının, hem nicelik hem de nitelik farklı olsa da İslam âleminde İslam-bilim kavgasına dönüştürüldüğü görülmektedir. Ancak bu kavganın, Batının etkisinde kalan aydınlarla  “Dini” düşünce sisteminin merkezine koyan ilim adamları arasında cereyan ettiğini de hatırlatmakta yarar vardır.  Nitekim Ahmet Mithat Efendi’nin Türkçeye çevirdiği, Draper’in dört ciltlik “Niza-i İlim ve Din”  adlı kitabı ile Adnan Adıvar’ın  “Bilim ve Din”  adlı kitabı, bilim ve din kavgasını yansıtan; İbn Rüşd’ün “Faslu’l Makal an Minhaci’l Edille”;  Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi  ve Necip Taylan’ın “İlim-Din İlişkileri Sahaları Sınırları”  adlı.”eserleri ise din bilim uygunluğunu ve uzlaşmasını yansıtan örnekler arasında sayılabilir.

Mesela Draper, Niza-i İlim ve Din adlı eserinde Hıristiyanlık  ile  bilim arasındaki meydana gelen  kavgayı, dört  ana gurupta toplar ve bunların;  “Tekvin”nin  yani yaradılışın Hz. İsa’ya  çok yakın  olması; yaradılışın  her biri yirmi dört saat olan altı günde tamam olması; Tufanın umumi olması  ve Hz. Adem  masum yaratılmasına rağmen  bir hatası yüzünden   bunun cezasını bütün  nesline  intikal etmesi konularında  olduğunu söyler.

  Bertrant  Russel  ise;   “Bilim ve Din” adlı eserinde;  Amerika  kıtası keşfedilip de orada hem eski kıtadaki hayvanların  hem de yeni hayvanların olduğu görülünce, eski kıtadaki   hayvanların buraya nasıl geldiği  konusunun  tartışmalara sebep olduğunu; ve  bu konuda çeşitli teorilerin ileri sürüldüğünü,  bu  teoriler arasında  bu hayvanların  gemiciler tarafından   buraya getirilmiş olabileceği görüşünün de  bulunduğunu  bu  görüşe karşı  Peru’lu Cizvit papazı Jode  De  Acosta’nın “İnsanların  bu kadar uzak  bir yolculukta  tilkileri Peru’ya  götürmek zahmetinde  katlandıklarını kim düşünebilir? Hele bugüne kadar gördüklerimin en iğrenci olan Acias türünü? Tilkileri bırakın, aslanları ve kaplanları götürme sıkıntısına niçin katlanmış olsunlar? Doğrusu bu üzerinde düşünülmeye değil, kahkaha ile gülmeye değer bir görüştür”  dediğini nakleder.

      Kuran ve Bilim ilişkisine kompartımancı bir yaklaşımda içinde olanlar,  bilim ile din arasında tam bir farklılık, ayrılık, bölümleşme veya kompartımanlaşma olduğunu var sayarlar.  Onlara göre, bilim ile din, alanları, yöntemleri ve amaçlan itibariyle birbirinden tamamen farklıdır. Bu anlayışta olanların iki farklı  kulvarda oldukları görülür. Bunlardan birinci kulvarda olanlar, bilimin ilgilendiği konuları, “Kuranın doğrudan ilgilenmediği, ya da Kuranın nüzul döneminde söz konusu olmayan olay ve olgular olarak görürler. Onlara göre “Bugün Astronomi ve  Tıp  bilimlerinin  araştırma alanına dahil edilebilecek kimi değiniler,  bilimsel  veya bilgisel  katkı amaçlı  atıflar değil Allah’ın kudret ve azametini vurgulayan  dini amaçlı atıflardır”.  Zira bilimsel bilgiler neticede deney, gözlem, açıklama, betimleme, analoji, endüksiyon, dedüksiyon,  analiz ve sentez yöntemleri ile elde edilen bilgilerdir Bu görüşte olanlar, genelde ahlaki normları merkeze alıp, hukuki formları tarihsel sayan tarihselcilerle, sosyolojik tefsir ekolünü benimseyen bazı bilim adamlarıdır İkinci kulvarda olanlar ise, Kuran ve bilim bir birinden ayrıdır, ama Kuranın verdiği bazı bilgilerle bilimsel bilgiler arasında uzlaşma değil bir  çatışma vardır ve hatta Kuranda bir takım  bilim dışı bilgiler yer almaktadır.   Öyle görülüyor ki bu  ve benzeri  anlayışta olanlar, Kuran- bilim ilişkisini ele almayı ve yorumunu, Tanrıyı laboratuara sokmak olarak  algılıyorlar. Bu duruş, Jean Guıtton’un Tanrı ve Bilim adlı kitabında  dile getirdiği  “Tanrı ve bilim de birbirlerinden  öyle değişik iki  dünyaya aitmiş gibi görünüyorlar ki hiç kimse  bunları yaklaştırmak  riskini göze almayı  düşünmüyor”  sözüne  adete hak verdirtiyor.

Einstein ise yazdığı “ İlim ve Din” adlı makalesinde şunları söylemektedir:

“İlim bize yalnız olanların birbirine nasıl bağlı olduklarını ve birbirini kendi şartları altında nasıl bulundurduklarını gösterir.  Olması gerekeni öğretmez. Hedefi din tayin eder  .Fakat hangi vasıtalara başvurulması gerektiğini en geniş anlamda  insan ilimden öğrenir.İlim ha hem  hakikatı tamamıyla bilmek  isteyenler tarafından   kurulabilir.Fakat bu duygunun da kaynağı dindir. Bu derin imana sahip olmayan bir alim tasavvur etmiyorum. Durumu şöyle ifade etmek mümkündür. Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.”

Kuran-bilim ilişkisine yönelik yaklaşım tarzlarından, Kuran ile bilim arasında bazı ortak noktaların bulunduğunu savunanlar ve bu ortak noktalara ilişkin ayeti veya ayetleri bilimsel verilerle irtibatlandırarak   yorumlayanlar; Kuranın bir hidayet kitabı olduğu,  bu nedenle onda hidayete yönelik  beyyinelerin  bulunduğu,  bu beyyineler  arasında insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerin yönelik bilgilerin yer aldığı, bunlar arasında insan-Allah ilişkisi ile insan-insan ilişkisine yönelik bilgilerin amaç,  insan-evren ilişkisine yönelik bilgilerin ise araç bilgiler olduğu,  bu araç bilgilerin bilimsel bilgilerle olan uyumunu göstermek için yapılan açıklamaların,  “Din”denmiş gibi algılamasının yanlış olduğu,  bunun yerine bu yorumların  “Din”e uyguluğu açısından ele alınması gerektiği bu nedenle de yapılan yorumların din değil ancak dini yani dine uygun olma anlamında olabileceği ve bunun da imana zarar getirmesinin söz konusu olmadığı kanaatindedirler.

          Kuran bilim ilişkisindeki temel sorun, kanaatimce bu yaklaşım tarzından ziyade, Kurandan bilimsel bilgilerin çıkartılması ile ilgili yaklaşım tarzında odaklanmaktadır. Buradaki sorun Fıkıhta delaleti zanni olan hükümlerin Kurandan çıkartılması anlamında kullanılan  “istinbat”  terminolojisinin, bazı müfessirler tarafından bilimsel bilgilerin de Kurandan çıkartılması anlamında da kullanmış olmalarından kaynaklandığı söylenebilir.  Böyle bir yaklaşıma karşı haklı olarak “Kuranda vardı da Batılı bilim adamları bunları bulmadan önce neden İslam âlimleri onları keşfetmedi? “sorusu sorulmaktadır? Oysa bilimsel yorumun amacı, Kurandan bilimsel icatlar çıkartmak değil, bilimsel verilerle Kuran ayetleri arasında var sayılan uyumu ve ilişkiyi  açıklamaya  çalışmaktır.  Bu nedenle bilimsel tefsir, “bilimsel verilerle ayetlerin delaletleri arasındaki uyumu araştıran ve açıklamaya çalışan tefsir” olarak tanımlanmalıdır.

İster Kuranla bilimin farklı olduğunu savunan kompartımancı yaklaşımlar olsun,  ister Kuran ve bilimin arasında bazı alansal ve bilgisel birlikteliklerin bulunduğunu savunan “Bilimsel Tefsir”ci yaklaşımlar olsun, neticede her iki yaklaşımın ayrışmasına sebep olan son nokta, Kuran tasavvurlarında, mantık anlayışlarında, Kuranı anlamada kullanılan yöntemlerinin farklılığında ve yapılanı tanımlama sorularında odaklanmaktadır.  Neticede yorumcunun, bu konularda ön yargılı, kalıp yargılı veya bir paradigmaya sahip olup olmamasına göre Kuran- bilim ilişkisine yaklaşımı,  ya kompartımancı  olmakta ya da Kuranla bilim arasında kısmen de olsa bir birlikteliğin bulunduğu yöne doğru  kaymaktadır Bir başka ifadeyle  bu  yaklaşım farklılığı,  Kuranın  muhtevası içinde yer alan  bazı kevni veya bilimle ilgili olduğu var sayılan  ayetlerin, bilimsel verilerlerle yorumlanıp yorumlanamayacağı konusundaki düşünce farklılığından kaynaklandığı görülmektedir.

Doğru diye tanımladığımız bilgi, aslında objelerine uygun olan bilgidir. Bilimsel veriler, objelerine uygunluğu açısından bilim anlayışlarına göre değişme potansiyeline de sahiptir.  Bu nedenle bilimsel bilgiler mutlak ve kesin bilgiler değildirler. Pozitif bilim anlayışı ile Einstein’in “rölatif” bilim anlayışı farklı olduğu gibi, Karl Popper’ın “doğruluğu yanlışlanabilen” bilgi anlayışı da farklıdır. Yine pozitivist ve determinist bilim anlayışı ile indeterminist bilim anlayışı da bir değildir. Nitekim tarih felsefesine ilişkin bir anlayış; tarihi, doğrusal bir ilerleme çizgisi olarak tasavvur edip, akıl dışılıktan akıl çağına girildiğini iddia ederken, diğer anlayış bunun tam tersini söyler ve tarihin döngüsel olduğunu iddia eder Oysa olgusal olarak bakıldığında tarihin, inişli çıkışlı bir çizgi takip ettiği görülür. Nitekim Kur’an’ın da olguya/tarihe bakışı da bu yöndedir.   Bu nedenle her çağın kendine göre akla uygun ve akıl dışı olguları vardır. Bununla birlikte dünyanın  yuvarlak oluşu, dönüşü, yörüngesi, ana rahminde çoğun teşekkül  edişi ve safhaları gibi  değişmesi  öngörülmeyen  bilgilerin de  bulunduğunu    göz ardı etmemek ve  yapılan  yorumlarda ve değerlendirmelerde    bu  hususu  da  dikkate  almak  gerekir.

2. Kuranın Neliği ve İçeriği Açısından Kuran Bilim İlişkisi

Kuran nedir?  bilim nedir?  Aralarında bir ilişki var mıdır?  Yok mudur?  Varsa bu ilişkinin niteliği nedir? Şayet her hangi bir ilişki yoksa,  ilişkinin bulunduğunu söyleyenler, spekülatif bir işle mi meşgul olmaktadırlar? Bu benzeri soruların doğru cevaplarını bulabilmek için önce Kuran nedir, ne değildir  sorusuna  cevap aramamız ve bu konudaki Kuran tasavvurumuzu  netleştirmemiz  gerekmektedir

Kuran nedir?  Sorusunun en basitinden iki cevabı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Kuran bir inanç objesi oluşu, ikincisi ise, O’nun bir bilgi objesi oluşudur. İnanç objesi oluşu Onun Tanrı sözü olduğu ve ondan geldiğini kabul etmedir.   Bilgi objesi oluşu ise, insanın merkeze alındığı ve insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine yönelik bilgileri veya ilkeleri içermiş olmasıdır Kuranın amacı insanı bilgilendirmek ve ona yaşadığı hayatta kılavuzluk etmektir.”Hüden linnas”  ifadesinin anlamı budur. Kuran insanı ve insan hayatını hedeflediği için verdiği bilgilerde insana ve insan hayatının tümüne yöneliktir. Bu nedenle parçacı değil, kuşatıcıdır. İnsan hayatının her alanını kuşatacak niteliktedir.

Kur’an, insan hayatına yöneliktir ve onun hayatını ilgilendiren konuları içermektedir. Ancak bu kutsal kitabın pasajlarında, indirildiği dönemin kavramları kullanılarak insanlarla iletişim kurulmuştur. İndirildiği dönemde yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılayan ve o ihtiyaçlara çözüm öneren bu kutsal metinler, daha sonraki nesillerin de ihtiyaçlarını karşılama iddiasındadır. Bu sebeple indirildiği dönemdeki insanların göremedikleri şeyleri, daha sonra görebilecek insanlara aynı kalıp, aynı söylem ve aynı dil içinde anlatmak zorundadır. Bunun için Kur'ân pasajları, sadece zahirî anlamlarıyla kavramakla kalınmaz, aynı zamanda yorumlanmasını da gerekli kılar. Zira Kur'an indirildiği o çağda yeryüzünün güneşin etrafında dönüyor oluşunu açıkça söylemiş olsaydı bu içerik ilk muhatapları için inanılmaz bir şey olur ve inkârcılara Kuran'ı reddetmek için ekstra bir gerekçe verilmiş olurdu. Kur'ân, böyle bir söylemi tercih etmeyerek onlara ve daha sonra gelecek olanlara da ters gelmiyecek bir ifade biçimi ile konuyu zikretmiş hiç kimse, kendi dönemi için bu Kur'ân ifadelerinde ki içeriği reddetmemiştir. Tam aksine herkes kendi dönemine uygun gelebilecek bir anlamı bu pasajlardan rahatlıkla çıkartabilmiştir. Bunun anlamı, Kutsal Kur'ân metinlerinin, okuyanlar tarafından anlaşılması ve içeriklerinin açıklanmasının gerekli olduğudur. Zira pek çok soyut kavramın lugat anlamının yanında ikincil ve üçüncül anlamları mevcuttur. Müfessirin görevi de bu kavramları kendi yöntemine göre açıklamak yani farklı anlamlardan birini tercih ederek ilgili metnin anlamını ortaya koymaktır. Bunu bir analoji ile açıklamak gerekirse, Kur'ân'la müfesir ilişkisi, boya ile ressam ilişkisi gibidir. Boya olmadan resim yapılamadığı gibi, ressam da tamamen boyaya bağlı değildir. Bir başka deyişle boyanın resmi ifade ettiğini tam olarak söyleyemeyiz. Çünkü resim, boyaya bağlı olsa da boyadan farklı bir nesnedir. Kur'ân'ı müfessir açıklasa da, açıklanan şey (Yorum/Tefsir) Kur'ân değildir. Müfessir Kur'ân'a bağlıdır, lakin yorum Kur'ân'dan  farklı bir şeydir.

Kuran- bilim ilişkisini ve bu ilişkinin ne olduğunu anlamak için, öncelikle Kuranın tanınması ve  O’nda yer alan konuların ve bu konularla ilgili olarak verilen bilgilerin  tespit edilmesi  gerekir. Her hangi bir sistematik bakış açısına bağlı kalmaksızın, sadece konularını tespit etmek amacıyla Kuranı incelediğimizde dahi, O’nda şu konuların veya bilgilerin yer aldığını görülür: Kuran ve Kuran ile ilgili bilgiler, Allah ve Allahın sıfatları, yaradılış ve yaradılış ile ilgili bazı bilgiler, dünya ve âhiret hayatı ve bunlara yönelik bilgiler, peygamberlik ve peygamberler ile alakalı bilgiler, iman ve iman esasları, ibadet ve çeşitler hakkında bilgi, salih amel, inanç kimlikleri ve kişilik özellikleri, bireysel ve sosyal  ahlak kuralları veya bireysel ve toplumsal ahlaki değerler, günah ve çeşitleri, aile ve toplum bilgileri, ekonomi ve buna yönelik  bilgiler, hukuk ve hu kukla ilgili konular, olumlu ve olumsuz insan davranışlarına  yönelik  bilgiler, sosyal, sağlık ve fen bilimlerinin bazı konuları ile alakalı bilgiler (tıp, biyoloji, sosyoloji, psikoloji, astronomi v.s), beslenme, temizlik, sosyal ve doğal  çevreye ilişkin bazı bilgiler O’nda yer alan bilgilerdir.

 Günümüzdeki bilim sınıflandırma sına göre, sosyal bilimlerin dışında kalan, fen ve sağlık bilimleri ile ilgili olduğunu var saydığımız Kurani bilgilerin, genelde gözlem ve tecrübeye dayalı bilgiler olduğunu, pek tabii olarak çağımızın bilim anlayışına uygun deney sonucu elde edilen bilgiler nevinden olmadığını, bununla birlikte, deney sonucu elde edilen bilgilerle de uyum içinde olduğu gözlemlenmektedir. Ancak içinde bilimsel bilgilerin ifade edildiği söylenen bazı ayetlerin, müfessirin yaşadığı çağdaki bilimsel anlayışı ile yorumlaması sonucu bazı anlama ve yorum hatalarının ortaya çıktığı, fakat bunların o ayetlerin içeriklerinden değil, yorumcunun bilimsel anlayışından kaynaklandığı gözlemlenmektedir.

Nitekim kainatın yaratılışı, rüzgarların yağmurun öncüsü oluşu, güneş ve ay ışıkları ve yörüngeleri, kainattaki denge, evrenin genişlemesi gibi kozmolojik, hava basıncı, eşyanın çift oluşu gibi fiziki, suyun hayat kaynağı oluşu, rüzgarın aşılayıcı rolü ve soya çekim gibi biyolojik, döllenme, ceninin merhaleleri, çocuğun cinsiyeti, ve kürtaj gibi jinekolojik, koruyucu hekimlik, hijyen ve beslenme gibi tıbbi bilgilerin, araç değer olarak Kuranda yer aldığı görülür.  Mesela Gazi Ahmet Muhtar paşa, 1916 yılında yayınladığı “ Serairu’l Kuran” adlı eserinde,  kozmoloji bilimi ile ilgili bulduğu yetmişe yakın ayetten söz eder. Aynı şekilde bir doktor olan Karl Opıtz, “ Kuranda Tababet” adlı eserinde Kuran Tıp ilişkisini, tıpla ilgili, hıfzısıhha (hijyen)ile ilgili ve sağlık yasaları ile ilgili olarak üç bölümde  ele alır  ve insanın  gelişmesi, embriyo, zürriyet, gebelik, emzirme, ömür  v.b. konulara temas eder.

Hiç şüphesiz Kuranda yer alan bu bilgiler; bilimsel formüller ve terimler kullanılarak anlatılmaz, Kuran dili ile sunulur.  Onda var olan bilimsel formüller değil, hayatın bilgileridir. Hayatın her alanına ilişkin bize rehberlik edecek olan bu bilgiler, Kuran bütünlüğü içinde bir ya da belli ayet grupları içinde yer alır.  İnsanın huzur ve mutluluğu için prensipler getiren ve bilgiler sunan bu ilahi mesajın; farklı zaman ve mekanlar içinde yaşayan insanların bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevası içine alması ve her maddeye ayrıntılı bir biçimde çözümler getirmesi hem nicelik hem de nitelik açısından mümkün olmadığından bu ilahi mesajın çok az kısmı hariç, önemli bir bölümü hatta çoğunluğu ayrıntılardan uzak, genel ilkeler halindedir. İlahi mesaja ait sadece bu özellik bile O’nun çağları kuşatıcı yönünü ortaya koyar

Hiç şüphesiz bu bilgiler;  hem nicelik hem de nitelik yönleri açısından günümüzün bilimsel anlayışına uygun gelecek tarzda bir hukuk, ahlak, siyer, tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, edebiyat, astronomi, tıp, sosyoloji, psikoloji vs. gibi insan ürünü bilim dallarının yöntemleri ile yazılmış kitaplarda yer alan bilgiler gibi değildir. Bu bilgiler, bu bilim dallarının belli konularına temas eden ve bu bilim dallarında kullanıldığı takdirde malzeme olabilecek nitelikte olan bilgilerdir. Yoksa bütün bilim dallarına ait bütün bilgiler ve ayrıntılar Kuranda olmadığı gibi var olan bilgiler de bu bilim dallarındaki bilgiler gibi sistematik de değildir. Bu bilgilere dayanılarak sistem kurma işlevi de insana aittir

Kuran mesajındaki kuşatıcılığın boyutlarını, şayet sistematik bir bakış açısıyla ele alacak olursak, bu kuşatıcı mesajın Allah, insan ve kâinat ekseni etrafında dönüp dolaştığını ve bu üç kavramın birbirleri ile olan ilişkilerine yönelik bilgileri ve kuralları ihtiva ettiğini görürüz. Bir başka ifade ile bu ilahi mesajın kuşatıcı boyutunu; insan, ilahi mesajın muhatabı olarak merkezde olmak üzere, insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine dair verilen bilgiler belirler. Kuranda evren ve içindekilere yönelik tanıtım bilgisinin;  Allah ve insana yönelik tanıtım bilgisine oranla çok daha az olduğu görülür. Bunun sebebi de varlık âleminin Kur’ani ifade ile “şahadet” âleminin yani kâinat kitabının, araştırılmasının ve keşfedilmesinin insan iradesine bırakılmış olmasıdır. Bununla birlikte ilahi mesajda, varlık âleminin niçin var edildiğine ilişkin bilgilere yer verildiği halde; nasıllığına ilişkin bilgilere yer verilmemiş, fakat pozitif ilimlerin de araştırma alanına giren bu konu, insanın sorumluluk alanına terk edilmiştir. Bununla bir yandan hayatın bütünlüğüne yönelik ilahi mesajın kuşatıcılığı sağlanmış, diğer yandan bireyin iradi kimliğini hür iradesi ile gerçekleştirebileceği bir alana, müdahale edici bir yol izlenmemiştir

Kuran- bilim ilişkisi, büyük oranda insan-kainat ilişkisine odaklandırılmıştır. Bu ilişkide birey kainat karşısında halife ; kainat ise kendisinden yararlanmak üzere insanın hizmetine sunulmuş ve ona emanet edilmiş bir varlıktır. Bu ilişkide kısmi irade sahibi bir varlık olarak insan, halifelikle;  genel anlamda kainat, özel alan olarak yeryüzü ise insana hizmet etmekle sorumlu kılınmıştır İnsan,  evren karşında sorumlu bir varlık olarak,  kainatın sırlarını ve düzeni ile ilgili kanunlarını keşfetmek, açıklamak ve hizmetinde kullanmakla yükümlüdür. Bu genel açıklamalardan ortaya çıkan sonuca göre her bireyin veya her beşerin, kendi bireysel bütünlüğü içinde ilişkide bulunduğu varlıklara karşı üç konumu ve bu üç konuma bağlı üç tanımı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi,   Allaha karşında kul; ikincisi, hemcinsi karşında insan; üçüncüsü ise, varlık alemi karşında halife olarak tanımlanmasıdır. Kul, bireyin Allah karşısındaki konumunun; insan, bireyin sosyal bir varlık oluşunun yani birey toplum karşısındaki konumunun; halife ise doğal çevre yani evren karşısındaki konumunun adıdır. Buna göre her bireyin konumundan kaynaklanan sorumlulukları mevcuttur. Bu sorumluluklar, Allah karşı kulluk; bireye veya topluma karşı insanilik;  doğal çevreye yani kâinata karşı ise halifeliktir, yani gözlem, deney ve akıl yürütme  yoluyla evrenin sırlarını  çözme  sorumluluğudur. Çünkü insan bu sorumluluğu yerine getirebilecek yetenekte yaratılmıştır.

 Bu nedenle Kur’an ise, eşyanın «niçin»ini açıklar. «Nasıllığını» ise pozitif ilimlere bırakır. Nitekim şu  âyetler, bunu açıkça göstermektedir.

«Gökte ve yerde olan şeylere bakın.»

«Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah'ın ibtida mahlûkatı nasıl yarattığına bakın.»

«Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu, nasıl bina ettik ve nasıl süsledik?»

«Allah'ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?»

«Müşrikler yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı?»

«Onlar, deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmış¬tır?»

«Bir de insan yediği şeye baksın.»

«İnsan, neden yaratıldığına bir baksın.»

 

Örnek olarak sunduğumuz bu âyetlerin dışında, insan-eşya ve kâinat münâsebetine ve varlığın insanın hizmetine sunulduğuna dair daha pek çok âyet mevcuttur. Fakat bu kadarının bile, maksadı ifâde ettiği kanaatindeyim.

Kur’andaki insan-eşya ve kâinat münâsebetine dair âyetlerin ortaya koyduğu genel prensip ve kanun¬larıyla, insana terk edilen sahada, insanların araştırma, gözlem ve deney yoluyla elde ettikleri neticeler ışığı altında insan-eşya münâsebetini şöyle tespit edebiliriz:

a) İnsanların gözlem, deney ve araştırma yolu ile elde ettikleri neticelerin, yani pozitif ilimlere ait kanun¬ların sahası ve gayesi, tabiat olaylarını anlama, sınıflan¬dırma ve onları kontrol etme olduğu halde, Kur’an-ı Kerîm'in sahası ve gayesi, bütün ilimlere ait prensip ve kanunları keşfedip onlardan faydalanmasını bilen insanın hidâyeti ve onun dünya  ve  âhiret  saadetidir.

b) Pozitif ilimler, gözlem ve deney metotlarının kullanıldığı maddî cisimler ve varlıklar, yani eşya üze¬rinde araştırma ve inceleme yaptıkları halde, Kur’an-ı Kerîm, insanlarla yani insanların duyguları, düşüncele¬ri,  inançları,  anlayışları,  davranışları,  ibadetleri ve diğer varlıklarla olan irtibatları ve münasebetleriyle ilgilenmekte ve bunlara dair prensipler ve hükümler getirmektedir.

c) Pozitif ilimler, sahalarına giren konularda derin¬lemesine ve geniş bir şekilde araştırma yapıp, bu konu¬larda detaylı ve teferruatlı bilgiler verirken, Kur’an-ı Kerîm, bazı ilmî hakikat¬lerden ve kanunlardan genel hatlarıyla bahsetmekte ve bu  bilimsel hakikatlere yönelik  bazı   bilgiler  vermektedir

Konuya açıklık getirmek ve ne demek istediğimizi daha iyi açıklamak için  şu  örnekleri  vermek  mümkündür.

 

Örnek 1:

“Kâfirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik idiler, onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ îmân etmezler mi?”   (Din Dili)

“Önce mekânda gazlardan müteşekkil çok büyük bulutlar vardı. Gaz bulutları sabit durmayıp döndüklerinden cazibe kuvvetinin te’sîriyle parçalanmıştır. Parçalanan bölümler de yine cazibenin te’sîriyle gitgide tekasüf ederek sıkışmaya başlamış, sıkışan ve dönen cisimler belirtildiği gibi küreye yakın şekiller almış; kesafetin artmasıyla içteki hararet de artmış, bu yüzden merkezde bulunan hidrojen helyuma dönmüş ve ışık, ısı neşretmeye başlamıştır. İşte bu bölünen, parçalanan gaz; küreleri, galaksileri, yıldızları ve güneş manzumesini meydana getirmiştir.” (Bilim Dili)

Örnek 2:

    “Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Onun üstüne suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır ve güzel çiftten nebatlar biter.”   (Din Dili)

Rüzgârın sürüklediği bulutlardan inen yağmur, toprağı yumuşatarak bitkilerin yeşermesini ve büyümesini sağlar. (Bilim Dili)

Örnek 3:

“And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra Onu nutfe hâlinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.”   (Din Dili)

Döllenmiş yumurtaya zigot denir. Zigot ana rahminde annenin kanıyla beslenerek gelişimine devam eder. Kemik hücreleriyle et hücreleri birbirinden farklıdır ve kemik hücreleri et hücrelerinden önce teşekkül eder. Daha sonra cenin oluşumunu tamamlar. (Bilim Dili)

Örnek 4:

“Ay için de nihâyet kuru bir hurma dalına döneceği menziller tâyin etmişizdir.”   (Din Dili)

Ay, Dünyâ’nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir yörüngeye sahiptir. Tıpkı bir sarmaşık gibi dönen, kıvrılan ve bükülen bir dal gibi. (Bilim Dili)

Örnek 5:

”Biz semâları kendi gücümüzle kurduk; onu biz genişletmekteyiz.”  (Din Dili)

Evrendeki galaksiler birbirinden uzaklaşmakta, uzay giderek şişmekte ve evren dev boyutları ile irileşip büyümektedir (Expanding Universe). (Bilim Dili)

 

Bu örneklerden de anlaşıldığı kadarıyla Kur’an’da yer alan her konunun, ilgili bilim dalının diliyle değil de kendine özgü dil ile ifâde edildiği görülmektedir. Nitekim,

“O Allah ki, sizin için yeri beşik yaptı”   âyetine ilk muhâtab olan nesiller, belki de yeryüzünün, ayaklarının altına serilmiş, tarım ve ticâret için önlerine konulmuş ve hayat ve gelişme için hazırlanmış olarak anlamışlardır. Biz ise bu ifâdeyi daha geniş ve daha derin bir şekilde anlıyoruz. Bizden sonra gelecek nesiller ise bu gerçekleri, bizim anladığımızdan çok daha farklı anlayacaklardır ve bu âyetin manâsı, her geçen gün biraz daha genişleyecek ve biraz daha derinleşecektir. İnsanoğluna ilim ve bilgi kapıları aralandıkça, daha geniş ufuklara ulaşan anlamlar çıkarılacaktır.  Ve yine“Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?” âyetini bir cahil, dağları, yere çakılmış kazıklar olarak anlarken; bir şair, yeri taban, semayı bir çadır, dağları da o çadırın kazıkları olarak görür. Bir edip ise, bu âyeti, edebî yönden ele alır ve yer ile dağların fizikî tasvirini yapar. Bir coğrafyacı da, yer küresini denizde yüzen bir gemi ve dağları da o geminin direkleri olarak düşünür ve onları, geminin dengesinin sağlayan bir unsur kabul eder. Bir sosyologa göre de, yeryüzü, hayatın kaynağı olan bir evdir ve bu hayâtın devamı için su, hava ve toprağa ihtiyaç vardır. Dağlar, suyun mahzeni, havanın temizleyicisi ve toprağın koruyucusu olduğundan, toprağın direği gibidir. Bir tabiat âlimine göre ise, yer küresinin içindeki bir takım boşluklar neticesinde meydana gelen titreme ve zelzelelere karşı dağlar, bir denge unsurudur

   Makul olarak kabul edebileceğimiz bu yorum tarzının yanında, kabul etmediğimiz veya en  azından kabul etmekte çok  zorlandığımız  bilimsel yorum çeşitleri de mevcuttur. Bunların arasında rasyonalizasyon örnekleri en belirgin  olanlarıdır. Mesela:

F. Razi, “Yeryüzünü size döşek kılan O’dur.”  ayetinin yorumunda, mantıki olarak yeryüzünün ya sakin ya da hareket halinde olabileceğini zikrettikten sonra, şayet yeryüzü hareket ediyor ise, bu takdirde yeryüzü ya düz olarak ya da yuvarlak olarak hareket ediyor demektir.  O düz olarak hareket ediyorsa şayet, bu takdirde ondan tam olarak yararlanılamayacak demektir. Bu sebeple yeryüzünün sakin olduğu/dönmediği bir gerçektir, dedikten sonra “yeryüzünün hareket etmediğini anlamak istersen yine yeryüzüne bak”  diyerek ayetin anlamını, duyu organlarının doğal algısına uygun gelecek bir açıklamada bulunur. Buna paralel bir yorumun,  Abdullah b. Baz’ın “eş-Şemsu Cariyetün ve’l A’rdu Sabitetün” adlı makalesinde de yer aldığını görürüz. Ona göre de  “güneş sabit değildir, dünya ise yuvarlaktır ve hareket etmemektedir”

Bu aklileştirmenin yanında  Razi,  akılcı yorumlarda da bulunmuştur.. Mesela “Bundan sonra da yeri döşedi”  ayetini açıklarken, bu ayetin dünyanın düz olduğuna işaret ettiğini söyleyenlere karşı, dünyanın küre şeklinde yuvarlak olduğunu ve bunun delillerle de sabit bulunduğunu hatırlattıktan sonra, yeryüzünün büyük bir cisim olduğunu, yuvarlaklık son derecede büyük olursa, ondan her hangi bir parçanın düz bir satıh gibi görüldüğünü hatırlatarak rasyonalist bir yorumda da bulunur.

Bir başka rasyonalizasyon örneğini de  “Semayı biz kendi kudretimizle kurduk ve onu genişletiyoruz”   ayetinin yorumunda görüyoruz. Hem geçmişte yazılan tefsirlerde hem de günümüzde yazılan bazı meallerde bu ayette yer alan “mûsiûn” lafzının açıklanmasında rasyonalizasyona şahit oluyoruz. Söz konusu eserlerde  “mûsiûn” sözcüğü, asıl ve kök anlamı olan “genişletici olan/lar” yerine “geniş kudret sahibi olan” anlamında “zü seatin ve kuvvetin” ile açıklanmıştır.  Böyle bir açıklama, anlama yöntemi açısından bir rasyonalizasyon örneğidir. Zira bu sözcüğün kökü olan VESEA, geniş oldu, EVSEA ise genişletti, “mûsiûn” ise bu sözcükten türetilmiş fail olan bir isimdir ve genişleten/ler demektir ve geniş kudret sahibi anlamına da gelmemektedir. Fakat böyle bir anlamın verildiği de bir gerçektir. Neden böyle bir anlam verilmiştir? sorusunun cevabı ise anlamadaki rasyonalizasyonu göstermektedir. Ayet lafız anlamıyla semaların genişlediğini ifade etmektedir. Fakat yorumcunun kafasında ayetin işaret ettiği anlama ilişkin beş duyu organı ile elde ettiği bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca bu konuda bilimsel verilere dayalı bir bilgiye de sahip değildir. İnanılan gerçekliğe ait semaların genişlemesi bilgisi ile örtüşecek yaşanan gerçeklik bilgisine sahip olunmadığından, mevcut durumdaki yaşanan gerçeklik bilgisine uygun bir yorumun yapılası gerekmektedir. Bu da ancak yapılacak yorumsal anlamanın rasyonalizasyonu ile mümkün olacaktır. Ve öyle de yapılmıştır. Semaları kudreti ile kuran bir gücün, geniş kudret sahibi olmasından daha tabii ne olabilir? Fakat evrenin genişlediği bilgisi, bilimsel bir veri olarak ortaya çıkınca bu ayete verilen anlam da, ayetin lafzına uygun hale gelmiş oldu

Sanayi toplumu ile başlayan modernleşme ve bilimsel gelişmelerin meydana getirdiği düşünce akımlarının İslam dünyasındaki etkilerinin en fazla görüldüğü alanlardan biri de, Kuran yorumu üzerinde olmuştur. Modernist ve pozitivist bakış açısıyla yapılan, Kuranın bu yeni yorumunun, özellikle iki sömürge ülkesi olan Mısır ve Hindistan kökenli müfessirler arasında daha yaygın ve etkin olarak kullanıldığı bilinmektedir. Hindistan’da, Seyit Ahmet Han, İkbal, Ebu’l Kelam Azad, Mevdudi ve Perviz gibi bilim adamları ile Mısır’da Abduh, Reşit Rıza, Tantavi Cevheri, Mustafa el- Meragi gibi müfessirlerin yaptıkları yorumlarda, modernist anlayışın yansımalarını ve rasyonelleştirmenin izlerini görmek mümkündür. Özellikle rasyonalizmin etkisi ile Kuranda mucizelerle ilgili yer alan bazı ayetlerin yorumunda, bir anlama yöntemi olarak rasyonalizasyonu da kullandıkları görülmektedir.

“Sizin için denizi ikiye böldüğümüz zaman”  ayetinin içerdiği bilgi, duyu organları ile elde edilen bilgiye ve doğal olguya ters düştüğü düşüncesi,  bu ayetin anlamını doğal olguya ters düşmeyecek bir yorumu ortaya çıkartmıştır. Bu yorumda Kızıl Deniz’in yarılarak Hz. Musa ve İsrail oğullarının karşıya geçmesi olayını, bir med ve cezir olayı ile açıklamak şeklinde olmuştur. Nitekim Mustafa el- Meraği tefsirinde bu yorumu yapmıştır.  Mevlana Şibli de geçmişte Farabi ve İbn Sina gibi bilim adamlarının böyle yorum yaptıklarını nakleder.

“Üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi.”  ayetini yorumunda ise daha net rasyonalizasyon örneklerine rastlıyoruz.  Ayette geçen “tayr/kuşlar” kavramının, bir kısım hastalık ve mikrop taşıyan sinek ve sivrisinekler,  “hicaret/taşlar” ise, rüzgârların taşıyıp getirdiği mikroplu tozlar olarak anlaşıldığını ve yorumlandığını görüyoruz.  Bu görüşün, Muhammed Abduh’a ait olduğu  ve Elmalı’lı Hamdi Yazır tarafından da şiddetle eleştirildiği  hepimizin malumudur. Muhammed Esed ise,  “tayran ebabil”i “uçan varlıklar” olarak anlar ve “eğer salgın hastalık varsayımı doğru ise “uçan varlıklar”- ister sinek ister böcek- bu mikrobun taşıyıcısı olabilir” der . Karl Opitz  “Kuran’da Tababet”  adlı kitabında bu hastalığın çiçek hastalığı olduğunu ve Arap yarım adasında ilk defa bu bu hastalığın o vakit görüldüğünü, daha sonra Mısır üzerinden Avrupa’ya yayıldığını söyler . Mikail Bayram ise “Fil Olayının Mahiyeti” adlı kitabında fil olayını yorumlarken: “Volkanik bir patlama sonucu üstlerine lav (sicil) yağmış binlerce cesedin üzerine leş yiyen kuşların üşüştüğünü ve cesetleri didik didik ederek parçaladıklarını ve lavların üstüne saçtıklarını ve yenilmiş ekin gibi etrafa dağıttıklarını açıklar.

Görmüyorlar mı ki, biz yeri etrafından eksiltip duruyoruz”  ve “Bizim gerçekten arza gelip onu uçlarından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mı?”  ayetlerinde yer alan, “arzın eksiltilmesi”, Mekkeli müşriklerin hareket alanının günbegün daraldığı anlamına mı,  yer yüzünün etrafından gitgide eksiltmesi anlamına mı,  yer yüzünü sahip olduğu en iyi şeylerden her gün biraz daha yoksun bırakmak anlamına mı,  uçlarından eksiltmek anlamına mı  veya  “yağmur, sel, rüzgar, deprem ve benzeri tabiat güçlerinin etkisiyle toprağın yerinden kayması, dağ ve tepelerin aşınması” yani erozyon anlamına mı  gelmektedir? Ayetin “ne demek istiyor”u bunlardan hangisidir? Kasıt bunlardan birisi ise, diğer yorum ne anlam ifade edecektir? Burada şayet bir aklileştirme söz konusu olacak ise, bu aklileştirmenin, kelimenin hakikat anlamına göre mi yoksa mecaz anlamına göre mi olması gerektiği, en azından bir tartışma konusudur.

 “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı”   ayeti, tefsirlerde  farklı şekillerde  açıklanmış olsa da , Y.Nuri Öztürk’ün  bu ayete ilişkin şu yorumu,  bir  başka  rasyonalizasyon  örneğidir: “ Ayın yarılmasına ilişkin mucize haberler, bize göre insanoğlunun aya inişi ve oradan  bazı taşların  dünyaya getirilmesiyle gerçekleşmiştir. İşte bu olay, kıyametin  yaklaşmış olduğuna bir  işarettir. Ay taşlarının aydan alınıp dünyaya getirilmesi, ayın  yarılmasının ta kendisidir.” . “Onu sakara  kokacağım”  ayetinde geçen  “sakar, yine Yaşar Nuri Öztürk’e göre  elektrik enerjisiyle çalışan  “bilgisayardır”   Zira sakar,  güneşin yakıp kavurması, acı vermesi  demek olduğu için cehenneme  bu ad  verilmiştir.Bu nedenle   sakardaki şiddetli  yakma , elektriğe  işaret edebilir. .

Neml suresinin 38-40. ayetlerinde yer alan Seba melikesine ait tahtın  Hz. Süleyman tarafından yaşadığı mekana getirtilmesi bilgisini, Muhiddin Arabi; Yüce Allah kainatı her an var edip yok etmektedir. Tahtı yok etme anında Yemen’de yok etmiş ve aynı anda onu Filistin’de var etmiştir  şeklinde açıklarken; Hüseyin Atay da bu olayın, uzay yolu filmlerinde gösterilen bir insanı, nesneyi veya maddeyi uzak bir yere ışınlamak yoluyla nakletmeye benzediğini, bu şayet ileride gerçekleşirse ayetin daha iyi anlaşılabileceğini söyler.  İbn Arabi’nin yukarıdaki yorumu aynı zamanda tasavvufi tefsirdeki rasyonalizasyona da bir örnek olabilir.

            Kuran’da bir bilgi olarak yer alan yedi kat sema, ne görünürde olan olgusal bir durumdur, ne de günümüzde astronomi bilimi tarafından ileri sürülen bir bilimsel veridir. Yedi kat semadan kastın ne olduğunu Fıkıh terminolojisiyle söyleyecek olursak delaleti kati olan bir anlamla açıklamak bugün için gerçekten zordur. Bununla birlikte Fahreddin er-Razi’nin Kuranın birçok yerinde geçen “yedi sema”  ifadesini, çağının astronomi bilgisine göre yorumlayarak yedi semayı, Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri ve Zühal olarak açıkladığı bilinmektedir.  Çağının bilimsel anlayışına uygun olarak yapılan bu açıklamanın, günümüzün bilimsel anlayışına uygun bir açıklama olduğu söylenemez. Ayrıca böyle bir açıklama, sistematik ve analitik Kuran ve Hadis yorumlarına da uygun değildir. Dini kaynaklarımızda zikredilen miraç hadisinde, Hz. Peygamber, yedi kat semadan söz etmekte ve sırasıyla bu semalara çıktığını, her bir semada bazı peygamberleri ve bir takım insanları gördüğünü anlatmaktadır.  Bu hadisin sıhhatini tartışmayı bir yana bırakıp, doğru olduğu varsayımını esas alarak, Razi’nin yorumunu bu hadis üzerinde somutlaştırdığımızda, Ay’da Hz. Adem’in, Utarit’te Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın, Zühre’de Hz. Yusuf’un, Güneş’te Hz. İdris’in, Merih’te Hz. Harun’un, Müşteri’de Hz. Musa’nın ve Zühal’de Hz. İbrahim’in bulunduğunu kabul etmek zorunda kalacağız. Hadiste zikredilen sema ve katlarını ve bu katlarda yaşayan insanları sembolik olarak mı, yoksa gerçek olarak mı anlayacağız? Kuranda zikredilen yedi kat semaya yönelik  Razi’nin bu yorumu, soyut değil, somuttur ve sembol olmaktan da çok uzaktır. Dolayısıyla aklileştirilen yorum da ayrıca yeni sorun/lar üretmektedir. Nitekim Elmalı’lının, bu sorunları çözmek için, bütün yıldızların tezyin ettiği maddi âlemin hepsinin, bir sema ve yedi semanın da birincisi olduğunu, diğer altı semanın ise maddi semalar olmayıp manevi semalar olduğunu ve “Biz dünya semasını yıldız ziyneti ile süsledik”  ayeti ve miraç olayı ile de bu görüşünü desteklediğini görüyoruz.  Sembolik bir anlam ifade ettiğini kabul ettiğimiz  takdir de, bu anlamın ne olduğu, gerçek olduğunu kabul ettiğimiz takdirde ise  akla uygunluğu konusu  problem olmaya devam edecek demektir.

Sonuç:

Kurana getirilen yorumlardan bir kısmı, bu değişken bilimsel verilere göre yapıldığından zaman içinde bilimsel verilerin değişmesiyle değişime uğrama potansiyeline  de sahip bulunmaktadır  Nitekim bir  zamanlar çıplak gözle güneşe bakıp olgusal duruma, yani görünene göre dünyanın değil de güneşin döndüğünü kabul eden ve kuranın ilgili ayetini de buna  göre yorumlayan  akıl, gözlemlerini derinleştirip ayrıntılara girdiğinde ve asıl görüneni şekillendirenin bilgisine ulaştığında dünyanın döndüğünü kabul etmiş ve ilgili ayeti de buna göre yorumlamıştır. Bu da aklın, kendisine ulaşan bilgi türüne ve niteliğine göre işlevsel olduğunu ve kendisine ulaşan bilgi çeşidine göre çıkarımlar yaptığını gösterir.

 Sonuçta gözlem ve deney metodu ile elde edilen bilgiler, aklın da yardımı ile vahye dayalı bilgilerin yorumunda ve izahında kullanılmaktadır. Ancak kullanılan bilgiler, bilginin değerini ortaya koyan ve bilgileri sınıflandıran Bilim Felsefesi açısından   bir değerlendirmeye tabi tutmadan ilmî tefsirde kullanılması, bu ekolün en önemli problemi  olmuştur. Duyu organları ile elde edilen bilgiler, önce Bilim Felsefesi açısından tahlile ve tasnife tabi tutulmalı, elde edilecek sonuca göre yoruma gidilmelidir. Bu metotla hareket edilmediği içindir ki, bu ekole yapılan tenkitler ciddiyetini korumakta ve üzerindeki şüphe bulutları dağılmamaktadır. Buna nakil ve gelenekçiliğin etkisini de ilave edersek problemin boyutu daha da artmaktadır.

Buradaki hata, ayetleri Kuran bütünlüğü içinde anlama ve yorumlama yerine seçilen ayetlerin tercih edilen görüş için “iki değerli mantık” a göre malzeme olarak kullanılmış olmasıdır. Neticede anlama ve yorumda bu mantık türü uygulandığında varılacak sonuç da tabii olarak bu olacaktır.  Bu durumda paradigmalarımızı veya “görüşlerimizi belli ayetlere dayalı olarak oluşturur, fakat bu ayetlerin dayandığı zemini ve bu paradigmaya ulaşma yöntemimizi Kuran’dan çıkartmaz isek, Kuran bütünlüğünü, Kuran mantığını ve hedeflerini dikkate almamış oluruz. Bunun adı da “yanlış konumlanmış somutlaştırma hatası”dır. İşte bilimsel tefsirde veya diğer ekollerde görülen bu hata türüdür. Bu da ilgili parçanın ait olduğu bütünle ve diğer parçalarla sürekli bağlantılı ve almaşık (münavebeli) bir ilişki içinde düşünülmesini öngören “alternasyon” ilkesine aykırı düşen bir durumdur.”

Kurani bilgiler, Kuran diliyle insanlara sunulmuştur.  İnsanlar ise Kuran diliyle sunulan bilgileri,  kendi dilleri yani sahip oldukları mesleki dilleri ile ifade ederler. Mesela: “Ahmet Tanrıya inanır” sözü din dili değildir ama Allah evreni yarattı din dilidir.  Allah birdir sametttir din dilidir, ama Allah basittir, mürekkeb değildir, sözü din dili değil, Kelam dilidir. Bu nedenle Kuranda doğa yasalarına uygun bazı bilgiler verir demek, yasaları keşfedenin koyduğu ifadeye, tanıma veya terime göre bilgi verir demek değildir.  Zira yasaları keşfedenler, tanımları da tanımlamaları da kendileri yaparlar.  Kuran ise kaşiflerin ürettikleri terimlerle insanlara hitap etmez, tam aksine kendine özgü ifade biçimiyle insanları bilgilendirir.  Bu nedenle Kuranın insan- evren ilişkisine yönelik verdiği bilgiler,  amaç bilgiler olmasa da,  amacı için araç bilgiler olduğunda asla şüphe yoktur.  Sonuçta bu tür bilgiler, araç bilgilerde olsa Kuranda yer alan bilgilerdir. Bu bilgilerin araç bilgi oluşu, ne göz ardı edilmesini ne de yok sayılmasını gerektirir. Bu tür bilgilerin de en azından amaç bilgiler kadar,  anlaşılmaya hakkı vardır. Bilimsel tefsirin yaptığı, ve yapmaya çalıştığı da budur.

Buraya kadar yapılan açıklamaları ve bu açıklamalarda ye alan görüşleri değerlendirdiğimizde Kuran -bilim ilişkisine yönelik altı yaklaşım tarzından söz edebiliriz: Bunlar:

1. Kur'an'da bilimsel ve bilgisel katkı amaçlı atıflar yoktur. Dolayısı ile Kur'an-bilim ilişkisinden söz etmenin bir anlamı yoktur.

2. Kur'an'da bilimsel nitelikli ayetler vardır. Ancak bu ayetlerdeki bilim anlayışı, tenzil dönemi anlayışı ile bağımlıdır, tenzil dönemi sonrasında ortaya çıkan bilimsel anlayışları ihtiva etmemektedir. Çünkü Kur'an indiği toplumu ve toplumun fikir seviyesini esas almıştır. Verilen bilgiler, bu dönemin anlayışını yansıtmakta ve bu nedenle de bu bilgileri bilimsel verilerle açıklamaya çalışmak Fatih dönemindeki askerin koluna saat takmaya benzemektedir.

3. Kuran, farklı bir kulvarda, bilim ise farklı bir kulvarda giden ikiaraba gibidir. Mesela biri deniz aracı ise diğeri de kara aracıdır.  Bu nedenle aralarında birbağ yoktur. Bu nedenle de Kuranda bilimsel bilgi aramakyanlıştır. Hatta abesle iştigaldir.

4. Kuranla bilim iki ayrı kulvarda olmakla birlikte, Kuranın verdiği bilgiler bilimle çatışmaktadır. Hatta Kuranda   bir çok bilim dışı bilgiler  mevcuttur.

5. Kur'an müciz bir kitaptır. Onun i'caz yönleri ise pek çoktur. Bunlar arasında bilimsel i'caz'da bulunmaktadır. Bilimsel i'caz'dan kasıt ise "Tabiî bilimlerin ancak son asırlarda ulaştığı ve Kur'an'ın indirildiği çağda beşeri vasıtalarla bilinmesi mümkün olmayan bazı gerçekleri Kur'an'ın haber vermesidir." Bu nedenle Kuranda bilimsel bilgiler  mevcuttur.

6. Kur'an'da tabiî bilimlere ait doğrudan bilimsel ve bilgisel katkı amaçlı, bilgiler olmasa da, farklı amaçlar için araç olarak ifade edilen bazı ayetlerdeki içerik, bilimsel verilere uygun gelebilecek bilgileri de ihtiva etmektedir. Bir başka deyişle bu tür ayetlerin birinci ve öncelikli amacı, tabiî bilimlere bilgisel ve bilimsel katkıda bulunmak olmadığı halde bu ayetler,  ihtiva ettiği ikincil ve üçüncül anlamlarıyla, yani delaletleri ile bilimsel bilgilere zıt olmayan tam tersine bilimsel bilgilerle tam bir uyum içinde olan bazı bilgileri içermektedir. Bu bilgilerin daha iyi anlaşılması için bilimsel bilgilerle yorumlanmasının   hiçbir sakıncası yoktur. Nitekim tarihi süreç içinde bu tür yorumlar yapılmıştır ve yapılmaya da devam edilmektedir. Ön yargı ile veya kategorik bir yaklaşımla bu tür yorumlara karşı olmak,  bardağın dolu tarafını inkar ederek  sadece boş  tarafını  görmek  demektir.  Böyle bir yaklaşım, ne bilimsel yöntemle ne de bilim ahlakı ile bağdaşır.

        Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında bu yaklaşım tarzlarından hangisi,  Kuran- bilim ilişkisini daha doğru yansıtmaktadır? Bu sorunun cevabı, hiç şüphesiz bu yaklaşım tarzları arasından yapılacak tercihe bağlı olacaktır. Ancak yapılacak bu tercihte, önyargılarımız veya kalıp yargılarımız mı etkin olacak?  Yoksa aklınızın ve vicdanınızın sesi mi? Bu ikisinden hangisini öncelersek, tercihimiz de ona göre olacak demektir.  Benim tercihim, altıncı ve sonuncu görüşün daha doğru bir tercih olacağı yönündedir.   Zira bilgi birikimim, aklım ve vicdanım,  hem Kuranda bu tür araç bilgilerin bulunduğunu hem de “bilgi objelerine uygunsa doğrudur”  tanımına uygun olarak bilimsel verilerle çatışmadığını söylüyor.

 Son söz olarak şunu söyleyebilirim, on sekizinci yüzyıldan kalma pozitif bilim anlayışının etkisinde kalarak, Kuran- bilim ilişkisine toptan karşı çıkmanın da,  bilimsel tefsirlerdeki rasyonalizasyon yorum örneklerine bakıp da, bazı ayetlerin bilimsel verilerle olan uyumunu açıklamayı reddetmenin de, Kuran’ın bilimsel i’cazını gösteriyor diye aklileştirilen bütün yorumları onaylamanın da doğru ve bilimsel bir yaklaşım olmadığına inanıyorum. Bu tür yaklaşımları, kategorik ve  “ iki değerli mantık” sistemini öneren Aristo mantığına uygun fakat “çok değerli mantık”  anlayışına da ters olduğunu düşünüyorum.  Kısaca her şeyi Kuranda arama ifratını da, Kuranda bilimsel bilgiye yönelik hiçbir şey yoktur deme tefritini de doğru bulmuyorum. Bunun için de hem konunun ve hem de yapılan yorumların, önyargıdan uzak bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com