Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KUR'ÂN ve İNSAN

 

 

 

 

ÖNSÖZ

 

 

   Kur'ân-ı Kerim, ilk peygamber Hz. Adem'le başlayan ve son peygamber Hz. Muhammed'le sona eren İlâhî vahiylerin en sonuncusudur. Bütün İlâhî vahiyler gibi amacı, insana rehberlik etmektir. Bu gerçek Kur'ân'da "Hüden linnâs" şeklinde ifade edilmektedir. Yüce Yaratıcının hi¬dayeti, sadece insana rehberlik edecek mesajlar gönder¬mekten ibaret değildir. O'nun ilk hidayeti, insanı yaratması ve onu fıtrî yeteneklerle donatmasıdır. Akıl, duygu ve du¬yu organlarının tümünü içine alan bütün fıtrî yetenekler de Allah'ın insana bir hidayetidir. Bu yeteneklerini kullanarak İlâhî vahyi bir insanın kabul etmesi demek olan "ihtida” ve bunun sonucu olarak elde ettiği lütuf da Allah'ın bir hi¬dayetidir. Bu nedenle hidâyet kavramı; fıtrî yetenekler, vahiy ye lütuf olmak üzere üç anlamı birden içermekte¬dir. Ne var ki bazı insanlar bu fıtrî yetilerine dayanarak in¬sanın ve kâinatın bir yüce yaratıcı tarafından yaratılmış olması gerçeğini reddedebilmektedirler. Adına "Ataizm" denilen bu Tanrı tanımazlık yanında, bir de insanın Allah tarafından özel olarak bilgilendirilmesi anlamına gelen vahyin inkârı söz konusudur ki buna da "Deizm" denil-mektedir: Deizm akıl yoluyla Yüce Yaratıcıyı tanımakla birlikte, vahiy dolayısı ile "Din" gerçeğinin reddedilmesi, düşüncesidir.

Yüce Yaratıcının insana verdiği yetenekler ve yetiler¬le her fert, kendi hayat yolunu tercih ederek dilediği gibi yaşayabilmektedir. Ancak yüce yaratıcı, insana verdiği bu yetenek ve yetilerin yeterli olmadığını, insanın zaman za¬man ana çizgi dışına çıktığını ve sapıttığım bu sebeple ona yardımcı olacak ve kılavuzluk edecek, hayat problemlerinin çözümünde kendisine yol gösterecek bir rehbe¬re muhtaç olduğunu bildiği için, adına Vahy denilen bir bilgi kaynağı ile de insana hidayeti murat etmiştir. Böylece beşere ait akıl ve duygu organları gibi iki bilgi kaynağı¬nın yanında, vahyi üçüncü bir bilgi kaynağı olarak vermiştir. Ancak vahiy yoluyla verilen bilgiler, aynı zamanda insana, ait bilgilerin de konuşunu teşkil etmektedir. Zira Kur'ân, hem insana ait bilgileri hem de insanlık tarihinin bilgilerini içermekte ve bu bilgilerin verdiği ilke ve prensip¬lerin, beşer tarafından anlaşılmasını ve yaşanmasını iste¬mektedir. Bu da, Kur'ânî bilgilerin beşere ait bilgilerin ko¬nusunu alması demektir.

Bir Kur'ân yorumu olan Tefsir ilminin amacı Kur’ânî bilgilerin anlaşılması; algılanması ve beşerî hayatının problemlerine müfessirler tarafından Kur'ân'a dayalı çö¬zümler üretilmesidir. Kur'ân'ın bir hayat kitabı olmasının da anlamı budur. Ancak Kur'ân'ın insan hayatına yön ve¬rebilmesi ve ona kılavuzluk edebilmesi için, insanın Kur'ân'a gitmesi gerekmektedir. Zira Kur'ân, yüce yaratıcı tarafından bir beşer olan Hz. Muhammed vasıtasıyla insa¬na ulaştırılmış ve bundan sonrası insanın fıtrî yetenekleri¬ne ve iradesine terkedilmiştir.

İslâm’ın ilk dönemlerinde, Müslümanların önce Kur'ân'a sonra sırasıyla, sünnet ve ictihad'a gitmelerine Kur'ân'ın "Allah ve Resûlünün önüne bir şeyi geçirmeyin (Hucurat 49/1) ayetine ve Hz. Peygamberin Muaz b. Cebelle olan diyalogunda söylenenlere sıkı sıkıya bağlı kal¬malarına rağmen, belli bir dönemden sonra, bu yöntem, tersine dönmüş, Müslümanlar öncelikle İçtihada, veya içti-hada dayalı kültüre gitmişler, bu kültürün içinde yer aldığı ölçüde sünnet ve âyetlerle muhatap olmuşlardır. Bu da Müslümanların Kur'ân ve Sünnet merkezli İslâmî bir hayat düzeninden, büyük ölçüde Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf mer¬kezli İslâmî bir hayat düzenine geçmelerine sebep olmuş¬tur. Bu İslâmî hayat düzeni ise, büyük ölçüde âyet mer¬kezli olmuş, Kur'ân merkezli, olmamıştır. Yanı Fıkhî, Kelâmî ve Tasavvufî sistemler, sadece kendilerini ilgilen¬diren ayetleri esas alarak, bu âyetleri ön plâna çıkartmışlar, kendilerini ilgilendirmeyen âyetleri ise arka plânda tu¬tarak, ya hiç ilgilenmemişler ya da dokun-geç şeklinde bir tavır sergilemişlerdir. Bu tavır veya uygulanan yöntem; Kur'ân bütünlüğünü hedefleyememiş, parçacı (Atomic) bir metodla Kur'ân'ı dolayısıyla insanı tanımaya çalışmıştır. Zira Kur'ân'ı iyi tanımak ve yorumlamak için de insanı iyi tanımak gerekmektedir. Aynı şekilde insanı iyi tanımak için de Kur'ân'ı iyi bilmek gerekir. Çünkü insan hayatı da, Kur'ân da bir bütündür. Tıpkı âyetler gibi, insan davranış¬ları da bir bütünün parçalarıdır. Öğrenmek amacına yöne-lik insanı ve Kur'ân'ı parçalama iyi bir yöntem olmasına rağmen, değerlendirme açısından asla doğru bir yöntem olmamıştır. Tümevarım metoduyla, parçanın bütün yerine konduğu, bir başka ifade ile bir âyete ait bilginin Kur’ânî bilgi olarak tanıtıldığı bir yöntemin, doğru bir yöntem oldu¬ğunu söylememiz mümkün değildir. Zira bu yönteme da¬yalı, İslâmî anlayış ve bu anlayışın ürettiği İslâmî kültür, eksik veya dengeleri bozulmuş bir Kur'ân kültürüne da¬yanmış ve neticede mevcut İslâmî kültür, zaman süreci içinde inanç haline getirilerek "Doğma"laştırılmaya çalışıl¬mıştır. Buradaki hata, "evrensel boyutlu" olanla "tarihsel boyutlu" olanın özdeşleştirilmesi ve tarihsel olana evren¬sellik elbisesi giydirilmesidir. Kur'ân, yani vahiy beşerî ol¬madığı için "evrensel boyutlu"dur. Ama yorum, beşer tara¬fından yapıldığı için, evrensel değildir. Olsa olsa ya tarih¬sel boyutlu ya da yerel boyutlu olur. Bu nedenle de değişkendir. Onlarca hatta yüzlerce Tefsir,. Fıkıh, Kelâm ve Ta¬savvuf kitaplarının mevcudiyeti bunun en bariz kanıtıdır. Çünkü vahiy "mutlak doğruyu" yorum ise "izâfî doğruyu' sembolize eder. Çünkü mutlak doğru değişmediği halde, izâfî doğrular zamanla değişmektedir.

Kur'ân'ın; bir hidayet kitabi olarak insan hayatına yön verebilmesi ve ona yol gösterebilmesi için, her çağda o çağda yaşayan Müslümanlar tarafından okunması, anla¬şılması ve problemlerinin çözümünde ondan yararlanıl¬ması ve Kur'ân merkezli düşünce sistemlerinin kurulması gerekmektedir. Zira geçmiş İslâmî kültürümüzü, sadece tekrar etmek, yüceltmek ve günümüze taşımak, çağdaş problemlerimizi çözmeye yetmemektedir. Çünkü geçmişin sebepleri günümüzün sonuçlarıdır, günümüzün sonuçları ise geleceğimizin sebepleri olacaktır. Nitekim bugün için¬de bulunduğumuz şosyo-kültürel, sosyo-politik ve sosyo¬ekonomik problemler, geçmişte ortaya çıkan sebeplerin bir sonucudur. Bundan dolayı günümüze intikal eden İslâmî kültür, Kur'ân bütünlüğünü kapsayıcı ve onu yansı¬tıcı olmaması yönüyle, bütüncül Kur'ânî bilgiden ziyâde "Epistematik Cemaat" kültürünü yansıtmaktadır. Bu du¬rum, günümüzde cemaatçi bir toplum modelini benimse¬yen Müslümanlar ile cemiyetçi bir toplum modelini benim¬seyen Müslümanlar arasında "gelenekçi Müslüman" ve "yenilikçi Müslüman" ayırımına da sebeb olmuştur. Şüp¬hesiz bu ayırımın temelinde Kur'ân'a yaklaşım yöntemi ve bu yöntemin farklılığı yatmaktadır. Zira Cemâatci bir top¬lum modelini benimseyen Müslümanlar; cemâat liderinin karizmatik kişiliğine ve otoritesine dayalı bir bilgiyi, İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görürken; cemiyetci bir toplum modelini benimseyen ve bu modeli savunan Müs¬lümanlar ise, Kur'ânî bilgiye dayalı ilke ve prensipleri İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görmektedirler. Çünkü cemaatçi bir toplum anlayışının karakteristik özelli¬ği, cemaat liderinin otoritesi ve karizmatik kişiliğidir. Cemi¬yetçi bir toplum anlayışındaki karakteristik özellik ise, ku¬ral ve ilkelerin otorite olmasıdır.

Nitekim Hz. Peygamber, cemâat anlayışına sahip bir topluma peygamber olarak gönderilmiş ve Kur'ân ilkeleri ve prensiplerine dayalı bir toplum modeli kurmaya çalış¬mıştır. Ne varki Emevîlerle birlikte, Hz. Peygamberin kur¬maya çalıştığı ilke ve kurallara bağlı toplum modeli yerine cemaat liderine bağlı bir toplum modeli oluşmaya başla¬mıştır. Ancak, bu cemaatçi toplum yapısına dayalı sanayi devrimi ile birlikte sanayi toplumu, daha sonra da bilgi toplumu haline dönüşmeye başlaması ile birlikte İslâmî hayât tarzının, bir çok sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik problemlerine yeterince çözüm üretemediği görülmüştür. Bunun sonucu olarak da bazı fertler, sosyo¬lojik realiteyi tahlil ve analiz etmedikleri veya edemedikleri için, daha da vahimi, cemâatçi yorumların, din değil ancak dinî bir mahiyet arzettiğini bilginin değeri açısından değer¬lendiremedikleri ve yorumla dini özdeşleştirdikleri için din¬den uzaklaşma gibi bir tavrın ve eğilimin içine girmişler¬dir. Buna karşılık, bu durum İslâmî kültürü ve bilgiyi, bilgi¬nin kaynağı ve değeri açısından tahlil ve analiz ederek din ile yorumu ayıran ve dinî düşünceyi yeniden teşekkül et¬tirmeye çalışan Müslüman aydınların çabalarına ve gay¬retlerine yön ve hız vermiştir. Şunu unutmamak gerekir ki, bir "ed-Dîn", bir de "cZ/n/" olan vardır "ed-Dîn" ancak Al¬lah'ın sunduğu ilkeler ve kurallar bütünüdür. Kaynağı ise sadece Vahiydir. "ed-Dîn"in insanlar tarafından anlaşılma¬sı, yorumlanması ve yaşanması ise dînî olandır. Vahiye dayanmayan her yorum din değil, dînîdir. Çünkü bu yo-rumda insan faktörü devrededir. Dinde ise insanın hiçbir etkinliği yoktur. Nitekim dinin tarifi de bunu açıkça ortaya koymaktadır:

"Din, akıl sahibi şuurlu insanları kendi irade ve arzu¬larıyla bizâtihî hayıf olan şeylere sevkeden bir vaz'ı İlâhîdir. Dinin gerçek vâzı'ı ye kurucusu, Allah'tır. Hiçbir insan ve hatta Peygamberler din vaz* edemezler."''

Hz. Peygamberle vahiy sona erdiği ve Kur'ân'da da herhangi bir tahrif bulunmadığı için din de değişme ve gelişme asla söz konusu değildir. Ancak dinî anlayış ve yo¬rumda gelişim ve değişim her zaman ve her mekânda olabilir! Mısır'da M. Abduh'un, Pakistan'da M. İkbâlin ve ülkemizde M: Âkiüvı ısrarla savunduğu fikirler dinin değil, dinî anlayışın değişim ve gelişimini Yansıttığını göster¬mektedir. Bu bağlamda dinde reformdan söz edenler, din ile dinî alanı kavramsal anlamda ayırt etmeyenler veya edemeyenlerdir. Dinî alan demek, dine veya nassa dayalı yorum demektir. Yorumda ise insan unsuru devrede oldu¬ğu için, insanın fıtrî yapısı, yeteneği ve ön bilgisine göre yorum değişebilecek Veya farklı olabilecek demektir. Nite¬kim tarihi olgu da bunu desteklemektedir. İtikadî, fıkhî mezheplerin ve tasavvufî ekollerin kendilerine özgü yo¬rumlarının çeşitliliği bunun bir kanıtıdır.

Sosyolojik açıdan ülkemiz insanının yarıya yakın bir bölümü tarım toplumu hayatını yaşarken diğer bölümü de sanayi toplumu- veya bilgi toplumu hayatını yaşamaktadır. Geleneksel İslâmî kültürümüz ve dinî anlayışımız, tarım toplumu hayatını yaşayan Müslüman insanımız için, tam olmasa bile genel anlamda yeterli olmakta ve önemli ölçü de mevcut İslâmî kültür bu kesimin problemlerini çözebil¬mektedir. Ancak bu geleneksel İslâmî kültürümüzün, sa¬nayi ve bilgi toplumunu yaşayan ve bu anlayışa sahip olan Müslüman insanımızın problemlerini tümüyle çözdü¬ğünü söyleyebilmek büyük bir iddia olur. Nitekim problem¬leri çözemediği içindir ki Osmanlıyı kuran dinî anlayış ve İslâmî kültür, onun yıkılmasına engel olamamıştır. Ayni şekilde pek çok insanımızın ateist ve deist olmasına da engel olamamaktadır, Bu durumda ortada bir yanlışlık var demektir. O yanlışlık, kaynağı vahiy olan dinde ve onun ana kitabı olan Kur'ân'da asla olamaz. Zira Allah'ın kurdu¬ğu düzende (hilkatte) ve koyduğu kanunlarda tebdil, ve tahvil olmamaktadır. Sünnetullah değişmemektedir. Din de sünnetullahtır ve onda da değişim yoktur, yanlışlık da,, yoktur. Yanlışlık cüz'i iradeye, cüz'i bilgiye ve kısmî tutu¬ma sahip olan insanda vardır. İslâm ve Kur'ân bugün in¬sanların problemlerini tam anlamıyla çözemiyorsa, bu Müslüman bilim adamlarını doğrudan Kur'ân'a ve sünne¬te gitmeyişlerinden kaynaklanmaktadır. Ağaçlarda takılı kalanlar, ormanı tanıyamazlar. Âyet, ağaç ise Kur'ân da ormandır. Ağacı tanımak ormanı tanımak olmadığı gibi âyeti anlamak da Kur'ân'ı anlamak ve tanımak değildir. Âyet merkezli yorum, geleneksel bir tefsir yöntemi olmuş¬tur. Bu yöntem, belki geçmişte, yaşamış insanımızın problemini büyük ölçüde çözmüştür. Ama bugünkü insa¬nımızın problemini tam olarak çözmeye yetmemektedir. O nedenle yöntem değişikliğinde zorunluluk bulunmaktadır., Bu da-geleneksel İslâmî kültürün sorgulanması ve dinî düşüncenin buna göre değişmesi demektir. Zira yöntem değişikliği, beraberinde düşünce değişikliğini de getire¬cektir. "Yenilikçi düşünce" denmesinin de anlamı budur.

Her ne kadar bir kısım Müslümanlarca, bazı ayetlere dayalı bilgilerin yerelliği ve tarihselliği ileri sürülmüş olsa da, Müslüman çoğunluğun inancı, Kur'ânî bilgilerin evren- sel boyutlu olduğudur. Yine tarihi bir gerçektir ki Kur'ânî bilgi, 23 yıllık bir süre: içinde ilk muhataplarına vahiy (tenzîl) yoluyla gelmiştir. Bunun anlamı, İlâhî vahiy'in bir¬den değil de 23 yıllık bir süre içinde parça parça gelmiş olmasıdır. Bu yöntemle geliş (tenzîl) aynı zamanda İlâhî olan bir yöntemi de içermektedir. Zira diğer kitaplar birden indirildiği halde Yüce Yaratıcı, son İlâhî vahyini, insanlara dini anlama ve uygulamada kolaylık sağlamak amacıyla, 'Tedricilik'’, 'Te'hîr ve "İmhâl" kavramlarıyla da açıklanan bir yöntemle indirmiştir. Bu yöntemin varlığını kabulde İse asla ihtilâf yoktur. Tam aksine tam bir ittifak mevcuttur. Ancak bu yöntemin "tarihsel" mi, yoksa "evrensel" mi ol¬duğu konusuna gelinince, geleneksel İslâmî kültürümüzde bu konu açık ve net değildir. Yazılan bütün eserlerin muh¬tevası bu yöntemin tarihsel olduğu düşüncesini yansıt-maktadır. Daha açıkçası biz bunun böyle olduğunu var¬saymaktayız. Açıkça ifade edilmese de, vahyin kesilme¬siyle, Kur'ân'ın olmuş-bitmiş bir vahiy haline geldiği ve tenzîl sonrasında Kur'ân'ın. bir bütün halinde uygulanması gerektiği düşünülmüştür. Halbuki Kur'ân'ın tenziline göre Mekkî ayetlerde yer alan iman ve ahlâk ile ilgili olarak ge¬len hükümler birden ve doğrudan geldiği halde çeşitli ibâdetlerle ilgili olarak gelen medenî ayetlerdeki hüküm¬ler, Te'hir (geciktirme) yöntemine tabi tutulmuştur. Ayrıca medenî âyetlerde yasaklarla ilgili gelen hükümlerde de Te'hîr yöntemi uygulanmıştır. Bu yasaklardan bazılarında ise Te'hîr yöntemi ile birlikte Tedricîlik yönteminin de uy¬gulandığı görülmektedir. Fakat uygulamada tenzilin tarihselliği düşüncesinin zaman zaman tıkandığı görülünce, probleme çözüm aranmak yoluna gidilmiş ve neticede ya ayete yeni yorum getirmek, ya da ayeti menşuh saymak şeklinde bir yöntem benimsenmiştir. Nitekim İbn Rüşd gi¬bi İslâm düşünürleri, akıl ile nakil çatıştığında naklin te'vil edilebileceğini bir yöntem olarak benimserken, Fıkıhçılar ve müfessirlerin önemli bir bölümü nâsih-mensûh yönte¬mini tercih etmişlerdir. Bu yöntem, ekonomisi tarım ve ganimete dayalı bir toplumda pek sıkıntı yaratmamış ye fakihlerin ürettikleri "Dâru’l–İslâm" ve "Dâru'l–Harp" kav-ramlarına da bağlı olarak bir ayet, bir diğer ayetle mensûh sayılabilmiştir. Meselâ Hibetullah b. Selâme'nin "en–Nâsih ve'l Mensuh" adlı eserinde ileri sürüldüğü şekilde, kılıç ayeti denilen müşriklerin öldürülmesi ile alâkalı bir ayetin; barış, iyilik, güzel davranma, güzel konuşma, af¬fetme, bağışlama, aldırmama gibi yüzü aşan bir ayet gru¬bunu neshettiği fikri, bugün Müslümanların yaşadığı sos¬yo-kültürel, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik hayatlarında¬ki bir çok problemi çözememektedir. Bunun neticesindedir ki bazı İslâm düşünürleri ve özellikle İslâm davetçileri, Kur’ân'ın Tenzîl metodunun da evrensel nitelikte olduğu¬nu, bu sebeple de Mekkî ayetlerin indiği ortamın fert ve toplum hayatında ve tarihin herhangi bir döneminde teker¬rür etmesi halinde tenzil yönteminin de devreye girebile¬ceği fikrini savunmuşlar ve geçmiş uygulamalardan ör¬nekler vererek, tenzil yönteminin evrensel olması gerekti¬ğini vurgulamışlardır.

Bu konuda verilen en çarpıcı örnek, şüphesiz "Müellefe-i Kulûb" la ilgili uygulama ve bu uygulamanın dayan¬dırıldığı gerekçeli yöntemdir. Bilindiği gibi hem Hz. Pey¬gamber, hem de Hz. Ebubekir, Müellefe-i Kulûb'a zekât vermişlerdir. Hz. Ömer ise, İslam’ın böyle kimselerin dost¬luğunu kazan maya artık ihtiyacı kalmamıştır gerekçesiyle kalpleri İslâma ısındırılması gereken bu kimselere zekât vermeyi durdurmuştur. Mâlikî fukahasından İbn Arabî (Ö. 542-1147) bu uygulamanın yorumunu yaparken "Tenzîf yönteminin evrenselliğine dikkatimizi çeken bir ifade kul-lanmaktadır. Ona göre "İslâm güçlü ise kalpleri ısındırmak için insanlara yardım etmeye gerek yoktur. Şayet yardıma ihtiyaç duyulursa o zaman Hz. Peygamberin yaptığı gibi yapılır ve devlet gelirlerinden bir kısmı bu kimselere veri¬lir. Zira Hz. Peygamber: İslâm zayıf olarak başlamıştır ve yeniden ilk başladığı gibi zayıf hâle gelebilir, demiştir."

Bunun anlamı, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik şartlar uygulanmakta olan yöntemden farklı olarak diğer bir yöntemin uygulanmasını zorunlu kılıyorsa, bu yöntemin de uygulanmasında herhangi bir sakıncanın bulunmamasıdır. Bu durumda şüphesiz uygulamada bir değişiklik olacaktır. Bu değişiklik bir hükmün bir diğer hük¬mü ebediyyen ortadan kaldırması anlamında değil, birbiri¬ne alternatif iki çözümden birinin mevcut problemi çöze¬mediği durumlarda diğerinin devreye girmesi anlamında¬dır. Bu olgu her ne kadar geçmişte nâsih–mensuh olarak tanımlanmış ise de olayın doğru olan izahı, farklı zaman ve mekânlarda uygulanacak çözümlerin, zamanı gelince devreye sokulmasıdır. Burada hükümler değil yöntemler değişmektedir. Nitekim Kur'ân'da hem savaş hem de ba¬rış ile ilgili ayetler bulunmaktadır. Savaş durumunda sa¬vaşla ilgili ayetlerin hükmü devreye girmekte, barış zamanlarında ise savaş ile ilgili ayetlerin hükmü devre dışı kalarak, barış ile ilgili ayetlerin hükümleri geçerli sayılmaktadır. Mesela: Mekke'de inen ayetlerde, barış, iyilik, bağışlama, af, hoşgörü, tatlı ve güzel konuşma gibi hü¬kümler yer almasına rağmen, hicretin ikinci senesinde Medine'de savaş ile ilgili hükümlerin yer aldığı âyetlerin nâzil olduğu görülmektedir. Bu durumda savaş hükmünün yer aldığı ayetin veya ayetler grubunun, savaş karşıtı hükümlerin yer aldığı, âyetleri veya ayetler grubunu neshettiğini söyleyerek bu yorumu evrenselleştirmek doğru ol¬mayan bir yöntemdir. Bu yöntem müfessire Kur'ân'ın her iki olguya ait getirdiği hükümler arasında bir çelişki varmış gibi göstererek birini diğerine tercih ettirmek suretiyle di¬ğerini yok saydırmaya sevk etmiştir. Halbu ki savaş sıra¬sında savaşla ilgili kurallar barış sırasında ise barış ile il¬gili kurallar devreye girmektedir. Çünkü savaş ayrı bir ol¬gu barış ise ayrı bir olgudur. Her iki olgunun da kendisine özgü kuralları ve şartları mevcuttur. Birine ait kural ve şartları diğerinde kullanmak imkansızdır. Dolayısıyla sa¬vaş ve barışı tek olgu sayarak birine ait kuralları genelleş¬tirmek ve diğerinin kurallarını tercih edilen tarafın kuralları ile çelişiyor diye mensuh saymak tenzil yöntemine ters bir düşüncedir.

Aynı şekilde dînî kültürümüz diye geçmişte yapılan yorumları toptan kabul etme veya reddetme de doğru ol¬mayan bir tavırdır. Ya hep ya hiç anlayışına dayalı bu tu¬tum yorumların doğruluğunu zamana ve mekâna bağımlı kılmak demektir. Halbu ki doğrunun ölçütü ne zaman, ne de mekândır. Her zaman ve her mekânda doğrular ve yanlışlar olabilir. Bu sebeple geçmiş kültürümüzde doğru¬lar olduğu gibi yanlışlar da olabilir. Aynı kural günümüz için de geçerlidir. Geçmişten bize intikal eden bilgiler sor¬gulanmalı fakat toptan reddetme veya kabul etme gibi bir tavrın içine girilmemelidir. Bu açıdan bakıldığında bir müfessirin görevi insanların problemlerine Kur'ân merkezli yorumlar üretmesidir. Bunun için de öncelikle Kur'ân'a git¬mesi ve Kur'ân bütünlüğünü, hedeflemesi, 1400 yıllık kül-tür birikiminden ve çağdaş kültürlerden istifade ederek ön bilgiler elde etmesi ve bu ön bilgilere dayalı olarak da yo¬rum yapmasıdır. Zira sahip olduğumuz 1400 yıllık dinî kültürümüz bize ön yargıyı değil, ön bilgiyi verecek mahi¬yettedir. Bunun için bu kültürümüzü dışlamak asla söz konusu olamaz. Ama bu kültürümüze ait bilgilerin Ön yargı haline getirilmesi, bilginin inanç haline getirilmesi demek olur. Kur'ân'a göre vahiy dışı hiç bir bilgi inanç bilgisi niteliğinde değildir. Nitekim pek çok ayet imanın konusu olan bilgiyi "inzal" kavramına tahsis etmektedir. Mesela; "Onlar sana indirilene inanırlar" (Bakara 2/4) ayeti vb. diğer ayetler, İnanç bilgisinin konusunu Hz. Peygamber'e indiri¬len şeye (vahye) bağlamaktadır. Şayet bu tanıtımın karşıt anlamını düşünürsek, indirilen şeyin dışındaki bilgiler, inanç bilgisi niteliğinde olmayan bilgiler demektir.

Bu bilimsel açıklamaların ve ilkelerin ışığında Kur'ânî muhtevanın tümüyle ortaya çıkartılması ve inanan insanı¬mızın problemlerine bu muhtevaya dayalı çözümler üretil¬mesi, bir bilim adamının en büyük arzusudur. İşte bu ar¬zu, 20 yıllık bilimsel hayatımın muhtelif evrelerinde inanan insanımızın sosyo-kültürel alandaki problemlerine Kur'ân merkezli çözümler aramak veya kısmen de olsa Kur'ânî muhtevanın boyutları hakkında onları bilgilendirmek ama¬cıyla kaleme alınan 20'ye yakın makalenin, bir bütünlük içinde bir araya getirilmesi neticesinde böyle bir kitabı or¬taya çıkartmıştır. Şüphesiz inanan insanımızın problemle¬ri ve Kur'ânî muhtevanın boyutları bu kitaptaki kadarıyla sınırlı değildir. Çünkü Kur'ânî muhtevanın boyutları en az insan hayatının boyutlan kadar geniştir. Zira insan hayatı¬nı ilgilendiren her konuda Kur'ân'da bilgi mevcuttur. An¬cak bu bilgi ayrıntılardan uzak temel ilke ve prensipler ha¬lindedir. Kur'ân'da herşeyin bulunduğu bilgisinin de anla¬mı budur. Yoksa yorumu veya keşfi insan aklına ve iradesine bırakılmış olan alanlardaki bilgilerin Kur'ân'da bulun¬duğunu söylemek, Kur’ânî muhtevayı bilmemek demektir.

Ne var ki İslâm dini denince akla Fıkıh, Kelâm ve Tasav¬vufun sınırlarını çizdiği geleneksel İslâmî anlayış gelmek¬tedir. Halbu ki bu üç ana konuyla ilgili toplam ayetlerin sa¬yısı, en iyimser yaklaşımla binbeşyüz civarındadır. Bu ise yaklaşık Kur'ân'ın dörtte biri demektir. Kur'ân'ın geriye ka¬lan dörtte üçlük bölümüne ait ayetler ise çok farklı konuları içermektedir. İşte elinizdeki şu kitapta yer alan konular, çok farklı bu muhtevadan seçilmiş ve aynı zamanda hem problem çözücü hem de muhtevayı tanıtıcı bir yaklaşımla yazılmıştır. Konulara mümkün olduğu ölçüde ön yargıdan uzak yaklaşılmış ve buna mukabil gerek geçmiş kültürü¬müz ve gerekse çağdaş bilimin verileri ele alınan konula¬rın açıklanmasında ön bilgi olarak kullanılmıştır.

Eserin bu içerikle basımı için gösterdiği kolaylık ve yardımdan dolayı aziz dostum Ömer Ziya Belviranlı'ya te¬şekkür eder ve her konuda olduğu gibi bu konuda da her- türlü imkân ve nîmeti lütfeden Genâb-ı Hakka hamd ede¬rim.

Prof. Dr. Celâl KIRCA

Kayseri-22.11.1995

Birinci Bölüm

KUR’ÂN

ve

YORUMU

İNSAN ve DİN

İnsanlar, dünyaya gelirken irsî bir takım kabili¬yetleri de beraberinde getirirler. Bir başka ifâde ile Al¬lah Teâla, İnsanları fıtrî kabiliyetlerle donatarak ya¬ratmış ve insanoğlu da yeryüzüne bu kabiliyetlerle do¬lu olarak gelmiştir. Psikoloji, bu kabiliyetlere eğilim-, 1er, içgüdüler ve temel duygular adlarını vererek sınıflandırmış ve bu tabiî ve fıtrî kabiliyetleri anlamaya ve çözmeye başlamıştır. Bu çalışma hâlâ devam etmekte¬dir.

Her hangi bir olay ve etki karşısında duyarlı ol¬mak ve duygulanmak, insanda fıtrî bir istidad ve kabiliyettir. Bunlardan birisi de din duygusudur. Din duy¬gusu, her insanın dinî konular karşısında duygulanması ve duyarlı olmasıdır. Bu bakımdan dinî his ve dinî duygu, diğer duygular gibi insanın yaradılışına ve tabiatına bağlı bir, duygudur. Bu ve benzeri duygular, Öğretilmez ve başkalarından alınmaz. Bunlar, insanın yaradılışına bağlıdır. Ruhî ve bedenî yapı ve mekaniz¬ma herkeste aynı şekilde işler. Her insan, maddî ve manevî tesirler karşısında duygulanmak istidad ve ka¬biliyetine sahiptir, insanda bu istidad ve kabiliyet bu¬lundukça, onda fıtrî ve tabiî din duygusu da var de¬mektir. Bu duygu henüz onda şuur ve iradesi dışında yaşayan belirsiz bir duygu halinde iken, telkin ve eği¬tim onu şuurlandırır ve geliştirir. Bir ferdin şu veya bu dine mensup olabilmesi de telkin, taklit ve eğitime bağlı bulunmaktadır. Aile, eğitim ye din şuurunun gelişmesi, ferdin bir dine mensup olmasında ve dindar ol¬masında etkin rol oynar.

Din duygusu, dinî mahiyet arz etmeyen bir dindar¬lık kabiliyeti ve yeteneğidir. Bu durumda bu duyguya, akıl ve tecrübenin müdahalesi henüz yoktur. Ancak in¬san, bu kabiliyeti geliştirerek inanan bir Mü'min olabi¬leceği gibi, köreltmek veya baskı altına almak suretiyle de inkarcı bir kimse olabilir. Akıl, tecrübe ve sosyal şartlandırmalar, onu rahatlıkla şekillendirebilir. İnsan bu noktada hürdür ve inanıp inanmama da serbesttir. Diğer bir ifade ile insan, din duygusunu müspet yönde geliştirip geliştirmemede tamamen serbesttir, insan bilgi ve tecrübe sahibi oldukça mantıkî tahliller yapar ve bu basit duyguya aklî mefhumlar ilâve ederek onu güçlendirmeye çalışır.

Aile ve toplum, sürekli telkinlerle din duygusunu geliştirmeye, belirli inançlar ve esaslar aşılamak sure¬tiyle ferdi yönlendirmeye çalışır. Neticede fertte müp¬hem bir din duygusu yerine muayyen itikatlar ve ahlâkî kurallarla beslenen bir din şuuru teşekkül eder. Din eğitiminin asıl amacı da fertteki bu duyguyu, şuur haline getirebilmektir. Kur an-ı Kerîm, insandaki din duygusunun fıtrî olduğunu açıkça beyân etmektedir. Rûm suresinin 30. ayetinde "Ey Muhammed, Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaradılışta verdi¬ği dine ver" denilmektedir. Ayettendin kelimesinden sonra yaradılış anlamına gelen fıtrat kelimesi geçmek¬tedir. Bu da din duygusunun insanın yaradılışında bu-lunduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar, daha sonra anne-babası onu Yahudi, Mecusî veya Hıristiyân yapar" buyurmaktadır. Yine Hz. Peygamber, bir diğer hadisle¬rinde ise "Her doğan çocuk, din üzere doğar" demektedir. Eğitimin amacı/bu duyguyu şuur haline getir¬mektir.

Şuur, inşanın içinden geçen ruhî olaylar hakkın¬da bilgi edinmesi ye bu ruhî olayların farkına varması¬dır. Bu tarif, Kur'ân'da sık sık tekrarlanan bir tariftir. Şuur ve olayların farkına varma anlamında Kur'ân'da bu ifâde tam 25 yerde geçmektedir. Özellikle bu tabir, inanmayanlar ve yaradılıştaki din duygusunu zoraki olarak köreltmeye çalışanlar hakkında kullanılır. Bu da din duygusunun köreltilmemesi gerektiğini vurgu¬lamaktadır. "Farkına varmayanlar" ifâdesi bunu be¬lirtmektedir. Farkına varamama, bir şuursuzluk hali¬dir. Şuurlu insan, yaptığının farkında olan ve yaptığını bilerek yapan insandır. İnanmada da şuur hali olmalı¬dır. Gerçek inanma, şuurlu inanmadır. Dinî uyanmayı etkileyen bazı faktörler vardır. Zekânın gelişmesi ve muhakeme kabiliyetinin artması, çocukluk yıllarında tereddütsüz kabul edilen dinî inançlar üzerinde düşün¬meye yol açar.

Din şuurunun kemâle ermesi neticesinde, ya hidâyet olayı ya da dinî kuralları mükemmel uygulama meydana gelmektedir. Lisânımızda hidayet, lâdinî ha¬yat yaşayan bir ferdin dindar bir hale gelmesi, günah ve isyandan sıyrılarak hak yoluna teveccüh etmesi şek¬linde anlaşılmaktadır. İhtida ise, Hristiyan, Yahudî veya müşrik olan bir kişinin Müslüman olması anlamı¬na gelmektedir.

Gerek hidayet ve gerekse ihtidâ olaylarının sebepleri pek çoktur. Bununla birlikte bu sebepleri üç ana grupta toplayabiliriz:

a. Nefse ve şuura ait iç sebepler,

b. Dış sebepler,

c. Sosyal sebepler.

Bu sebepler içinde hiç şüphesiz en önemlisi, iç sebeplerdir. İnsan şuurunda veya şuuraltında meydana ge¬len buhranlar ve değişmeler, insanı hidayete götürebi¬lir. Diğer iki sebep ise, insan şuurunda meydana gelen hareketleri ye değişmeleri hızlandırır veya geciktirir. Dışarıdan ve toplumdan ne gibi te'sirler gelirse gelsin, neticede ihtida olayı, ferdin nefsinde olmaktadır. Bu nedenle ferdin nefsi, ihtidâda çok önemli rol oynadığı gibi, eğitimde de büyük rol oynamaktadır. Bu nedenle¬dir ki Hz. Peygamber “Nefsini bilen Rabbini bilir" de-miştir.

Ferdi hidayete götüren dış etkenler arasında özel¬likle, tabiî âfetler ve kazalar, aşk, evlenme, okunan kitaplar, telkinler ve eğitim önemli fonksiyonlara sahip¬tir. Camilerde kılınan namazlar, özel dinî törenler ve sosyal faaliyetler de sosyal sebepler arasındadır. Bir toplumun dinî kuralları yaşaması, toplumun fertlerine de etki etmekte ve fertleri şartlandırmaktadır.

Din eğitiminde kısaca insanların hidayet ve ihtidâsında, Kur’an-ı Kerîm'in çok büyük bir etkisi mevcuttur. İnsan ruhunun henüz sırları çözülmemiş meçhul karanlıklarında meydana gelen kasveti, üzün¬tüler, sıkıntıları ve çağdaş ifadesiyle stresi ancak Kur'ân'la dağıtmak mümkündür. Zira her şeyimize hâ¬kim olan teknik, ruhumuzu okşayacak âleti henüz bu¬lamamıştır. İnsanlar, çok eskiden olduğu gibi, bugün de din ile Kur'ân ile ferahlayabilir. Dünyamız, gittikçe yalnızlaşan, ümitsiz, tesellisiz ve inançsız bir sürü in¬sanla dolmuştur. Merhametsizlik, gaddarlık hiç bir de¬virde bugün ulaştığı seviyeye çıkmamış, kan dökücülük hiç bir zaman bugün olduğu kadar yaygın bir hal almamıştır. İnsanlığın bu hale gelmesinin günahı, sâ¬dece teknolojiye yüklenemez, bununla birlikte başka etkenler de bulunmaktadır. Bunlar arasında en önem¬lisi, iyi bir din eğitimi verilememiş olması gelmektedir.

Din, insanı yaradılış gayesinde eğitmek ve yücelt¬mek isteyen bir sistemdir. Dinin asıl amacı, bütün iç dünyası ve her türlü davranışlarıyla insandır. Din, in¬sanı insan yapmaya çalışır. Din, insanın kendine gel¬mesini, kendini bulmasını ve kendi kendinin olmasını ister. İnsanın nefsanî arzularından ve kötü alışkanlık-larından kurtulması çok zor bir iştir. Fakat bir insan bunu, Allah'ın yardımı ile başarır ve onun emri ile ya¬par. Din, kendisine İnanmış ve samimiyetle bağlanmış insanlar ister. Dinde bilmek bundan sonra gelir. Dün¬yada pratik fayda gözetmeyen yegâne müessese varsa o da mutlaka dindir. Hele İslâmiyet gibi yüce bir dinin maddeci ve faydacı olması asla düşünülemez. İslâmî, maddeci, şekilci ve faydacı bir sistem olarak takdim et¬mek, kafalara bir parça fikir, kalplere birazcık neş'e verememek ve dini özünden uzaklaştırmak demektir. Dinî eğitim ve öğretimde ve İslâmî tebliğde en doğru ve en sağlam metod ise, hiç şüphesiz Kur'ân'ın metodu¬dur. Dinî telkinde Kur’ân'ın metodu takip edilmediği içindir ki, din ilimlerini bilen fakat dine inanmayan ve onu yaşamayan insanların şansı bir hayli fazladır.

Dinin Özü ve ruhu değişmediği halde, insan daima değişmekte ve tekâmül etmektedir. Değişen ve gelişen bir yapıya sahip olan ihsana, değişmez kaide ve kural¬ları anlatmanın ve tebliğini yapmanın zorluğu apaçık ortadadır. İnsanın hidayet ve mutluluğunu hedef alan İslâm'ın, insanlara ve kitlelere öğretilmesinin çok fark¬lı ve çeşitli usulleri ve metotları bulunabilir. Fakat bu usul ve metotlar içinde acaba Kur'ân'ın usul ve meto¬du nedir? Kur'ân'ın muhtevası, onun gayesi ise, nüzûlü de onun metodudur; Tebliğ metodu açısından Kur'ân’ın -nüzulünü iyi anlamamız, onun metodunu da iyi anla¬mamızı sağlar. Muhtevâ ve nüzûl ilişkisini iyi anlama¬dan, Kur’ân’ın metodunu iyi anladığımızı iddia edeme¬yiz. Zira gaye ve amaç kadar, gayeye götüren vasıta da önemlidir. Gayr-ı İslâmî bir metodla, İslâmî amaca ulaşmak mümkün değildir. Gaye ne kadar doğru olur¬sa olsun, vasıta yanlış ise, netice de yanlış olur. Bunun için İslâm, gayenin doğruluğu kadar, vasıtaların da doğruluğunu arzu eder. En doğru metod ise, Kur'ân'ın metodudur. Eğitim ve öğretim açısından Kur'ân'ı Kerîm, araştırıldığında O'nun farklı bir metoda sahip olduğu görülür. Din eğitimi açısından Kur'ân'ın bu me¬todunu araştırmak, özellikle Mekke'ye ait metodunu öğrenmek, tebliğ ile görevli her kişinin üzerine düşen bir görevdir.

İnsanlardaki beslenme, yeme, içme, cinsiyet, ço¬ğalma, sevme, kendini beğenme, mülk edinme, mutlu bir hayat yaşama gibi duygular, ferdî duygulardır. Kardeş, arkadaş sevgisi, toplu yaşama, aile ve analık sevgisi, şeref, gurur ve aşağılık duygusu gibi duygular ise sosyal duygulardır. Din, ahlâk, ilim aşkı, milliyet veya vatan sevgisi gibi duygular da ideal duygulardır. Bu duygular arasında denge kurulduğu ve birini veya bir kaçını, büyütmek için diğerlerinin köreltilmediği sürece insan, mutlu ve huzurludur. Aksi takdirde, in¬sanın mutlu ve huzurlu olması imkânsızdır. Zira duy-guları tatmin edilmemiştir. Tatmin edilmeyen her duy¬gu, insana huzur yerine sıkıntı ye acı getirir. Din duy¬gusu da böyledir. O da tatmin edilmez ise, o duygu sa¬hibini huzursuz edecektir. Psikolojik açıdan din lüzum¬ludur ve gereklidir. Pek tabii eğitimi de gerekli olacaktır.

Din, fert için olduğu kadar toplumlar için de kaçı¬nılmaz bir ihtiyaçtır. Bu gerçeği, sosyoloji ve tarih ilim¬leri de te'yid etmektedir. Tarihte dinsiz yaşayan bir toplum görülmemiştir. Bugün de yer yüzünde milyon¬larca insan, Allah'ın varlığına inanmakta ve O'na yö¬nelmektedir. İnsanlar, hayatın acı ve ızdıraplarına karşı, en büyük teselliyi Allah'a inanmada yani dinde bulmuşlardır. Zira Allah'a iman ve dinî terbiye, insanı öncelikle kendi nefsine, ailesine ve milletine karşı fe¬nalık yapmaktan korur. Hayatta en maddî sayılan acı¬ların ve ızdırapların kaynağı dahi, ruhî ve manevîdir. En ağır hastalıklar ve acılar dahi, dinî telkinler ve te¬sellilerle sönebilmekte veya sakinleşmektedir. Bu yüz¬dendir ki, insan oğlunun en büyük özelliği ve kendisi¬ni diğer canlılardan ayıran en mümeyyiz vasfı, Allah'a inanma ihtiyacı duymasıdır. Din de, sevme ye sevilme gibi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın da diğer ihtiyaçlar gibi tatmin edilmesi gerekir.

Psikolojik araştırmalar da göstermiştir ki, bir dine inanan ve mabetlere devam eden insanlardaki karak¬ter ve şahsiyet sağlamlığı, dine inanmayan ve mabetle¬re devam etmeyen insanlara göre daha belirgin ve daha üstündür.

Bir kimsenin mesut ve bahtiyar olarak yaşayabilme¬si için, hayatın bir kısım zevklerinden feragat etmesi, başkalarına karşı fedâkâr olması ve kendisini bir di¬siplin altına sokabilmesi gerekir. Yalnız kendi çıkarla¬rını düşünmek ve ferdî isteklere tabi olmak insanı bencilliğe götürür. Bencilliğin sonu da ızdırap ve elem¬dir. Din insanlara karşı şefkati, sevgiyi ve yardımlaş¬mayı emreder, onları fedakar ve merhametli olmaya teşvik eder. Bu nedenle insanı, gerçek insan olmaya götüren en sağlam yol, din yoludur. Din ferdî ve sosyal dayanışmanın en büyük teminatıdır.

İnsan, hem beden hem de ruhtan ibaret bir varlık¬tır. Beden, havaya, suya ve besin maddelerine nasıl muhtaç ise, ruh da, inanmaya, sanata ve manevî gıda¬lara muhtaçtır. İnsan ruhu, manevî gıdalarla beslen¬mez ise, zayıflar ve gücünü yitirir. İnsanda doğuştan var olan her türlü eğilimler ve duygular, normal bir şe¬kilde gelişmeye ve terbiye edilmeye muhtaçtır. Bunlar ihmal edilirse, insan normal gelişmesini tamamlaya¬maz. Bu duygular arasında en kuvvetli ve en sağlam olanı da din duygusudur. Din duygusu, telkin ye alış¬kanlıklar ile beslenirse, ahlak, estetik, aile ve toplum duyguları da beraberce gelişir ve yücelir.

Manevî, hayatı ihmal edilen kişilerde, şüphecilik baş gösterir. Şüphe ise, manevi hayatı kemiren kor¬kunç bir hastalıktır. Şüphede kalan insan, daimî bir ızdırap ve rahatsızlık içinde yaşar. Şüpheci insan, hiç bir şeye inanmaz ve hiç bir manevî değere itibar etmez. Bu nedenle de insan inanmak ihtiyacındadır. İnanıla¬cak tek idealde en üstün varlık olan Allah'tır, O'nun insanlara kurtuluş yolunu gösteren dinidir.

İnsanlardaki ahlaki değerlerin en büyük desteği ve yönlendiricisi de dindir, Vazifeye bağlılık, doğru¬luk, adalet, şefkat, hürmet ve yardımlaşma gibi ahlakî kaideler, Allah'a inanan ve bağlanan kimselerin kalb ve vicdanlarında yaşar, Allah, inananların kalb ve vic¬danlarında yaşayan duyguları ve niyetleri bilir ve onla¬ra en doğru hareket ve yaşayış yollarım gösterir. Bir toplumda vazifelerin ve hukukun tam olarak yaşaması için, bu duyguların insanların vicdanında mukaddes bir duygu olarak yerleşmesi gerekir. İnsanlar, sun'î ve değişken kurallardan ziyade, sevgi ve saygı ile inan¬dıkları şeylere bağlanırlar. Bu bakımdan din, ahlâk ve hukuk kurallarının en gerçek ve devamlı bir dayanağı olur. Allah'a ve ahire te inanan bir kimse, toplumun ahlâk ve hukuk kurallarına saygı duyar ve vazifesine yürekten bağlanır. Mü'min, haksızlık, yapmaktan kor¬kar, Allah'ın emirlerine karşı gelmekten çekinir. Dinin temin ettiği ahlakî otoriteyi, hiç bir kanun ve hiç bir otorite temin edemez. Bu sebeple ahlâkın en sağlam te¬meli dindir ve din olmalıdır.

 

Din toplumda, birleştirici ve toplayıcı bir faktör olarak da önemli bir vazife görür. Toplumlar, belli yö¬relerde yaşayan insanlardan ibarettir. Toplumun fertle¬ri, özel yaşama şekilleri içinde birbirlerinden ayrı olan kişilerdir. Bu kalabalığı, belirli amaçlar ve görevler karşısında bir bütün halinde bir araya getiren kuvvet, yine dindir. Din sayesinde birbirine yabancı olan in¬sanlar, tek fikir Ve tek duygu etrafında birbirleriyle kaynaşırlar ve bir bütün meydana getirirler. İslâmiyet "Müminler ancak kardeştir" (Hucurat, 49/10) İlahî emriyle bunu sağlamayı amaçlar.

Dinler, koydukları kurallarla manevî hayatta en sağlam ve esaslı bir disiplin sağlarlar. Dinin sağladığı bu disiplini, hiç bir kuvvet ve otorite sağlayamaz. Özel¬likle İslâmiyet, dünya ve ahireti kaplayan şümullü esaslarıyla sosyal disiplini en iyi şekilde sağlayan bir dindir.

Din eğitiminin amacı, insan için vazgeçilmez bir ihtiyaç olan ve onun saadet ve mutluluğunu temin eden dini, fertlere ve topluma psikolojik ve sosyolojik şartlara uygun olarak öğretmektir. Din insan için ve insan hayat için bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın doğru bir biçimde karşılanması gerekir. .

Din eğitiminin amacı, kişinin ve toplumun dinî ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte, dini, hurafelerden ve ideolojilere âlet olmaktan koruyarak özüne uygun bir biçimde yaygınlaştırmak ve böylece vatandaşlar arası birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Fertler arasındaki ilişkilerin karşılıklı sevgi ve saygıya dayanması, an¬cak bu fertlerin birbirlerini çok iyi tanımalarıyla müm¬kündür. Bu tanıma, yüzyüze tanıma değil, milleti oluş¬turan ortak değerleri tanımadır. Milleti, millet yapan ortak değerlerden en önemlisi, şüphesiz dindir. Bu or¬tak değeri öğretmek, milletin geleceğini garanti altına almak demektir. Zira, din, millî hissi takviye eden ulvî ve evrensel bir idealdir.

Kısaca din eğitiminin amacı, insan unsurunun do¬ğuştan beraberinde getirdiği din duygusunu, şuurlandırmak, onun insan hareketleri üzerindeki motivasyonel etkilerini anlamlı bir hale getirmek, böylece din duygusu gibi güçlü ve manevî bir otoriteyi, toplumun huzur ve refahı yönünde daha verimli kılmaktır. İslâm dini, insanı Müslüman olarak yetiştirmeyi amaçlar. Her din gibi onun da amacı, mensuplarını kendi pren¬sipleri doğrultusunda yetiştirmek, olgun bir insan hali¬ne getirmektir. İyi insan-iyi vatandaş yetiştirilmesi açısından din eğitiminin zorunluluğu açıkça ortaya çı-kar. Genel eğitimin amaçlarıyla din eğitiminin amaçla¬rı arasında bir çelişki yoktur. Bilâkis din eğitimi, genel eğitimin amaçlarını gerçekleştirmede önemli bir görev üstlenir. İslâm dini, mensuplarından herkese ve her şeye karşı görevlerini eksiksiz yapmasını ister. Bu tak¬dirde olgun bir Müslüman olabileceğini söyler. Bir Müslüman da olgun bir kişi olabilmek için, görevlerini yapmak zorundadır. Genel eğitimin de istediği, görevi¬ni yapan bir insan yetiştirmek değil midir? İslâm dini, bunu gerçekleştirmekle, olgun huzurlu ve mutlu bir in¬san tipi ortaya çıkartmayı amaçlamaktadır.

Bir Müslümanın en önemli ve en şiddetli arzusu, hiç şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu arzu onda, vazgeçilmez bir tutku halindedir. Çünkü bir Müslüman, bütün varlığını, maddî ve manevî bütün servetini O'na borçlu olduğunu bilir ve böyle inanır. Allah rızası¬nı kazanan bir mümin, korktuklarından emin olacak ve cehennem azabı tatmayacaktır. Buna mukabil, cen¬nete girecek ve orada ebedî olarak yaşayacaktır. Bu ar¬zuya kavuşmak ise, ancak Allah'a inanmak ve O'nun emirlerine uymakla mümkündür.

Allah'ın insanlara olan emirleri arasında inanma, ahlâklı olma ve ibadet en önemli yeri işgal eder. Tebliğ, bir diğer ifade ile İslâm'ı anlatmak, Müslümanların yapması gereken ibadetler arasında yer alır ve onları buna mecbur eder. İslâm'ın veya İslâmî kuralların, inanmayan veya inanan herkese ulaştırıl¬masıdır. Bu görev, peygamberler için, bir peygamberlik görevidir. Bunun için de tebliğ, peygamberlerin ilk gö¬revleri arasında yer alır. Bu görev, Hz. Peygamber'den sona, O'nun ilimde mirasçıları olan İslâm alimlerine verilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, tebliğ ve dâvetle görevli olan Hz. Peygambere bu görevi, "davet et” "tebliğ et" ve "hatır¬lat" gibi emirlerle vermiş ve O'nun şahsında bütün Müslümanları, özellikle ilimde O'nun mirasçısı olan alimlere farz kılmıştır. Peygamberimiz ilk defa "kalk ve korkut" emriyle tebliğ görevine başlamış ve "yakın akrabanı korkut" emriyle de davetini açığa vurmuş¬tur. Bu sebeple bir tebliğci ve davetçi olarak Hz. Pey¬gamberin Kur'ân'daki vasfı, "mübeşşir ve nezîr"dir. Bu davetin muhatabı ise, bütün insanlıktır. En'âm suresinin 19. ayetinde, "Şu Kur ân, bana sizi ve sizden sonra erişenleri de inzâr etmem için vahyolundu" buyrul- maktadır. Dâvet, inanan insana da, inanmayan insana da yapılacaktır. Özellikle tehditten korkan insanlara Kur'ân ile öğüt verilecektir. Şayet öğüt verilen kişi mü'min ise, verilen öğüt ona mutlaka fayda verecek¬tir. Bununla beraber "Rabbinin yoluna dâvet et" emri, umumîdir ve hiç bir sınırlaması da yoktur. Bu emir, din eğitiminin Kur'ânî dayanağını ortaya koyar. Bu dâvetin ve eğitimin şeklini açıklayan ayetlerde ise şöyle denilmektedir: "İnsanları, Rabbinin yoluna hik¬metle, güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücadeleni en gü-zel yol hangisi ise onunla yap", "İçlerinden zulme¬denleri hariç, Kitap ehliyle en güzel tarzda mücadele edin" "İşte benim yolum budur, Allah'a basiretle da¬vet ederim. Dâvetin şeklini açıklayan ilk ayette, hik¬met ve güzel öğüt kavramları geçmektedir. İbn Cerîr et-Taberî'ye İÖ. 310/922) göre, hikmet, Kur'ân'dır, gü¬zel öğüt ise, Kur'ân'da zikredilen kıssalar ve ibret dolu olaylardır. Kur anla dâvet, aynı zamanda bir cihattır. Bu tür cihad, en büyük cihattır. "Eti büyük cihadı on¬larla, Kur ânla cihad ederek yap" ayeti, bu gerçeği açıklar.

Din eğitiminin dinî kaynaklarından birisi Kur'ân-ı Kerîm ise, diğeri de sünnettir, Hz. Peygamber, nübüv¬vetle birlikte eğiticilik ve öğreticilik görevini de üstlen¬miş ve fiilen bü görevi yürütmüştür, Hz, Peygamber bu görevini şu sözleriyle açıklar: "Allah, beni tebliğ edici olarak gönderdi", "Ben bir öğretici olarak gönderil¬dim", "Ben azâb için değil, rahmet için gönderil¬dim." Bu ayet ve hadisler, din eğitiminin psikolojik dayanakları yanında dinî dayanaklarını oluşturur. Ay¬rıca devamlı hayır getiren şeylerin yanında, faydalı bir ilim ile hayırlı bir evlat da, bir Müslümanın ölümün¬den sonra sevap kaynaklarını teşkil eder. Hayırlı bir evlâdın yetişmesi, hiç şüphesiz bir eğitim ve öğretim işidir. Din eğitimi görmeden, bir kişinin hayırlı bir ev¬lat olması ve bilgisini ve becerisini hayra kullanması hemen hemen imkânsızdır.

 

KUR’ÂN'İN YORUMU VE YORUMUN BAĞLAYICILIĞI

Tefsir ilminin dünü ve bugünü itibariyle önemli konularından biri de, yapılan yorumların değeri ve bu değere göre bağlayıcılığı problemidir. Bu konuya bilgi¬nin kaynağı açısından bakıldığında, Kur'ân ayetlerine veya bazı Kur'ânî kavramlara Hz. Peygamber'in yaptı¬ğı açıklamaların (tebyiri) yanında, Hz, Peygamber'in dışındaki insanların da akıl ve duyu organlarına dayalı yaptıkları açıklamalar söz konusudur. Hz: Peygamber hayatta iken tek bilgi kaynağı hiç şüphesiz sadece va¬hiy değildi. Diğer iki kaynak da günlük hayatta kulla¬nılıyordu. Ancak vahyin diğer iki kaynağa karşı fonksi¬yonel üstünlüğü söz konusuydu. Çünkü Hz. Muhammed'in peygamberlik kimliği gereği hem tebliğ hem de tebyin görevi vardı. "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur" (Ahzab, 33/36) ayetini, hükmünün fonksiyonel üstünlüğüne, namaz, oruç, zekât ve hac gibi teabbüdî konulardaki tebyinini de, yorumunun fonksiyonel üstünlüğüne örnek olarak verebiliriz. Ancak O'nun vefatından sonra bu fonksi¬yonel üstünlük, Hz. Peygamber'e izafe edilen söz ye davranışlara geçti. Böylece O'ndan yapılan rivayetler önem kazandı. Dolayısıyla vahye dayalı bilginin yerine, sahabenin rivayetleri, daha sonra da tabiinin rivayet-leri geçti. Belli bir zaman süreci içinde meydana gelen sosyo–politik, sosyo–kültürel ve sosyo–ekonomik etkenlerin tesiriyle oluşan yeni yeni anlayışlar ve oluşumlar, mevcut rivayetlere yenilerini eklediği gibi, akıl ve duyu organlarını ön plana çıkartarak rivayetlerin fonksiyo¬nel üstünlüğünü azaltmaya, hatta rivayete alternatif olarak ileri sürülen dirayeti ön plana çıkartmaya baş¬ladı. Bunun üzerine önce fakihler, daha sonra da hadisçiler yapılan rivayetleri sorgulamak ihtiyacını his¬settiler. Tespit edilen ölçülere göre raviler sorgulandı, ancak nakledilen yorumlar veya verilen bilgiler bilgi¬nin kaynağı açısından sorgulanmadı. Yani Hz. Muhammed'den nakledilen sözler ve davranışların hangi¬si, Resul Muhammed'e, hangisi kul Muhammed'e aitti? Bu açık olarak belirtilmedi. Oysa Hz. Muhammed'in Kur'ân’daki tanımı, Kelime-i şehâdette ifadesini bulan kul, ve resuldü. O, bir yandan kulluk kimliği ile bir yandan da resullük kimliği ile açıklamalarda bulunmuş ve yaşamıştı. Daha öncede belirttiğimiz gibi, ken¬disine yüklenen tebyin görevi gereği, bazı Kûr'ânî kav¬ramları ve ayetleri açıklamış, ama pek çok ayeti ve kavramları ise açıklamamıştı. Bir diğer ifade ile taabbudî konulardaki Kur'ânî kavramların içini vahye dayalı olarak' doldurmuş, ama her Kur'ânî kavramın İçini doldurmamıştı. Kur'ân yorumu veya bazı Kur'ânî kavramlarla ilgili yapılan rivayetlere baktığımızda Hz. Peygamber'den sonra yorum yapma veya bazı kavram¬ların içini doldurma işini sahabenin ve onları takip eden tabiinin yüklendiğini görmekteyiz. Ne var ki bu yorum veya kavramın içini doldurma işi, daha sonraki dönemlerde, bir takım siyasi ve sosyal etkenlerin tesi¬riyle değer sapmasına uğramış, bir anlamda kul Hz. Muhammed'in sözleriyle, resul Hz. Muhammed'in söz¬leri ve açıklamaları bazı gruplarca, eş değerde tutul¬muş, hatta sahabenin yorumu ile Hz. Peygamberin yo¬rumu özdeşleştirilmeye çalışılmıştır. Tümevarım meto¬duyla bütün sahabe "udûl" kabul edilmiş, dolayısıyla, sorgulama ve tartışma dışı bırakılmak istenmiştir. Bunun tabii sonucu da sahabe rivayetlerinin senet yönün¬den doğrulanması halinde muhtevanın da doğru olabileceği varsayımı ortaya çıkmıştır. Bu varsayımdır ki, tefsirde yorumun bağlayıcılığı problemini oluşturmak¬tadır. Bu varsayım, aynı zamanda bazı kavramlar için de söz konusu olmuştur. Mesela şeriat kavramına, lü¬gat anlamlarının yanında ıstılâhî anlam olarak Cürcâni, (Ö. "kulluğa sarılmayı gerekli kılan emirler veya dinde bir yol" anlamını verirken, daha sonraları bu kavram, İslâm toplumuna ait mezheplerin ortaya koyduğu ve fakihlerin dünya hayatı, insanlar arası iliş¬kiler veya ümmetin sosyal, ekonomik ve siyasi konu¬larda geliştirdiği miras şeklinde anlaşılmıştır.

Örnek olmak üzere Tefsirle ilgili iki kavram üze¬rinde durmak istiyorum, Hz. Peygamber'den bize ka¬dar ulaşan rivayetlerde nesh kavramının muhtevası ile ilgili olarak herhangi bir yoruma rastlanılmamaktadır. Buna mukabil sahabe ve tabiinden bazı kişilerin rivayetleri başta olmak üzere daha sonraki dönemlere ait tarifler tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarımızı doldur¬maktadır, İbn Abbas (Ö. 68/687) ve İbn Mes'ud (Ö. 67/686)'a göre nasih, muhkem ayetler, mensuh ise müteşâbih ayetlerdir. Bir kısım selef âlimlerine göre ise, mutlakın takyidi, mücmelin tebyini, âmmın tahsi¬sine, de nesh denilmektedir. Hatta istisna olayı bile neshin konusu içindedir. Kimilerine göre unutturulma, kimilerine göre ise levh-i mahfuzdan Kur'ân'm indirilişi nesihdir. Fıkıhçılara göre ise, şer'i bir hükmün kaldı¬rılarak yerine diğer bir şer'î hükmün konmasıdır. Bü¬tün bu tarifleri nesh kavramının içeriğine koyarak eser yazan kişilerden biri de Hibetullah b. Selûme'dir (Ö. 410). Yazdığı, Nasih ve Mensuh adlı kitapta ne kadar barış ile ilgili ayet varsa hepsini, kılıç ayetiyle nesh et¬tirmiştir. Belki de bu, tarım ve özellikle ganimete da¬yalı sosyo-ekonomik, Daru'l İslâm ve Daru'l Harb gibi sosyopolitik bir temele dayalı sistemde, iyilikte bulunmak, güzel konuşmak ve barış içinde yaşamak gibi Kur’ânî kavramları izah etmek, zor geldiği belki de bunların hükmünü yok sayarak kısa yoldan çözüme gitmenin daha kolay olduğu gibi bir anlatıştan kaynak-lanmış olabilir. Yaklaşık ikiyüz kadar ayeti mensuh sayan Hibetullah b. Selâme’ye karşı, Ce es-Suyûti bu ayetleri yirmiye, Dihlevî beşe ve çağımızda birçok kişi de bu ayetleri sıfıra indirmektedir. Şimdi bunlardan hangi tanımın bağlayıcı, göreceğiz, hangisini bağlayıcı görmeyeceğiz? Hz. Peygamber'in tebyin görevine dayalı bir açıklaması olmadığına göre, Sahabe'nin görüşünü mü, yoksa fakihlerin görüşünü mü esas alacağız? Bi¬zim için hangisi bağlayıcı olacak veya olmayacak?

Örnek olarak seçtiğimiz ikinci kavram ise daha önce belirttiğimiz rivayet kelimesidir. Bu kavramın içi de tıpkı nesh kavramı gibi doldurulmuş, başta Hz. Pey¬gamber'in sözleri olmak üzere sahabenin sözleri, hatta tabiinin sözleri bu kavramın içine dahil edilmiştir. Böylece Hz. Peygamberin sözleriyle sahabe ve tabiinin sözleri adeta özdeşleştirilmiş, bir anlamda sahabeye dokunmazlık zırhı giydirilmiştir. Dolayısıyla rivayet tefsiri, bir taraftan sahabe dayanması sebebiyle çok ' değerli bulunurken, diğer taraftan da bazı zaaf nokta¬larının bulunması sebebiyle de sorgulanmakta, bu da zihinlerde çelişkili bir durum meydana getirmektedir. Buna Şia’nın masum imam inancının, bir ölçüde ve ör¬tülü bir biçimde sünnî âleme olan etkisini de hesaba katarsanız, inançta ve düşünce hayatındaki çelişkili durumu bütün açıklığı ile tespit edebilirsiniz.

Bu kısa açıklamadan sonra tefsirde yorumun bağ¬layıcılığı konusunu bilginin kaynağı ve bilim felsefesi açısından değerlendirmek istiyorum. Bilindiği gibi he¬men hemen bütün sünnî kelâmcılar, bilginin kaynağını doğru haber, akıl ve duyu organları da yok kabul et¬mişlerdir. Bunlardan doğru haber, vahiy veya mütevatir haber olarak tanımlanmıştır. Şimdi Kur an yoru¬munu, bu bilgi kaynakları açısından değerlendirdiği¬mizde, şu ayırımı özellikle yapmamız gerekmektedir. O da Hz. Peygamberin tebyin görevi gereği yaptığı yo¬rumla, O'nun dışındaki insanların yaptığı yorumun as¬la eş değerde olmadığı hususudur. Hz. Peygamber hem tebliğci hem de tebyin edicidir. Bunu Kur'ân açıkça tasrih etmektedir. Ancak Hz. Peygamber'in yorumu¬nun yani tebyininin, bilgi kaynaklarından vahiyle alâkalı olanı bulunduğu gibi, olmayanı da olabilir. An¬cak yorumun bağlayıcılığı konusunda, onun vahye da¬yalı yorumu tartışmasız bağlayıcıdır. Nitekim Kur'ân’da yer alan namaz kılma prensibi Hz. Peygam¬ber tarafından vahye dayalı olarak açıklanmış ve ayrıntıları tespit edilmiştir. Bilgi kaynağı açısından bunu bağlayıcı kabul etmemek, dinin temelini yıkmak de¬mektir. Diğer ibadet konuları da bunun gibidir. Ancak vahiy dışı bilgi kaynakları ile yaptığı yorumlar veya vahyin tashihinden geçmemiş olan yorumlar, vahiy gi¬bi bağlayıcı mıdır? Bu sorunun tartışılması ve sağlıklı bir sonuca varılması gerekir. Zira Hz. Peygamber’in iki önemli kimliği mevcuttur: ve Kur'ân bu ayırımı özellikle yapmakta batta kelime-i şehâdette bu ayırım açıkça ifadesini bulmaktadır. Bir takım şosyo- kültürel ve sosyo-politik etkenlerin sebebiyle Kur'ân parçacı bir metodla ele alındığı ve atomik yorum yapıl¬dığı gibi, Hz. Peygamber de parçacı bir metodla ele alınmakta ve genellikle parça bütünün yerine konmak¬tadır. Bu da eksik ve yanlış bir anlayışı ortaya çıkartmaktadır. Bunun sonucu olarak bazı kimseler, Hz. Peygamber'in resulluk kimliğini temel esas almakta ve o kimliği genişleterek adeta kulluk kimliğini devre dışı bırakmaktadır. Böylece Hz. Peygamber'in her yaptığını ve her söylediğini vahye dayandırma gibi bir eğilime gitmektedirler. Bir kısım insanlar ise, buna reaksiyon olarak, O'nun kulluk kimliğini temel esas alarak, resulluk kimliğini görmemezlikten gelmekte, hatta kut¬sal bir postacı gibi telakki etmektedir. Böylece yorum¬larına bağlayıcılık yüklememek gibi bir eğilime git¬mektedirler. Bu durumda ortaya her sözünü bağlayıcı olarak kabul eden bir anlayışla, bağlayıcı olarak kabul etmeyen bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Bu iki zıt an¬layışın bir ortak noktada birleşmesi gerekmektedir. Bunun nasıl olabileceği konusundaki teklifimizi daha sonraya bırakarak, sahabenin Kur'ân yorumunda bağ¬layıcı olup olamayacağı üzerinde durmak istiyorum. Bilgi kaynağı açısından bakıldığında sahabe vahye muhatap değildir. Yani sahabenin yorumu vahye da-yanmamaktadır. O'nun yorumu akla ve duyu organla¬rının verilerine dayanmaktadır. Diğer bir ifade ile sa¬habenin psikolojik ye biyolojik yaradılışı itibariyle biz¬den farklı bir yönü bulunmamaktadır. O'nun bizden farklı olan yönü, vahye ve vahiy süresince meydana ge¬len olaylara şahit olması ve bize bunları nakletmesi¬dir. Bu şahit oluş, İnç şüphesiz göz ve kulak gibi iki duyu organını kullanma ve anlama şeklindedir. Bu se¬beple de, sahabiler, olayları algılama, anlama ve anlat¬mada farklı bir görünüm arz etmektedirler. Rivayet tef¬sirinin zaaf noktaları ele alınırken bu hususun da özel¬likle vurgulandığına şahid olmakla birlikte, hâdisçilerin tüme varım metoduyla bütün sahabileri adi kabul etmeleri, bu hususun göz ardı edilmesi sonucunu do¬ğurmuştur. Kaldı ki sahâbenin kendisi kendilerini cerh etmiş ve sorgulamadan bir yorum veya kanaati kabul etmemiştir. Bir anlamda ön fikirle hareket etmiş, a:ma ön yargılı davranarak topyekün kabul veya red ciheti¬ne gitmemiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekir halife seçildiği zaman söylediği hutbenin bir bölümünde şöyle demek¬tedir: "Siz zannediyor musunuz ki ben sizin aranızda, Resulüllahın geleneğini aynen uygulayacağım. O tak¬dirde bu görevi hakkıyla yapamam. Çünkü Resulullah vahiy sayesinde mâsûmdu. Beraberinde bir melek var¬dı. Bana ise musallat olan bir şeytan var. Dikkat edin ve beni denetleyin." Tâbiînden îmam A'zam ise, Resulullah'dan, gelen tefsir başımın üstünde. Sahabeden ge¬len ve kendisine ait olan görüşü alıp almada serbestiz. Tabiinden geleni ise, onlar da insan biz de insanız" de¬miştir. (Zehebî, 1/129) Daha sonra taklitçiliğin ve bir ölçüde ve üstü örtülü bir biçimde masum imam inancı¬nın etkisiyle yorumda sahabiyi, Hz. Peygamberin yoru-muyla özdeşleştirerek her ikisini rivayet kavramının içine sokmak, dolayısıyla sahabenin görüşlerini de bağ¬layıcı göstermek, bilginin kaynağı açısından yanlıştır. Hiç şüphesiz bunun böyle olmasında devletin bir temsil¬cisi olan fukahanın yaptırım gücü ve etkisinin yanında şahsiyete ve kişiliğe önem veren fakat, -düşünceyi ikin¬ci plânda ele alan tarikatler dönemi tasavvufî hayatın da büyük etkisi olmuştur.

Bilginin kaynağı açışından vahyin vahiyle olan yo¬rumu, diğer bir deyişle Kur'ân'ın Hz. Peygamber tara¬fından vahye dayalı olarak yaptığı yorum, Müslüman¬lar için kesin bağlayıcı olarak görülmeli, buna mukabil vahiy dışı bilgi kaynakları ile elde edilen bilgilerle ya¬pılan yorumları bilim felsefesi açısından değerlendire¬rek, bu yorumların bir sınıflandırılması yapılmalıdır. Kanaatimizce vahiy, mutlak doğruyu, vahiy dışı bilgi kaynaklarının verileri ise izafi doğruları temsil etmek¬tedir. Çünkü insan zaman ve mekânla kayıtlı bir var¬lıktır. Elde ettiği sonuçlar ve bilgiler de içinde yaşadığı zaman ve mekânla kayıtlıdır. Dolayısıyla mutlak bilgi¬ye göre izafi bir konumdadır. Bu bağlamda Kur'ân, laf¬zı ve muhtevası itibariyle mutlak doğruyu temsil et¬mektedir. Müfessirin muhtevaya getirdiği yorum ise İzafî doğruyu ifade etmektedir. Diğer bir ifade ile İlâhî olan lafız ve muhtevası, müfessirin bilgi, yetenek ve anlayışı ile sınırlı olmaktadır. Çünkü Kur'ân, insan karşısında pasif bir konumdadır. O'nu aktif hale getiren ve hayata aksettiren işe insandır. Dolayısıyla Kuranın yorumunda İlahî olanla beşerî olan birleş¬mekte, obje her ne kadar İlâhî olsa da o objenin yorum¬lanması ve hayata aktarılması, ise beşeriliği temsil et¬mektedir. Yorumun beşeriliği demek, onun dinamikliği ve değişkenliği demektir. Çünkü insan, dinamik bir varlıktır, gelişmekte ve değişmektedir. Değişim ise Ön¬ce zihinde, ve düşüncede daha sonra davranışlarda ol¬maktadır.

 

Hz. Peygamber'in yorumuna rivayet tefsiri demek ve daha sonra da sahabenin yorumunu çeşitli sebeplerle Hz. Peygamber'in yorumu ile bir tutmak ve böylece belli bir dönemin anlayışını değişmezlik ilkesiyle koru¬ma altına, almak, kanaatimizce dinî ve İlmî olmaktan ziyade sosyo–politik ve sosyo–kültürel temellere dayan¬maktadır. Zira sahabeyi, yüceltme ve O'na dokunul¬mazlık zırhını giydirme, çok sonraları ortaya çıkan bir durumdur. Bu nedenle başta rivayet tefsiri kavramı ol¬mak üzere tefsirle alâkalı birçok kavram elden geçiri-lerek muhtevasının tespit edilmesi ve açıklanması gerekmektedir. Karışıklığı ve yanlış çağrışımları önlemek için, Tefsir tarihinde yer alan rivayet ve dirayet tefsirleri kavramı yerine Kur'ân'ın vahye dayalı yorumu ile vahiy dışı bilgi kaynaklarına dayalı yorum bir¬birinden ayırt edebilecek kavramlar üretilmelidir. Aksi takdirde rivayet tefsiri denince kimisi Hz. Peygam¬ber'in yorumunu, kimisi Hz. Peygamber'in yorumu ile birlikte sahabenin yorumunu, bir kısmı da bunların yanında tabiinin yorumunu anlamaktadır. Böylece va¬hiyle vahiy dışı yorumlar karışmakta dolayısıyla zihin¬lerde yorumların değişmezliği gibi bir imaj ortaya çık¬maktadır. Halbu ki nesh konusunda da belirttiğimiz gi¬bi, realitede değişiklik mevcuttur. Ama sosyo-politik bâskı neticesinde oluşan taklidcilik ve gelenekçilik, sanki değişim yokmuş gibi bir intiba vermektedir. Böylece mezhep imamları tarafmdan oluşturulan mezhebi,, fıkhî sistemlerle sufî ekollerin yorumları adeta bağlayıcılık kazanmaktadır. Sosyo-politik ve sosyo-kültürel açıdan bunun faydası inkâr edilemez ise de, düşünce ve İnanç açısından sayılamayacak kadar mahzurları ol¬duğu bugün artık açıkça görülmektedir.

Hz. Peygamber'in peygamber kimliği ile yaptığı yorumların bağlayıcılığı anlayışı, vahiy dışı bilgi vası¬talarını kullanarak yorum yapan insanlara taşınmamalıdır. Hiç bir insanda vahiy kimliği mevcut değildir. Kur'ân'ın Hz. peygamber tarafından vahye dayalı yo¬rumu bizim için konumu itibariyle bağlayıcı olmasına rağmen, diğerlerinin yorumu böyle değildir. Zira cüz'î irade kimliğine sahip olan bir insanın yorumunu vahiy derecesinde bağlayıcı görmek kadar vahim bir hata olamaz. Buna karşılık insan bilgilerini de bilim felsefe¬si açısından değerlendirerek, bir tasnife tabi tutmak her bilgiyi aynı değerde görmemek gerekir. Çünkü fi¬zik kanunları ile sosyal kanunların gücü ve değeri aynı değildir. Yorumlarda bunu da dikkate almak lazımdır. Zira Kur'ân yorumunda, yorumun arka planını oluştu¬ran temel yapı, müfessirin sahip olduğu bilgi, yetenek ve algılama gücüdür. Buna bağlı olarak yorum farklı¬lıkları ortaya çıkmaktadır. Bu temel yapı da delillendirmeye kişiden kişiye değiştiğine göre, yorumlar da değişmektedir. Dolayısıyla hangi müfessirin yorumunu bağlayıcı göreceğiz, hangisini görmeyeceğiz? Şayet bağ¬layıcı gördüğümüz takdirde Kur'ân'ın anlamını ve yo¬rumunu bir döneme tahsis etmiş olmaz mıyız? O zaman Kur'ân'ın evrenselliğinin anlamını nasıl izah edeceğiz?

Kur’ân’ın temel ilkelerinden biri de doğruların alınması ve doğru olmayanların terkedilmesidir. Buna göre yorumda, belli çağın anla5rışına takılı kalma yeri¬ne, bilgi vasıtaları olan akıl ve duyu organlarının veri¬lerine ve delillendirmeye bağlı kalınması, daha gerçekçi olduğu kadar, ilk dönem İslam alimlerinin anlayışına da uygundur. Hz. Ebu Bekir'in sözü ile İmam A'zam'ın sözünü burada hatırlamakta yarar bulunmaktadır. Ne var ki fıkıh geleneğimiz yasakların tarifi üzerine kurulmuştur. Oysa Kur'ân, yasaklardan Önce özgürlükleri tanımlayan ye güvence altına alan bir ki¬taptır. Şartların gereği fıkıh ayrıntılara girmek zorun¬da kalmış ise de, ön görülen yasakların bir anlamda özgürlükleri ve ahlâkî kuralları koruyan bir araç oldu¬ğu gerçeği de göz ardı edilmiştir.

Fukaha yorumunun kendisinin dışında başkaları¬nı da bağlayabilmesi için, bir taraftan Hz. Peygambe¬rin peygamberlik, diğer taraftan da devletin otoritesine sığınırken, sufîler de, adeta hiyle özdeşleştirmeye ça¬lıştıkları ilhama sığınmışlardır. Böylece vahiy dışı bilgi kaynakları ile yapılan yorumlara bir nev'î bağlayıcılık ve değişmezlik atfedilmiş, buna karşılık modern ilim¬ler değişken olmakla itham edilmiştir. Ne var ki za¬manla değişken olmakla itham edilen bilim, dinî yorumlara galebe çalmıştır. Hiç şüphesiz yorumun bağla¬yıcılığı varsayımı, yorumla ayetin lafız ve muhtevasını özdeşleştirme anlayışına dayanmaktadır. Oysa her yo¬rum, yorum yapanı bağlar, paylaşmadığı sürece başka¬larını bağlamaz. Diğer yandan yorumun mücerret an¬lamda bağlayıcılığı, yorumun doğruluğu ile orantılıdır. Aksi isbat edilmedikçe veya başka bir bilgi ile delillendirilmedikce yapılan her yorum, İzafî doğru kabul edilmelidir. "Babalarımızdan böyle bulduk" anlayışı içinde hareket ederek sorgulamadan veya doğruluğu test edilmeden her yorumu kesin doğru kabul etme ci¬hetine gidilmemelidir, Çünkü yorum da insan gibi, za-man ve zemine bağımlı olarak gelişmekte ve değişmek¬tedir.

Bu sebepledir ki İslâm hukukçuları, yorumun de¬ğerinde sübûtu ve delâleti kat'î olanla, subûtu kat'î delâleti zannî olan ayırımını yapmışlardır. Yorumun de¬ğeri ve bağlayıcılığı konusunda, tefsirin problemi, yo¬rumun delaletinin kat'iliği veya zanniliği konusundadır. Delâleti kat'î olan yorumlar, bağlayıcılığı kesin olan, delâleti zannî olan yorumlar ise bağlayıcılığı ke¬sin olamayan yorumlardır. Hz. Peygamber'in vahye da¬yalı yorumları ile muhkem ayetlerin anlamları birinci-ye, vahiy dışı bilgi kaynakları ile elde edilen bilgilere dayalı yorumlan ise İkinciye örnek olarak verebiliriz. Kanaatimizce doğruyu bulma veya bilginin değerini doğru olarak ortaya koyma çabası, doğru tavırdır. Doğ¬ruyu eski veya yeni kavramında arama yerine, bu kav¬ramların içeriğinde aramak gerekir. Ön yargı, çoğu kez doğruları bulmamıza veya paylaşmamıza engel olmak¬tadır. Bunun için de ön yargıya bağlı tabularımızın yı¬kılması gerekmektedir. Ancak tabuları yıkacağım diye de yeni tabular icad etmemek zorundayız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KUR'ÂN IN MAHİYETİ VE ANLAŞILMASI

”Kur'ân'ın mahiyeti nedir? O nasıl bir kitaptır?" sorusu, daima zihinleri meşgul eden bir konu olmuşa tur. Kimilerine göre Kur'ân, bir şeriat kitabıdır. Kimi¬lerine göre kelâm, kimilerine göre kitabıdır. Ki¬milerine göre ise Kur'ân, ilimler kitabı değildir. Fizik, Astronomi ve Tıp kitabı da değildir. Öyleyse Kur'ân ne¬dir?

Bugün bu sorular soruluyor ve tartışılıyorsa Kur'ân'm mahiyeti tam olarak bilinmiyor demektir. Kur'ân'ın mahiyeti tam olarak bilinmeyince, dinin ma¬hiyeti de tam olarak bilinemeyecektir, Kur'ân'ın mahi¬yeti ile ilgili sorular, aynen dinin mahiyeti için de ge-çerlidir. Dinî olanla olmayan nasıl, ayırt edilecektir? İlâhî olanla beşerî olanın ayırımı hasıl yapılacaktır? Bu ayırımı ne yapacaktır? Vahiy mi, akıl mı? duygu mu? Şayet akıl yapacaksa bu beşerî olmayacak mı?

Bütün bu soruların cevabı, Kur'ân'da (bizce) mev¬cuttur. Yeter ki Kur'ân'ın mahiyeti iyi anlaşılsın ve iyi bilinsin. Kur'ân insan ilişkisini, özellikle insan unsuru¬nu ve toplumsal olayları dikkate aldığımızda, Kur'ân'ın kural koyucu yönünün yanında tashih edici ve çözüm getirici yönlerinin de bulunduğunu görmekteyiz. Kur'ân, insanın Allah ile olan münasebetlerinde insa¬na yol gösterme görevini üstlenirken, aynı zamanda kural koyucu bir mahiyet arz etmekte, buna mukabil sosyal ilişkilerde ve toplumsal olaylarda tashih edici ve düzenleyici bir rol oynamaktadır. İnsan-eşya ye tabiat ilişkisi ile ilgili konularda ise, daha ziyade yönlendirici olmakta, eşyanın niçin yaratıldığı açıkladığı halde nasıllığının açıklanması insana ve insanın çabalarına terketmektedir.

Kur'ân bu yapısıyla, insanın ferdî sosyal ve ideal duygularına kılavuzluk etmekte ve bu duygulara dayalı ihtiyaçlarına temel ilkeler dahilinde çözümler getir¬mektedir. Kur'ân; insanı itikadî, fıkhî ve ahlâkî konu¬larda getirdiği bazı temel ilkelerle kayıt altına aldığı halde, eşyanın ve tabiatın nasıllığını araştırma konu¬sunda onu tamamen serbest bırakmıştır. İnsanın ferdî, sosyal ve ideal duygularından kaynaklanan ihtiyaçları¬na cevap verme ve bu hususlarda insana yol gösterme anlamında, Kur'ân'da her şey mevcuttur. Yoksa nasıl¬lığını araştırmada insanı serbest bıraktığı eşya ve tabi¬at konularında, İnsanoğlunun keşfettiği her şey Kur'ân'da mevcut, demek değildir. Kur'ân'da mevcut olan şeylerin sahasını ve sınırlarını iyi çizmek gerekir. Saha ve sınır tesbiti yapmadan veya Kur'âri'ın mahiye¬tini iyice öğrenmeden nazari hükümler vermek, en azından hatalı bir davranıştır, Kur'ân, eşyanın mahi¬yetini ve nasıllığını açıklamamıştır. Bu hususu insana ve bilime bırakmıştır. İnsanların buluşlarına ve araş¬tırmalarına terkedilen saha ile ilgili bir konuyu, Kur'ân'da aramak, Kur'ân'ın amacını ve mahiyetini tam olarak bilmemek demektir. Genellikle bu konuda hata edilmekte, bazı buluşlar Ve keşifler, "Kur'ânda mevcut mu?" diye sorulmaktadır. İnsanların bulduğu her şey Kur'ân'da mevcuttur demek ne kadar hatalı ise, ilim ayrı din ayrı diyerek Kur'ân'da mevcut bazı İlmî hakikatleri yok farzetmekde o kadar hatalıdır. Kur'ân'da nasıl bazı fıkhî fetvaların nasları bulunmak¬ta ise, aynı şekilde Kur'ânda bazı İlmî gerçekler yer al¬makta, ama bütün İlmî gerçekler bulunmamaktadır. Bazı İlmî gerçekler ise, bilfiil değil, potansiyel olarak bulunmakta ve prensipleri ihtiva etmektedir. Çünkü Kur'ân'ın mevzûu, bütün ilimleri keşfedip onlardan faydalanmasını bilen insanın bizzat kendisidir. Bir başka deyişle Kur'ân'ın ele aldığı ve üzerinde çalıştığı madde, insanın bizzat kendisi, insanın tasavvur ve iti¬kadı, anlayış ve duygusu ile hareket ve ameli, irtibat ve alâkalarıdır. Maddî ilimler aleminde çeşitli sınıflarıyla meydana getirilen buluşlara gelince, bunlar insan aklı-na ve tecrübelerine, insan aklının keşfettiği nazariye ve faraziyelere terkedilmiştir.

Kur'ân baştan sona tarandığında görülecektir ki, onun muhtevasında, itikad, ahlâk, ibâdet ve muâmelatın yanında, tarih, kısas-ı enbiyâ, İslâm tarihi, tıp, astronomi, jeoloji, sosyoloji ve psikoloji vs. gibi ilim dalları ile ilgili pek çok ayet bulunmaktadır. Aslında eşya ve olayları daha iyi anlamak için konu ve metod ayırımı ilimler için söz konusu olsa da, Kur'ân'ın muh¬tevasında böyle bir ayırım mevcut değildir. Kur'ân, in¬sanı bir bütün olarak ele alır ve ona bir bütün olarak hitabeder. İnsanı, bilimlerin yaptığı gibi değişik yönle¬riyle sistematik olarak ele almaz. İlimlerin insanı ve olayları daha iyi anlamak için uyguladıkları parçalama metodu gerekli ise de, yeterli olmadığı da bir gerçektir. İlmî araştırmalarda uygulanan tüme varım veya tüm¬den gelim metodlarının Kur'ân'a uygulanması, genel¬likle hatalı sonuçlar doğurmaktadır. Kur'ân'a bir bü¬tünlük içinde bakılması ve konuların bu bütünlük için¬de değerlendirilmesi gerekmektedir. Bir veya bir kaç âyeti esas alarak Kur'ân hakkında genellemeye git¬mek, Kur'ân'm genel muhtevasına aykırı düşebilmektedir. Meselâ Cebriyeci ve Kaderiyeci görüşler bunun en canlı örneğidir. Aynı hataya çoğu kez düşülmektedir. Bu hatadan kurtulmak için, önce karar verip, daha

sonra Kur'ân'dan gerekçe arama yerine, âyetlerle ilgili gerekçelere dayanarak karar verilmelidir.

Kur’ân'ın mahiyetinin anlaşılması için bilinmesi gereken hususlardan bir diğeri de; Kur'ân'ın inanan her insan için sadece bir din kitabı değil aynı zamanda bilgi kaynaklarından biri oluşudur. Akıl ve duyu organlarının yanında Kur'ân üçüncü bir bilgi kaynağıdır. Buna göre insan, vahye dayalı bilgileri, kendisine ait bilgi vasıtalarını kullanarak algılamakta ve yorumla¬maktadır. Bu nedenle yorumlar, bir yönüyle vahye ba¬ğımlı olduğu halde, bir yönüyle de insana bağımlı bu¬lunmaktadır. Bu durumda beşerî olanla, İlahî olanın ayrımını nasıl yapılacaktır?

Tefsire konu olan âyetler, çağlar içindeki yorumla¬rı ile birlikte yani geleneklerle birlikte bize kadar ulaş¬maktadır. İhtiyaçlara göre insanların bazı ayetleri an¬lamaları ve yorumlamaları değişebilmektedir. Bu du¬rumda yoruma konu olan âyetin lafzı o lafza bağlı olan zâhifî anlamı değişmediği halde, müfessir tarafından ayete yüklenen mânâ veya müfessirin o ayetten anladı¬ğı muhteva değişmektedir. Bilgi ve algılama farklılığı¬na dayalı bu değişme, karşısında tavrımız ne olacaktır?

Burada önemli olan husus, değişebilen yorumla değişmeyen yorumların birbirinden ayrılmasıdır. Kur'ân'ın yorumunda tartışılmayan ve değişmeyen tek yorum; vahyin kontrolünde meydana gelen Hz. Peygamber'in yorumudur. Çünkü O, hem tebliğ hem de tebyin ile görevlendirilmiş ve yorum sahası ile ilgili açıklamaları Allah tarafından kontrol edilmiştir. Bu yönüyle o masumdur. Bu nedenle yaptıkları yorumla¬rın değişmesi söz konusu değildir. Ama Hz. Peygam¬ber'in dışında hiç kimse, bu özelliğe sahip değildir. Ni¬tekim Hz. Peygamber, müctehidin hata edebileceğini ve hata etse de yine bir sevap kazanacağını söylemiş¬tir. Önemli olan samimiyet ve ihlâstır.

Bu nedenle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber'in getir¬diği yorumların dışındaki yorumlar kesin değildir. De¬ğişme ihtimali daima mevcuttur. Çünkü bu yorumlar, bakış açılarına göre yapılmış yorumlar olduğu için izâfî doğrulardır. Mutlak doğruyu ancak Allah ve O'nun bil¬dirdiği ölçüde Peygamber'i bilebilir. Hz. Peygamber'in yorumunun haricindeki yorumlarda hata ihtimâli dai-ma mevcuttur. Önemli olan hatasız yorumlarla hatalı yorumların tespit edilmesi doğruların alınmasıdır. Bi¬lindiği gibi Hz. Peygamber, Kur'ân'ın tamamını tefsir edip açıklamamıştır. Peygamberlik görevi ile ilgili sa¬hanın dışındaki konuları, zamana ve insan aklına terk etmiştir. Bu demektir ki, bu sahalarda yapılacak doğ¬ru yorumlar da meşrûdur. Kur'ân'ın insana hitap et¬mesi, aklın ve duyu organlarının bilgi kaynağı olarak kabul edilmesi bunun bir delilidir. Böyle bir yaklaşım¬la ancak İlâhî olanla, beşerî olanı ayırt edebiliriz. Aksi takdirde Hz. Peygamber'den sonra gelen bazı kişilerin yorumlarını da Hz. Peygamber'in yorumu derecesine yükseltiriz ki, bu tehlikeli bir yoldur.

Doğruyu araştırıp bulmak bir Kur'ân emridir. (Hucurat, 49/6) Bize kadar ulaşan haberleri araştır¬mak ve sorgulamak gerekir. Ancak vahyi sorgulama¬mız, mümkün değildir. Çünkü bu bir inanç konusudur. Ama vahiy harici bilgileri sorgulayabiliriz. Fakat bu sorgulamada önce kendi bilgilerimizi sorgulamamız ge¬rekir. Kendimizi ve fikirlerimizi merkez kabul edip, başkalarını sorgulamak en azından İlmî anlayışla bağ¬daşmaz. Şayet bir fikir sorgulanacaksa, bu sorgulama ayırım yapılmadan yapılmalıdır.

 

Bu genel açıklamalardan sonra, sosyal ve kültürel olayların teföire olan etkilerinden de söz etmek gere¬kir. Sosyal ve kültürel olayların, tefsire olan etkisi yeni bir hadise değildir. Cüz'î de olsa Hz. Peygamber döne¬minde dış etkenler nedeniyle bazı yorumların yapıldı¬ğını görmekteyiz. Meselâ, Amr b. Asin Zâtusselâsil seriyyesi sırasında gusül abdesti alması icap etmişti. Ha¬va soğuk olduğu için, soğuk su ile yıkanmanın hastalık yapması ihtimali vardı. Gusül abdesti olmadan da na¬maz kılınamayacağına göre, teyemmüm gerekliydi. O zaman Amr b. As, namaz abdestine kıyâsen gusül abdestine de teyemmümün caiz olduğuna hükmetti ve te¬yemmüm abdestiyle namazını edâ etti. Daha sonra olayı Hz. Peygamber'e nakletti. Hz. Peygamber de "sen cünüp iken namaz kılmışsın" dedi. Bunun üzerine Amr b. As, Ey Allah’ın resulü, çok soğuk vardı, su ile yıkanmak pek tehlikeliydi. Bu ölümüme sebep olabilir¬di. Ben Kur'ân'da şu ayeti hatırladım': "Kendinizi öldürmeyiniz, Allah size rahmet edendir." (Nisa, 4/29) Buna göre teyemmüm ettim'. Bu sözleri dinleyen Hz. Peygamber gülümsedi ve başka bir şey söylemedi.

Bu olayın, sosyal ye kültürel yönü olmasa da haricî bir etkenle yoruma gidilmesi açısından önem arzeder. Sosyal ve kültürel etkenlerin tesiriyle yoruma gidilmesi, Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra başlamış¬tır, diyebiliriz. Zira bundan önce cüz'î olan etkiler, bu olaydan sonra şiddetini artırmış ve süreklilik kazan-mıştır. Siyasî bölünmelerin yanında fethedilen yerler¬deki halkın kültürel yapışı, büyük ölçüde tefsire yansımış ve onu etkilemiştir. Ahmet Emin bu konuda şunla¬rı yazmaktadır: "Sanılır mı ki, bir İranlı, Hristiyan Suriyeli veya bir Rum, bir Mısır'lı kıptî, İslâm dinine gi¬rince atalarından ve ecdadından asırlar boyunca gelen bir inanç ve telâkkilerini bir anda bırakıp İslâmî talimatları, yeni dinin icab ettirdiği şekilde anlayacaktır? Asla. Buna imkân yoktur. Zira böyle bir durumu psikoloji kesinlikle reddeder."

Gerek Cebriyye'nin gerekse Mu’tezile"nin görüş¬lerinin teşekkülünde birincisinin Emevî taraftarı, İkin¬cisinin ise muhalefet oluşunun payı vardır. Cebriyyeci görüş, Muâviye'yi bir anlamda meşrûlaştırdığı ve des¬teklediği için, iktidar tarafından tasvip görürken; ikti¬dara karşı olan muhalif kanat ise fikrî plânda cebriyyeci görüşe karşı çıkmış ve görüşlerinin oluşmasında ve sistemleşmesinde siyasi durumun önemli etkisi ol¬muştur. Görüşlerin kabul edilmesi ve taraftar bulması için de Kur'ân'a baş vurulmuştur. Aynı durum, diğer fırkalar için de söz konusudur.

Mutezile'nin beş temel ilkesi, o dönemde mevcut siyasi ve sosyal olaylara bir çözüm olarak ileri sürülen fikirlerdir. Üzerinde önemle durulmasının sebebi de sosyal şartlardır. Sosyal şartların değişmesi için ne ya¬pılması gerekiyorsa o yapılmıştır, insanı, olaylar ve hadiseler karşısında çok aciz bir durumda bırakan ve ona menfi anlamda bir kader ve tevekkül anlayışı ve¬ren Cebriyyeciliğe karşı Mutezile'nin, bunun tam akis- ne insanı aklı ve iradesiyle yücelten, kendi kaderini kendi çizen bir varlık olarak ileri sürmesi, mevcut şart¬ların bir sonucudur. Bunu sağlamak için Yunan felse¬fesinden bile nakiller yapılmış ve İslâmiyet boyası ile boyanmaya çalışılmıştır. Sosyal ve kültürel olaylar ne¬deniyle başlayan bir hareket, daha sonra yeni yeni ha¬reketlerin analığını yapmış ve zincirleme bir hareketle etkinliğini sürdürmüştür. Nitekim Ehl-i Sünnet'in sis¬temleşmesi öncesindeki siyasî, sosyal ve kültürel ola-ylar, bu defa Eş'art (Ö. 324/935)'nin ve Mâturidî (O. 333/944)’nin doğmasına ve sistemlerini kurmalarına sebep olmuştur. İtikadî ortamın tam anlamıyla berrak¬laşmamış ve durulmamış olması, bu iki zâtı, bu konu¬da çalışmaya şevketmiş ve sistemlerinin kuruluşunda kendilerini büyük ölçüde etkilemiştir.

Mevcut karmaşık ve bulanık fikrî ortam içinde Kur'ân ayetlerini Ehl-i Sünnet inancı açısından tefsir etmeye ve tefsirde sünnî inanç sistemini sağlam ve gü¬venilir bir zemine oturtmaya çalışan ilk müfessir ise Mâturidî "Te'vîlâtul Kur’ân"ve "Te'vîlatu Ehl-i’s Sünne" adları bile bu tefsirin yazılış ama¬cını ortaya koymaktadır.

Sosyal ve kültürel olayların, etki ettiği büyük alimler/arasında Gazali (Ö. 505/1111) ve Fahreddin er-Râzî (Ö. 606/1209)’yi gösterebiliriz. Bu iki âlimin yazdıkları eserlerde sosyal ve kültürel olayların etkile¬rini açık ve net bir biçimde görmektejdz.

Bir misal olmak üzere Fahreddin Razînin üzerin¬de biraz durmak istiyorum. Bilindiği gibi F. Razî, ça¬ğında yaygın hale gelen Aristo felsefesi ve Batlamyus astronomisini incelemiş ve Kur'ân ayetlerinin zahirleri arasında göze çarpan farklılıkları münasip bir şekilde yorumlamış bir müfessirdir. Hikmet ve felsefeyi Kur'ân ayetlerine hadim kılarak bu ayetlerin daha iyi anlaşılması için çalışmış ve çağındaki ilimlerin terak¬kisi nispetinde Kur'ân ayetlerini açıklamaya gayret et¬miştir.

 

O'nun bu tarzda yaptığı tefsirlerde Dünyanın dönmeyişi ve yedi kat semayı sırasıyla ay, utarit, zühre, güneş, merih, müşteri ve zuhal olarak açıklaması, hiç şüphesiz çağımız için değerini yitiren yorumlardır. Bu da gayet tabiidir. Zira bazı yorumlar, ilmin geliş-mesi ve ilerlemesi karşısında elbette değerini yitirecek¬tir. Önemli olan her çağın insanın, ihtiyaçlarını çöze¬rek rahatlamasıdır. Razî dönemin de insanların kozmik İhtiyacı bu yorumla çözülmüştür. Bugün de başka bir yorumla çözülmektedir. Kaldı ki günümüzde dün¬yanın dönmediğini söyleyen  "eş–Şemsu Câriyetün ve'l Ardu Sâbitetun" adlı bir kitap' yazan Abdülaziz Bâz gibi insanlar da mevcuttur. Bu tür içtihâdî hata¬lar fıkıhta olabileceği gibi, tefsirde de olabilmektedir. Böyle bir hata Râzî'nin değerini düşürmez. Zira Hz. Peygamber hariç herkes hata edebilir. Bu insan olma¬nın gereğidir. İnsan da, az veya çok çağının ilmî, fikrî ve sosyal hareketlerinden etkilenir ve düşüncelerine de bunu yansıtmaya çalışır. Bir müfessir de bunu yapar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, doğruluğun ölçüsü, in¬san veya akımlar değildir. Her insanın veya akımın doğru veya yanlış düşünceleri olabilir. Doğruların alın¬ması, yanlışların ise tashih edilmesi gerekir. Kur'ân'm yapısında ve özünde, de bu vardır. Nitekim Kur'ân da geçmişin doğrularını aynen almakta, yanlışları tashih etmektedir. Kur'ân, bütünüyle geçmişi reddetmiş de¬ğildir. Bütünüyle de almış değildir. Doğrulayıcı ve tas¬hih edici özelliğini daima korumuştur.

Kültürel ve sosyal olayların, tefsire olan etkisinin, 10. ve 20. yüzyılda doruk noktaya çıktığını söyleyebiliriz. İlmî Tefsir hareketi ile İçtimaî Tefsir hareketini doğuran ve gelişmesini sağlayan, hiç şüphesiz bu iki çağda meydana gelen kültürel ve sosyal olaylardır. Osmanlı ordularının Batı orduları karşısında devamlı ye¬nilgileri ve Osmanlı devlet adamlarının batının bu alandaki üstünlüğünü kabulü ile başlayan batıya açıl¬ma hareketi, beraberinde birçok problemleri de getir¬miştir. Batının teknik üstünlüğü, bazı aydınlarımızı aşağılık kompleksine düşürmüş ve batının kucağına atmıştır. Batılı aydınlar ve siyaset adamları bundan is¬tifade ederek, İslâm'la halkımızın arasını açmaya ça¬lışmışlardır. Mesela: Türkiye'ye ilk defa 1806 da gelen ye II. Mahmud'a ve Tanzimat'ın ileri gelenlerine akıl hocalığı yapan İngiliz elçisi Strafford Canning’e göre:

1. Osmanlı imparatorluğunun, Avrupalılaşması için İslâmiyet’ten ve O'nun müesseselerinden ayrılması şarttır

 

2. Zor ve yavaş da olsa Türkiye'nin tek çıkar yolu, Hristiyan ahlâkında medenîleşmesidir,

3. Bu ülkede baş muzır (!), hakim olan İslâm dini¬dir. Bu Türkiye'nin heba olan enerjisinin üzerinde ya¬tan gerçek bir canavardır.

Ernest Renan, 1883'de Sorbonne'de verdiği bir konferansta, İslâm'a çatıyor, İslâm'ı terakkiye mani bir din olarak takdim ediyordu, O'na göre geriliğimizin se¬bebi, ilme ve yeni fikirleri kabule mutlak surette kapa¬lı bir inançtan ileri gelmekteydi.

Bu fikirler, İslâm âlemine yayılmış ve taraftar da bulmuştu, Cevdet'in Dozy'in Islâm Tarihi'ni, Baha Tevfik 'in Buhcner'in Madde ve Kuvvet'ini, Türkçeye kazandırmaları, bu akımın bir sonucudur.

Cemaleddin Afganî (1838–1897)’nin Renan’a karşı çıkışı ile başlayan İslâm'ı müdafaa hareketi, Namık Kemâl, Sait Halim Paşa, Mustafa Sabri, Musa Kâzım, Muhammed Abduh, Mehmet Akif, İkbâl ve daha pek çok İslâm alimi, mütefekkiri tarafından devam ettiril-miş ve neticede iki büyük tefsir akımını ortaya çıkartmıştır. Biri İlmî Tefsir Hareketi, diğeri ise İçtimaî Tefsir Hareketidir. Batılı fikir ve düşüncelerini İslâm âlemine yayılması ve gün geçtikçe taraftar toplaması, bu alimleri gayrete getirmiş ve onları gelişen ilmi ve sosyal olayların etkisiyle Kur'ân'ı tetkik'e zorlamış ve netice itibariyle İslâm âleminin uyanmasına vesile ola¬bilecek çalışmalara sevketmiştir. Özellikle İlmî ve tek¬nolojik inkişaf grafiğinin 20. yüz yıl içinde birdenbire sıklaşan aralıklarla ve baş döndürücü bir hızla yüksel¬mesi, Kur'ân'ın tetkikini ve araştırılmasını da hızlan¬dırmıştır.

Batı kaynaklı sosyal ye kültürel olaylar, her ne kadar tasvip edilmese de, İslâm aleminin uyanmasına vesile olabilecek çalışmalara vesile olduğu ve iki önem¬li tefsir ekolü ortaya çıkardığı için faydalı olmuştur, di¬yebiliriz. Tantavî'nin'de belirttiği gibi fıkıh, kelâm ye tasavvufla uğraşan İslam âlemi, ilmî ve sosyal olaylar¬la da uğraşmak zorunda kalmış ve çağdaş problemlere çözümler aramıştır. Bu çözüm arama, her şeyden önce onları iki asıl kaynağa Kur'ân ve Sünnet'e götürmüş¬tür. Böylece İslam âlemi, yeniden Kur'ân'la tanışmak mutluluğuna kavuşmuştur. Katı gelenekçilik sarsıl¬mış, fıkıh Müslümanı ve Sûfî Müslüman, anlayışının yanında Kur'ân Müslüman tipi oluşmaya başlamıştır. Mehmet Akif in "Doğrudan doğruya Kur ân dan ala¬lım îlhâmı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'" anla¬yışı bunun bir tezahürüdür.

 

Ancak her hareket gibi, İçtimaî tefsir hareketi ile İlmî tefsir hareketi de ifrad ve tefridden kurtulama¬mıştır. Yorumlarda aşırılıklara kaçılmış, bilgi ve muh¬teva eksikliği nedeniyle pek çok hatalı yorumlara gidil¬miştir. Bu nedenle de haklı olarak bazı tenkidlere uğ¬ramışlardır. Ne var ki yapılan tenkidler, ölçülü olma-mış bu defa inkâra gidecek kadar ileri gidilmiştir. Bu¬radaki inkâr ifadesinden maksat ise, bu ekolleri kabul etmeme anlamındadır. Her nedense Kur'ân'ın öngördü¬ğü ve bir ilke olarak emrettiği dengeli olma ve aşırılık¬lara kaçmama prensibi unutulmuş veya terkedilmiştir. Her şeyde dengeli ye ölçülü olmayı emreden Kur'ân'ın emrine tenkidler de ve yorumlarda pek uyulmamıştır. Kur'ân adına söz söyleyen kişinin, Kur'ân'ın bu ilkesine uymaması ne kadar acıdır?

Samimi inancım odur ki, karanlığa küfredeceğimi¬ze, bir mum yakmayı tercih ettiğimiz, başkalarını sorguladığımız kadar, kendimizi sorguladığımız, bencillik¬ten ve meslek taassubundan uzak kalarak yapıcı ve uyarıcı tenkitler yaptığımız; gelenekçiliğin veya modernistliğin etkisiyle geçmişi ve her yeniyi kötülemedi¬ğimiz doğruları alıp yanlışları attığımız ve başkalarını tenkit ettiğimiz kadar kendimizi de tenkit ettiğimiz sürece; İslâm daha da yücelecek ve daha iyi anlaşıla¬caktır.

Kültürel ve sosyal olayların etkisini, bir ekolün or¬taya çıkışında temel baz olarak ele almak, fakat diğer ekollerin ortaya çıkışında kültürel ve sosyal olayların etkisini dikkate almamak, bir anlamda bu etkiye daya¬lı yorumları sapma olarak nitelendirmek bir çelişkidir. Burada sıkça görülen bir hatanın tekrarı söz konusu-dur. O da; peşin kanaatle hareket edilmesi, sevilenin ve tasvip edilenin büyütülmesi, sevilmeyenin ve tasvip edilmeyenin ise yerilmesi tavrıdır. Halbuki bir insanın iyi ve kötü yanları ve tavırları olduğu gibi, bir hareke¬tin de iyi ve kötü yanları mevcuttur. İçtimaî tefsir hareketinin sadece amacını göz önünde bulundurarak, uygulamadaki hatalarını dikkate almamak, buna mu¬kabil kelâmı, tasavvufî ve ilmi tefsir akımlarının amaç¬larını dikkate almadan sadece uygulamadaki hataları¬nı göz önünde bulundurarak bir yargıya varmak, İlmî tavır ve objektiflik ilkesiyle pek bağdaşır görülmemek¬tedir.

Her müfessir, sosyal ve kültürel olaylardan etkile¬nir, bütün akımlarda etkilenme söz konusudur. Bu ne¬denle, Tefsir akımlarını farklı kılan sosyal ve kültürel olayların mahiyetidir. Bu mahiyeti ise ferdî ve toplum¬sal ihtiyaçlar belirlemektedir. Müfessirin görevi, bu ferdî ve toplumsal ihtiyaçlara Kur’ân'dan cevap bulma¬ya çalışmaktır. Bu nedenle kasıtlı olanlar hariç bütün müfessirlerin görevi ve amacı, Kur'ân ışığında prob¬lemleri çözmektir. Ama buna ulaşanı vardır, ulaşma¬yanı vardır. Yanılanı ve hata edenleri mevcuttur. Bu kural her ekolün müfessiri içinde geçerlidir^ Bir genel-lemeye giderek Kelâmcılar ve tasavvufcular hata et¬mişler ve ana hedeften sapmışlardır, demek büyük bir iddiadır. Hiç şüphesiz bu ekollere mensup müfessirler- den sapanlar ve hata edenler vardır. Hatta bir müfes¬sirin doğru fikirleri ve yorumları bulunduğu gibi, hata¬lı ve yanlış fikirleri de olabilmektedir. Söylemek istedi¬ğim şey, her olayın her fikrin ve her yorumun münferi¬den ele alıp değerlendirilmesi ve bu konularda genelle¬meye gidilmemesidir. Doğrunun veya doğruluğun ölçü¬sü, kişiler veya akımlar olmamalıdır. Her hareketin doğruları ve yanlışları mevcuttur. Hiç bir hareket tek başına mutlak doğruyu temsil edemez. Her hareket için doğru olan mutlak doğrular değil, izâfî doğrular¬dır. Tümevarım metoduyla bir hareketi, bir fikri veya bir davranışı genelleştirmek. Kur'ân'ın genel muhteva¬sına da ters düşen bir harekettir.

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KUR'ÂN – İNSAN ve BİLGİ

 

İLK NAZİL OLAN SURELER VE MUHTEVASI

Allah Teâlâ’nın en son peygamberi Hz. Muham¬med ile gönderdiği en son kitabı Kur'ân-ı Kerîm, müba¬rek bir ay olan Ramazan'da nâzil olmaya başlamış ve yirmi üç senede tamam olmuştur. Kur'ân'ın Levh-i Mahfuzdaki tertibi ile şu andaki tertibi aynıdır. Bun¬da hiç bir ihtilâf mevcut değildir. Ancak Cenab-ı Hak, bazı psikolojik ve sosyolojik hikmetler nedeniyle, Kur'ân âyetlerini Hz. Peygamber'e mevcut tertibindeki sıraya göre değil de, kendi muradına uygun bir biçimde indirmiştir. Buna nüzûl tertibi adı verilmektedir. Böy¬lece Kur'ân'ın iki tertibi bulunmaktadır: Birisi, elimiz¬deki diğeri ise, nüzul tertibi.

Bu iki tertipden ikincisi olan nüzûl tertibi, Kur'ân'ın muhtevasını anlamak ve eğitim ve öğretimde kendisinden yararlanmak açısından büyük bir önemi hâizdir. Zira Kur'ân'ın ilk muhatabı olan Sahabe, ger¬çekten çok şanslı bir dönem yaşamıştır. Bir kere içle¬rinde Hz. Peygamber vardır. İkinci olarak da Kur'ân-ı Kerim, peyderpey inmekte ve İlahî emirleri birden bire getirmemektedir. Böylece onlar, gelen İlahî emirlere birden bire ve toptan muhatap olmama gibi bir şansa sahip olmuşlardır. Bu nedenle de İlâhi emirleri uygula¬mada herhangi bir zorlukla karşılaşmamışlardır. Şayet karşılaşmış olsalar bile, Hz. Peygamber, bu zorlukları hemen çözüvermiş ve mevcut zorluklar da ortadan kalkmıştır.

Kur'ân'ın nüzûlünün sona erişinden sonra, O'na muhatap olanlar, O'nun tamamına muhatap olmuşlar ve bir bütün olarak O'nu yaşamak zorunda kalmışlar¬dır. Yani Kur'ân, yeni fethedilen ülkelerde uygulanır- keri, sahabe'nin sahip olduğu bu tedricilik imtiyazına, bu ülke insanları sahip olamamış ve bu imtiyazdan uzak yaşamıştır. Veya biz, bunun böyle olduğuna ve ol¬ması gerektiğine inanmışız. Zira bu konuda geniş bir bilgiye sahip değiliz. Acaba Kur'ân, yeni fethedilen ül¬kelerde nasıl uygulanmıştı? İslâm'la ilk defa şereflenen bu insanlar, onu nasıl anlamışlar ve nasıl uygulamışlardı. Aralarında Hz. Peygamber bulunmasına rağmen 23 senede tamamlanan Kur'ân-ı Kerîm'i, aralarında Peygamber bulunmayan bir topluma, hem de tamamı¬nı birden uygulamanın zorluğa ortadaydı. Sahabe bu¬nu nasıl başarmıştı? Tebliğde karşılaştıkları zorluklar nelerdi? Uygulamada karşılaştıkları zorluklar nelerdi? Bu soruların cevabı, ancak bu sahada geniş bir araştır¬ma yaptıktan sonra verilebilir. Burada bu sorulara ce¬vap verecek değiliz. Bu sorulan sormamızın amacı, bu-gün de aynı problemlerle karşı karşıya olmamızdandır. Fakat bugün, vahye şahit olan o altın nesil yoktur. Uy¬gulamasıyla ilgili yeterli bilgi de yoktur. Öyleyse asrı¬mızın Müslümanı nasıl hareket edecektir? Ruhunda İslâm binasını nasıl inşa edecektir? Bu konuda kendi¬sine rehber olacak hangi metot vardır?

Bu konuda ileri sürülen metotların birçoğu, indî kanaatlerden ve bazı varsayımlardan öteye geçmemek¬tedir. Bazen kişisel duygular genel ilkeler olarak tak¬dim edilmektedir. Söylenenler, maalesef ifrat ve tefrit¬ten de uzak değildir. Öyleyse bir Müslüman, ruhunda İslâm'ı neye göre inşa edecek ve O'nu bütünüyle kavrayabilecektir? Hiç şüphesiz yine Kur'ân’ın kılavuzluğu ile, bunu sağlayacaktır. Çünkü en sağlam kulb, O'nun kulpudur. Hz. Peygamber’in ifadesiyle "o, arabulucu¬dur, hoş söz değildir. O öyle şanı yüce bir kitaptır ki, O’nu terkedeni Cebbar Allah, paramparça eder, O’ndan başkasına yapışıp medet umanı da zelîl eder.

O, Allah'ın en sağlam ipidir. O öyle bir kitaptır ki, O'na sarılan nefisler sapmaz. O’nunla söyleyen diller yanlış söylemez. Alimler O'nu okumaya doymaz. Ne kadar tefsir edilse manası tükenmez. Kim O'nunla söy¬lerse doğruyu söyler. Kim O'nunla amel ederse ecir ve sevap kazanır, kim de Onunla çağırınca çağırdığını hidayete çağırır." (Tirmizî, H.n. 2906)

Cenab-ı Hak, Kur'ân'ı toptan indirebilirdi veya bugünkü elimizdeki tertibine göre de gönderebilirdi. Ama böyle yapmayarak O'nu kendi muradına uygun bi¬çimde parça parça indirdi. O vahşi Cahiliyye dönemi in¬sanını, uyguladığı bu metotla insanlığın altın nesli ha¬line getirdi, Kur'ân, bugün artık nazil olamayacağına, göre, geriye kalan, O'nun bu nüzul metodunu öğren¬mek ve O'na göre İslâm binasını inşa etmek kalmakta¬dır. Bina ise, çatıdan değil, temelden itibaren yapılır. İslam’ın temeli Mekke dönemi, çatısı ise Medine döne¬midir. Bu nedenle Mekke’de inen ilk sureleri ve muhte¬vasını öğrenmek, İslâm binasının temelini atmak de¬mektir. Mekke döneminde nazil olan surelerin toplam sayısı büyük bir ihtimalle 86’dır ve Kur’ân’ın üçte ikisi¬ne tekabül etmektedir, Bu surelerdeki ana tema, iman ve ahlâk'tır. İmansız bir ahlâk, öngörülmediği gibi, ahlâksız bir iman da öngörülmemektedir. "Ben en gü¬zel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim" (Enes, Muvatta', Hüsnü'l Hulk, 8) buyuran Hz, Pey¬gamber, bu hususu en açık bir biçimde beyan etmekte¬dir, Bir örnek olması bakımından ilk nazil olan yirmi Mekkî suredeki muhtevayı burada arzetmek istiyoruz. İnsanın ruhî yapısını tanzim edecek olan bu muhtevâ, iyice tetkik edildiğinde, kendimizi ıslah etmek için ne-reden işe başlamamız gerektiğini bize göstermektedir. Ruhî yapımızı oluşturan iyi ve kötü huylarımızın neler olduğunu, iyi huylarımızı nasıl frenleyebileceğimizi bi¬ze anlatmaktadır. Sosyal ilişkilerimizi de tanzim et¬mektedir.

 

KONULARINA GÖRE İLK NÂZİL OLAN SÛRELERİN MUHTEVASI

Kûr'ân-ı Kerîm in nüzulü sırasında ilk muhatabı, Mekke, Medine ve civarlarında yaşayan arap toplumu- dur. Kur'ân, bu Arap toplumuna inerken, getireceği ko¬nuları belli bir prensip dahilinde getirmiş ve tedricilik kuralını uygulamıştır. Bu nedenle elimizdeki mevcut Kur'ânın bugünkü tertibiyle, nüzul tertibi bir değildir. Kur'ân, her ne kadar iniş asrında nüzul sırasına göre tespit edilmiş ve yazılmış ise de, son arza'da en son şeklini almış ve Hz. Ebu Bekir zamanında bu tertibe göre mushaf şekline getirilmiştir.

Kur'ân'ın ilk muhatabı olan sahabe, gerçekten çok şanslı bir dönem yaşamıştır. Bir kerre içlerinde Hz. Peygamber vardır, sonra Kur'ân, peyderpey inmiş ve İlâhî emirlere birden bire muhatap olmamışlardır. Ge¬len emirleri, içlerine sindire sindire, eğitimini yapa ya¬pa öğrenmişler ve tatbik etmişlerdir. Bu nedenle İlâhî emirleri uygulamada herhangi bir zorlukla karşılaş¬mamışlardır. Şayet karşılaşmış olsalar bile, Resulullah bu zorlukları hemen çözüvermişti. Altı bin küsür ayeti ihtivâ eden Kur'ân, tam 23 senede tamam olmuştur.

Kur'ân'ın nüzulünün sona erişinden bir diğer ifa¬de ile Hz. Peygamber'in ahirete irtihalinden sonra, ona muhatap olanlar, Kur'ân'ın tamamına muhatap olmuş¬lar, nüzule şahit olan sahabenin imtiyazına sahip ola¬mamışlardır. Kur'ân, yeni fethedilen ülkelerde uygula¬nırken, sahabenin sahip olduğu bu imtiyazdan da uzak olarak uygulanmış veya biz bunun böyle olduğuna ve olması gerektiğine inanmışız. Zira bu konuda herhangi bir bilgiye veya pratik uygulamaya ait bir malumata sahip değiliz. Acaba Kur'ân, yeni fethedilen ülkelerde nasır uygulanmıştı? İslâm'la yeni karşılaşan ve Kur'ân'ın tamamına muhatap olan bu insanlar, onu nasıl anlamışlar ve nasıl uygulamışlardı? Aralarında Hz. Peygamber bulunmasına rağmen, 23 senede ta¬mamlanan Kur'ân’ın aralarında peygamber olmayan bir topluma hem de tamamını birden uygulamanın zor¬luğu ortadaydı. Sahabe, bunu nasıl başarmıştı? Tebliğ¬de karşılaştıkları zorluklar nelerdi? Uygulamada kar¬şılaştıkları zorluklar nelerdi? Bu soruların cevaplarını ancak, bu sahada araştırma yaptıktan sonra verebili¬riz. Fakat biz bu konuda bir araştırma yapacak değiliz. Bu soruları sormamızın amacı, bugün de aynı problem¬lerle karşılaşmamızdır. Din eğitimcileri, Kur'ân'ın ta¬mamını ele almakta ve topluma bütün olarak sunmak-tadırlar. Kur'ân'ın uyguladığı nüzul metodunu hesaba katmadan, herhangi bir sıralamaya gitmeden rastgele konu seçmekte ve Mekke ve Medine'ye ait konuları bir¬birine karıştırmaktadırlar. Bu da binayı çatıdan yap¬maya veya bir temelden ve bir çatıdan yapmaya benze¬mektedir. Bunda hem zorluk hem de metotsuzluk mevcuttur.

Bir din eğitimcisi, öncelikle hangi konuları ele alıp açıklamalıdır? İşe nereden başlamalıdır? Ele alıp açık¬layacağı konuların sıralaması nasıl olmalıdır? Hangi konuyu hangi konudan sonra anlatmalıdır? Bu sorula¬ra verilecek en makul cevap, hiç şüphesiz yine Kur'ân'da olacaktır. Şayet Kur'ân, bugün inse ve ilk iniş sırasındaki metodunu kullansa, acaba hangi konu¬ları öncelikle getirir ve nasıl bir sıra takip ederdi? Di¬ğer bir ifade ile, Kur'ân'ın nüzul sırasına göre ele alıp sunduğu konular nelerdi? Kur'ân bugün inmeyeceğine göre, bizim Kur'ân'ın iniş sırasını ve bu iniş sırasına göre getirdiği konulan öğrenmemiz gerekir.

Mekke dönemi, hem Kur'ân'ın ilk iniş dönemi olu¬şu ve hem de getirdiği konuların temel nitelik taşıması dolayısıyla büyük, bir önemi hâizdir. Bu nedenle Kur'ân'ın Mekke'de getirdikleri konuları nüzul sırası¬na göre ele almada büyük yararlar vardır. Zira Mekkî ve Medenî sûreleri ve ayetleri bilmek, Kur'ân ilimlerindendir. Bu ilim bilinmeden Kur'ân'ın yorumlanamaya cağı da söylenmiştir. Öyleyse Kur'ân, konularına göre Mekke'de neler getirmiştir? İşte biz burada bunun tespitini yapacak ve din eğitimcilerine Kur'ân'ın bu konu-daki 'metodunu ve takip ettiği sıralamayı sunacağız. Ancak nüzulün ayet ayet sıralamasına tam vâkıf ola¬madığımız için, sûre sıralamasına göre konuları ele alacak ve tesbit edeceğiz.

A. Konular

1. Okuma ve hu yolla Yaratıcı ile ilişki kurma:

Hz. Peygamber'e Kur'ân'dan inen ilk vahiy Alâk sûresinin İlk âyetleridir. Bu âyetlerde okuma emredilmekte ve bu yolla Yüce Yaratıcı ile ilişki kurulması istenmektedir. Burada okuma, amaç değil; Yaratıcı ile münasebeti temin eden bir araçtır. Asıl amaç, Allah'ın yaratıcılığı ve O'nun insana olan lütfudur. Çünkü Al¬lah, insanı yaratmış, ona kalemle yazmasını ve bilmedikleri şeyleri öğretmiştir, insan, bu gerçeği bilebilme¬si için okuması gerekir. Okuma, insanı Allah'a götüren ve O'nunla münasebetini te'min eden en önemli araç¬tır. Zira okumayan insanlar. Yüce Yaratıcı ile gerektiği şekilde ilişki kuramazlar. "Allah'ın adıyla oku" ayeti, bütün işlerimizde O'nunla münasebetimizi devam ettirmemizi ve O'nu unutmamamızı istemektedir. Bes¬melenin de amacı budur; Allah'la olan ilişkiyi devamlı canlı tutmaktır.

2. Azgın ve şımarık insan:

Allah'ın insanlara verdiği bunca nimetlere ve iyi¬liklere rağmen yine de bazı insanlar, sahip oldukları maddî ve manevî varlıklarına güvenerek şımarmakta ve azmaktadır. Böyle insanlar, sahip oldukları bu ser¬vetin, hakiki sahibini unutmakta, kendilerini o serve¬tin hakiki sahibi saymaktadırlar. Bu nedenle de azgın¬lık ve taşkınlık yapabilmektedirler. Böyle kimseler, di-ne ve müspet her şeye karşıdırlar. Ama bu kimselerin sonu ise, hüsrandır, cehennemdir.

3. Korkutma:

Korku, insanı faaliyete sürükleyen en önemli et¬kenlerden biridir. İyilikle ve güzellikle yola gelmeyen, özellikle Allah'tan korkmayan insanları maddî ve manevî bazı cezalarla korkutmak gerekir. Allah Te âlâ bu metodu burada uyguluyor ve azgın ve şımarık insan olarak tanımladığı kişiyi cehennemle korkutuyor.

4. İbâdetle Allah'a yaklaşma:

İnsanlar, Allah'a isyan ederek veya: yapmakla yü¬kümlü olduğu görevi terkederek değil, bilakis O'na kul¬luk ederek ve görevlerini yaparak yaklaşabilir, Allah'a - yaklaşmanın ve O'nunla münasebeti devam ettirmenin ilk ve temel şartı, O'na secde etmektir. Secde, insan benliğinin Allah huzurunda yere serilişi ve tek otorite olarak O'nu tanıyışın sembolüdür. "Secde et ve yaklaş" emri bunu ifade eder.

5. Resûlullah'ın Örnek Ahlâkı:

Yanlış fakat alışılmış fikir ve düşüncelere karşı, yeni ve doğru fikir getiren kişiler, alışılmışa karşı çık¬tıkları için daima bazı şeylerle itham edilmişlerdir. Hiç şüphesiz bunların başında peygamberler ve son pey¬gamber Hz. Muhammed gelir. O, deli (cinlenmiş) ol¬makla itham edilmiştir. Fakat Allah Teâlâ O'nun büyük bir ahlâk üzere olduğunu beyan etmiş ve yaşayışı¬nı örnek göstermiştir, Bu O'na bir teselli olmakla bera¬ber, inananlar için örnek bir şahsiyet olduğunu ve tak¬lit edilmesi gerektiğini de ifade eder. Çünkü örnek ki¬şiler, taklit etmek ve başkalarına uymak zorunda de¬ğildir. Bilâkis kendileri, kendilerine uyulacak kişiler¬dir. Çünkü kimlerin hak yolda olduğunu Allah en iyi bilendir.®

6. Örnek alınmayacak kişiler:

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in ahlâkını överek O'nun taklit edilmesini isterken; çok yemin eden, aşa¬ğılık, insanları kınayan, dedikodu eden, hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, kötü kimse olarak damgalı, malına ve çocuklarına güvenerek şımaran.

Kur'ân âyetlerine masal diyen kimselerin ise taklit edilmemesini ve kendilerine uyulmamasını istemekte¬dir. Böyle kimseler damgalı kişilerdir. Taklit edilmeye ve örnek kişiler olmaya lâyık değillerdir. Zira kötü ör¬nek, emsâl olmaz. Örnek, ancak iyi ve güzel şeylerden olur. Aynı şekilde ahlaksız kişiler de örnek kişiler ola¬maz. Ahlâklı kişiler, ancak örnek alınmalıdır. Bu özel¬liklerin sahibi olan kişiler, her yerde ve her devirde bu¬lunur. Önemli olan bu karaktere sahip olan insanların toplum içinde bulunmamaları değil, toplum fertlerinin bu kişileri örnek almamaları ve kötü davranışlarını taklit etmemeleridir. Örnek alınacaksa Hz. Peygam-ber örnek alınmalı ve O'nun örnek ahlâkı yaşanmalı¬dır.

7. Bir örnek: Yoksulun hakkını vermemenin acı sonu:

Allah bütün insanları denemekte ve bunun için de kendilerine bir takım nimetler vermektedir. Dünya ve dünya malı, insanlar için birer imtihan aracıdır! Bu aracı iyi kullananlar, imtihanı kazanacak, kullanamayanlar ise imtihanı kazanamayacaktır. Dinî emirler ve ahlâkî kurallar da birer imtihan aracıdır. Allah'ın ver-diklerine şükretmeyen, azgınlık edip yoksulun hakkını vermeyen ve onlardan yüz çeviren insanların başından geçen bir olay, imtihana örnek olarak verilmektedir. Yoksulların hakkını vermemek için gizlice bahçelerine gitmeyi düşünen bahçe sahipleri, bir gecede bahçelerinin yok oluşunu görünce kendilerine gelmişler ve hata¬larım anlayarak Allah'a dönmüşlerdi. Fakat bu dünya¬daki cezaydı, ahiretteki ceza ise daha ağırdı. Bu görevi¬ni yapmayan veya kötüye kullanan insanlara bir ör¬nekti.

 

8. Bir müjde; Müslümanlar suçlular gibi asla olmayacaktır:

"Muttekîler için Rableri katında nimet cennetleri vardır. (Tabii) biz Müslümanları suçlular gibi yapar mıyız hiç"

9. İnkârcılar ve kendilerine verilen mühlet:

Kur'ân-ı Kerîm, inkârcılara susturucu sorular so¬rar. Onları, dehşete düşürecek ye düşündürecek soru¬lar. Buna rağmen yîne onlar, inkârlarına devam etmiş¬lerdir. Cezalarını çekecekleri gün mutlaka gelecektir. Ama Allah onlara belli bir mühlet vermiştir. Çünkü Al¬lah, suç işleyenlerin cezasını ihmal etmez, mühlet ve¬rir. Bunu da inkârcıların itiraz hakkı bulunmasın diye yapar. Suçlu yaptıklarının yanına kâr kaldığım sanır ve daha çok suç işlemeye başlar. Bu da suçunun art¬masına ve çoğalmasına sebep olur. Böyle kişilerin ise, itiraz etmeye hakkı olmaz, işte bunun için Allah Teâlâ inkârcılara mühlet vermekte ve itiraz etmelerini önlemektedir.

10. Nazar'dan korunma:

Vâhidinin naklettiğine göre, Hz. Peygamber'e Mekkeli müşrikler nazarı dokunan bir kişiyi getirmiş¬ler -ve O nu nazarla yok etmesini istemişlerdi. Allah Teâlâ, bu sûrenin (kalem) 51. ve 52. âyetlerini hem Re¬sulullah'a bu durumu bildirmek hem de bu ayeti oku¬mak suretiyle nazardan korunma yolunu göstermiştir. Hz. Peygamber, "Nazar gerçektir'' buyurmuştur. Nazardan korunmanın en emin yolu "tır. Bu nedenle bu ayet başta olmak üzere, "Felak" ve ”Nas'' sûreleri, nazara karşı okunmaktadır.

11. Tebliğ öncesi ruhî hazırlık:

İlk İslâm tebliğcisi, hiç şüphesiz Hz. Peygamber'dir. Tebliğ, Hz. Peygamber’in en önemli görevidir. Bu görevi tam ve eksiksiz yapabilmesi için' bir ön ha¬zırlık dönemine ihtiyaç vardı. Bu hazırlık, manevî ve ruhî bir hazırlık olmalıydı. Bu nedenle Cenab-ı Hak, "Müzzemmil" sûresinin ilk ayetlerini, tebliğ öncesi ruhî hazırlık dönemine tahsis etmiştir. Geceleyin Hz. Pey¬gamber, yatağından kalkacak, namaz kılacak ve Kur'ân okuyacaktır. Bu alacağı vahiy için bir ön hazır¬lık olduğu gibi, gündüz yapacağı tebliğ için de bir ruhî hazırlık niteliğini taşımaktadır. Bu açıklama ve Resulullah'ın bu uygulaması, din eğitimcileri için de bir örnektir. Din eğitimcileri de, tebliğ öncesi ruhî hazırlık yapmalı ve psikolojik olarak göreve hazır olmalıdır.

12. Tebliğ'de yumuşak tavır:

Allah Teâla, Hz. Peygamber'e "Yalnız O'nu vekil tut, Onların, dediklerine sabret ve güzelce onlardan ay¬rıl. Beni ve o nimet sahibi yalanlayıcıları başbaşa bı¬rak ve onlara biraz mühlet ver" buyurmaktadır. Bu emirler, ilk İslâm tebliğcisine verilen emirlerdir. Tebliğ sırasında karşı tarafın söylediklerine sabredilecek, on¬lara sert ve kaba davranılmayacak ve ayrılırken de gü¬zellikle ayrılmak gerekecektir.

 

13. Korkutma:

Tebliğ metotlarından biri de, korkutmadır. Kur’ân'da sık sık tekrar edilen bir metoddur. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’den muhataplarına yumuşak ta¬vır takınmasını bir yandan isterken, diğer yandan da onları cehennem azabı ile korkutmasını ister. Çünkü inanmıyanların sonu hüsrandır. Bu bir hatırlatmadır, uyarmadır. Dileyen bu sese kulak verir.

14. Bir tebliğcide bulunması gereken vasıflar:

a. Uyarıcı olmalı,

b. Allah'ı devamlı hatırlamalı ve O'nunla münase¬betini kesmemeli,

c. Elbise temizliğine çok önem vermeli,

d. Pis ye çirkin şeylerden kaçınmalı,

e. Vermeli, fakat asla başa kakmamalı,

f. Allah rızası İçin sabretmelidir.

15. Bir inkarcının vasıfları:

Kur'ân-ı Kerîm, adını zikretmeksizin bir inkârcıdan bahseder. Vahidi’ye göre bu Velid b. Muğire'dir. Kur'ân'da zikredildiği kadarıyla bu inkârcı ki¬şinin vasıfları şunlardır:

a. Tek olarak yaratılmıştır. (Yalnız bir kişidir)

b. Kendisine çok mal verilmiştir.

c. Erkek evladları vardır. (Bu da kuvvet ve güç de¬mektir)

d. Başka gelir kaynakları vardır.

e. Yine de malının daha çok olmasını ister.

f. İnatçı bir kişiliği vardır, Kur'ân'ı bu nedenle inkâr eder.

g. Kurnazdır, ölçer biçer, ilerisini ve gerisini düşü¬nür.

h. Surat asar ve kaşlarını çatar.

1. Arkasını döner ve büyüklük taslar.

k. Kur'ân'ı bir büyü olarak kabul eder.

1. Bu kişinin yeri cehennemdir.

16. Cehennemin vasıfları:

a. Her şeyi yakıp yok eder,

b. Derileri kavurur,

c. 19 bekçisi vardır,

d. Bekçiler meleklerdendir,

e. Meleklerin bu sayısı imtihan etmek içindir,

f. İnananların imanı, inkarcıların ise küfrü artsın

diye,

g. İnsanlar için bir tebliğdir.

17. Herkes yaptıklarının karşılığını görecektir:.

Dünya hayatı, ebedî olan ahiret hayatının elde edildiği bir yerdir. Bu dünyada iyilik yapan da kötülük yapan da karşılığım ahirette mutlaka görecektir. İyilik yapanlar, cennete, kötülük yapanlar ise cehenneme gönderilecektir. Cennette bulunanlar, cehennemde bu¬lunan kişilere, hangi suçtan dolayı oraya düştüklerini sorarlar, onlar da suçlarını şöyle sıralarlar:

a. Biz namaz kılanlardan değildik,

b. Yoksullara yedirmez ve yardım etmez idik,

c. Boş şeylere dalan kimselerle birlikte biz de boş şeylere dalardık,

d. Ahirete inanmaz ve onu yalanlardık,

e. Gaflet içindeydik ve ölünceye kadar da öyle kaldık.

Bu bir uyarıdır. O halde insanlar, yapılan öğütlere kulak vermeli ve aslandan kaçan eşek gibi kaçmamalıdır. Ahiretten korkan insanlar, makul şeyler istedikle¬ri halde, korkmayanlar olmayacak şeyler isterler. Kur'ân bir öğüttür ve insanlara öğüt vermektedir. Dile¬yen onu düşünür ve ondan öğüt alır. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, her şey Allah'ın dilemesiyle olur.

 

 

18: Hamd ve duâ:

Allah, kendisinden korunmağa, cezasından kaçın¬mağa lâyık tek varlıktır. Günahlardan korunanları ba¬ğışlama gücünde olan da yalnız O'dur. O, âlemlerin Rabbi, terbiye edip yetiştirenidir. O, rahmandır, ra¬himdir. Din gününün de sahibidir. Bundan dolayı O, hamda layıktır ve O'na hamd edilmelidir. Allah'a hamd etmek, onu daima hatırlamak ve O'nunla müna¬sebeti kesmemek demektir. Zira Allah'la münasebeti devam ettirmenin en güzel yolu O'na hamd etmektir.

Allah'la münasebeti devam ettirmenin ikinci ve önemli bir yolu da O’na dua etmektir. O'nunla devamlı münasebette bulunan ve ilişkiyi kesmeyen insanlar, ancak O'na ibadet ederler ve O'ndan yardım isterler. Dalâlete düşmemek ve gazaba uğramamak için Allah'a yalvarırlâr ye O'nun yardımını beklerler.

Hamd ve dua, kulun Allah'la münasebetini temin eden ve kula Allah'ın huzurda olduğunu daima hatırla¬tan en güzel ve en özlü iki ibadettir.

19. Beddua ve acı son:

İnanan insanlar, devamlı Allah'la beraber olma¬nın hazzını ve mutluluğunu yaşarlar. İnsan olmanın ve insanlar içinde yaşamanın da ayrı bir mutluluğu var¬dır. Fakat bu mutluluğu paylaşmayan ve görevini yapan insanlara karşı çıkan insanlar da mevcuttur. Bu tür insanlar, sevmedikleri insanlara eziyet etmekten ve maddî tecâvüzde bulunmaktan büyük bir zevk du¬yarlar.

Ebû Leheb de bunlardan biridir. O hanımı ile bir¬likte Hz, Peygamber'e sırf görevini yaptığı için karşı çıkmış, bununla da kalmayarak O'na maddî tecâvüzde bulunmuştur. İslâm'a karşı çıkışı, fikir plânında kalıp eyleme dönüşmeseydi, belki Hz. Peygamber, O'nun helâki için bedduâ etmeyecek, bir diğer ifâde ile O'nun helâki için Allah’a başvurmayacaktı. Ama fiilî tecâvüzde bulunduğu için Allah'a bedduâ etmiş ve Ebû Leheb'in iki eli de kurumuştu. Bu dünyadaki cezasıydı. Ahiretteki cezası ise daha ağırdı. Hz. Peygamber'in fert plânında duâ yaptığına şahit olmakla beraber, bütün bir toplumu hedef alan bedduâsına şahit olmuyoruz. Taif dönüşündeki olay bunun canlı örneğidir. Ancak Ebû Leheb, bir ferttir ve "O'nun iki eli kurusun" de¬miş ve iki eli de kurumuştur. O'na ne malı ne de ka¬zandıkları fayda verecektir. O eşiyle birlikte cehenneme gidecektir. Bu olay, fert plânında İslâm'a fiilî tecâvüzde bulunan kişiler için de geçerlidir.

20. Kıyamet ve sonrası:

Her şeyin bir sonu vardır. Ölüm, insanın sonu, kı¬yamet de kâinatın sonudur. Ölüm, yokluk ve hiçlik de¬ğildir. Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıdır, hesap ver¬mek için gidilecek olan yolun giriş kapısıdır. Gerçek bu olmakla beraber, insanoğlu yine de ölümden ve kıya¬metten korkar. Allah Teâlâ, kâinatın ölümü demek olan kıyametten ve kıyametle ilgili sahnelerden bah-setmek suretiyle dikkatleri bu konuya çeker ve insan¬lardaki korku duygusunu harekete geçirir. Kıyamet sonrasında güneş dürülecektir, yıldızlar kararacaktır, dağlar yürüyecektir, olayın dehşetinden gebe develer terkedilecektir ve denizler kaynatılacaktır. Daha sonra ruhla beden birleşecek ve diri diri toprağa gömülen kı¬za hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulacaktır. Bü¬tün perdeler açılacak, cennet ve cehennem ortaya çıka¬caktır. Herkes o zaman ne yapıp getirdiğini açıkça görecektir.

21. Kur'ân, Hz. Peygamber'e Cebrâil aracılığı ile gelmiştir:

Kur'ân, Allah kelâmıdır. O'nu Hz. Peygamber'e getiren de Cebrail’dir. Cebrâil güçlüdür ve Allah ka¬tında değeri vardır. İtimad edilen ve kendisine güveni¬len bir varlıktır. Hz: Muhammed kendisine vahiy getir¬diği sırada onu ufukta açıkça görmüştür. Bunu söylemekle Hz. Peygamber, cinlenmiş değildir. O, gördükle¬rini ve aldığı vahyi aynen nakleder, bu konuda asla cimrilik yapmaz. O halde insanlar, bu gerçeği kabul etmeyerek, nereye gitmek İstiyorlar?

22. Kur’ân bir öğüttür:

Kur'ân-ı Kerim, insanlar arasından doğru hareket etmek isteyen kişiler için bir öğüttür. Yani Kur'ân, an¬cak doğru hareket etmek isteyen ve doğruyu özleyen ve araştıran kişilere etki eder ve onlara kılavuzluk göre¬vinde bulunur. İnsanlar önce isteyecek, arzu edecek ve arzusu istikametinde çalışacak Allah da onların arzu-larını yerine getirecektir. Zira Allah Teâlâ dilemedikçe insanlar hiç bir şey dileyemez ve dilediğini gerçekleşti¬remez. Bundan şunu anlıyoruz ki, Kur'ân ancak doğ¬ru ve dürüst olmaya karar vermiş olan kişilere bir öğüttür. Yoksa O'nu dinleyen herkese değil. Öğüt ala-bilmek için, her şeyden önce kendimize ve topluma karşı dürüst ve doğru olmaya karar verememiş kişiler veya en azından dürüst olmaya niyet etmemiş kişiler, Kur'ân'dan öğüt alamazlar.

 

23. İnsan Allah ilişkisi:

İnsan, yaratıcısının yüce adım daima anacaktır. O'nu teşbih edecek ve O'na yönelecektir. Teşbih etmek, O'nun noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemektir. Kulun ilk görevi de budur. Yani yaratıcısını tanımak ve O'na noksan sıfatlar izafe etmemektir. Bunun için de Allah kendisini sıfatlarıyla tanıtmaktadır:

Allah, yaratıcıdır, düzene k030icudur, her şeyin bi¬çimini, özelliğini ve süresini belirleyen ve hedefini gös¬terendir. O, otlağı çıkartan ve daha sonra da onu kup¬kuru siyah bir çöpe çevirendir. Kur'ân’ı Hz. Peygam¬ber'e gönderen ve O'nu unutturmayandır. O, gizliyi de bilen, açığı da bilendir. İşleri kolaylaştıran da O'dur. insan, Allah'ı noksan sıfatlardan uzak olarak tanıdığı sürece, Allah da ona kolaylık yollarını gösterecektir.

24. Öğüt karşısında insanlar:

Öğüt vermek veya nasihat etmek, Hz. Peygam¬ber'in peygamberlik görevidir. Kimin nasihat dinle5dp kimin nasihat dinlemeyeceğini, ancak Allah bilir. Hz. Peygamber'in görevi ister nasihat dinlesin, ister dinle¬mesin herkese öğüt vermek ve nasihat etmektir. Bu¬nunla birlikte insanlar, öğüt karşısında iki kısma ayrılırlar:

1. Allah'tan korkan veya korkacak olan kimseler, öğüt aldıkları ve verilen nasihati dinledikleri halde,

2. Bahtsız olanlar da ondan kaçarlar.

Bahtsız olan kişiler, sonuçta cehenneme girerler ye orada ne ölürler ne de yaşarlar. Temizlenip arınan¬lar, devamlı Allah'ın adını anıp namazını kılanlar ise büyük bir mutluluğa erişmişlerdir.

Bundan dolayı, dünya hayatı âhiret hayatına ter¬cih edilmemelidir. Çünkü âhiret hayatı devamlı ve sü¬reklidir. Dünya hayatı ise geçici ve sonludur. Bu ger¬çek daha önce Hz. İbrahim Ye Hz. Musa’nın sahifelerinde de yer almıştır. Ama insanlar, geçenlerden ib¬ret almazlar, bu nedenle de tarih, her defasında yeni-den tekerrür eder.

Kur'ân-ı Kerim, öğüt dinlemede insanları iki gru¬ba ayırdığı gibi, bu iki grubun sahabe döneminde tem¬silciliğini yapan iki kişi hakkında da örnek için ayrıntı¬lı bilgi verir. Bu iki kişiden birisi, iyiye örnek, diğeri de kötüye örnektir.

İyi kişi, fakirlere verir, günahlardan sakınır, en güzel sözü doğrular. İyi kişiye, en rahat ve en kolay şeylerin yolu kolaylaştırılır.

 

Kötü kişi ise, cimrilik eder, kendisini zengin gö¬rüp tenezzül etmez ve en güzel sözü yalanlar. Bu kötü kişiye de güç şeylerin yolu kolaylaştırılır, çetin durum¬lara götüren bir yola sokulur. Kendisi bir çukura düş¬tüğü zaman malı ona hiçbir fayda vermez. Doğru yola iletmek Allah'a aittir. Dünya ve âhiret de Allah'ındır. Allah, İnsanları alev saçan cehennemden korumak için uyarıda bulunuyor. Oraya ancak bedbaht kimseler gi¬rer. Çünkü o kişi, yalanlayan ve yüz çeviren kişidir.

Ama Allah'ın azabından çok korkan, malını O'nun rızası için harcayan; Allah'ın vereceğine razı olacak ve cehennemden uzak tutulacaktır. İbn Kesirin naklet¬tiğine göre, iyi kişi Ebu Bekir'dir. Sâvî'nin belirttiği¬ne göre de kötü kişi, Ümeyye b. Halef dir. Bilâl el- Habeşî, Ümeyye'nin kölesidir. Müslüman olması sebe¬biyle; ağır işkencelere maruz kalıyor, öğle sıcağında güneş altına çıkartılıyor, kızgın kumlar üzerinde saat¬lerce bekletiliyordu. Hz. Ebû Bekir, Ümeyye’den Bilâl'i satın almış ve azâd etmişti. Bu örnek davranış Kur’ân'da bu âyetlerle övülmüştü. Hz. Peygamber de,

"Kim iki dirhem veya iki kuruş Allah yolunda harcar¬sa, onu cennet hâzinesi çağırır" buyurmuştur.

26. Bir uyarı; Geçmiş kavimlerin helak oluşu:

Cimrilik, eden, kendisini zengin görüp Allah'a te¬nezzül etmeyen ve gerçeği inkâr eden kişilere, Allah Teâlâ, geçmiş milletlerin acı sonlarını ibret almaları için hatırlatıyor ve uyarıyor. İşte Ad kavmi, işte yük¬sek sütunlarla dolu İrem şehri, işte kayaları oyarak ev¬ler yapan Semud kavmi. İşte kazıklar sahibi Fir'avn ve kavmi. Bunların hepsi ülkelerinde azmışlardı, insanla¬ra çok kötülük etmişlerdi. Allah da bu yüzden onları azap kırbacıyla cezalandırmıştı. Allah Teâlâ, san'atı¬nız, teknolojiniz ve gücünüz ne kadar olursa olsun, şa¬yet azar, insanlara zulmeder ve taşkınlık ederseniz, si¬zi de cezalandırırım demektedir. Çünkü tarihte, nice, güçlü devletler ve milletler sırf bu yüzden cezalandırıl¬mış ve yok edilmiştir. Kötü örnekler, ibret içindir, ibret alınız denilmektedir.

27. Gözetleme ve imtihan:

Allah, kullarını ve davranışlarını devamlı gözetle¬mektedir. İnsan kontrol edilmediğini ve denenmediğini sanmasın. Allah Teâlâ, her zaman kullarını hem kont¬rol etmekte hem de denemektedir. Her ne zaman Allah Teâlâ, kullarını deneyip onlara nimet verirse, Rabbim bana ikram etti der. Ama rızkını daraltıp da verdiğini geri alırsa, Rabbim benî perişan etti, der. Perişan olu¬şun ve imtihanı kaybedişin sebebi yine insanın kendisidir. Çünkü imtihanı kaybeden insan, yetimlere ik¬ram etmemiştir, yoksulları doyurmada birbirlerini teş¬vik etmemiştir, mirası helâl haram demeden yemiştir ve malı çok sevmiş, kalbini mal sevgisi ile doldurmuş¬tur. Elbette böyle insan, imtihanı kaybedecektir. Çün¬kü mal ve servet, amaç değil, birer araçtır. İyi kullanı¬lırsa Hakk'a, iyi kullanılmaz ise cehenneme götürür. Böyle kimseler, gerçeği cehenneme girince anlayacak1ar, fakat iş işten geçmiş olacaktır. Bu nedenle insan¬lar, bu uyarıya kulak aşmalı, mala esir olmamalıdır.

28, Mutlu insan ve mutlu son:

Dünyada en mutlu insan, hiç şüphesiz Allah'ın imtihanını kazanan insandır. Her zaman dünyada, dünya işleri için imtihan olmaktayız. Bu imtihanı kay¬bettiğimiz zaman, acımız, kazandığımız zaman da se¬vincimiz sonsuz olmaktadır. Fakat âhiret için bu dünyadaki imtihanını kaybedişin sonu, sonsuz bir azap; kazanmanın sonu ise sonsuz bir mutluluktur.

Allah Teâlâ, imtihanı kazanan insana: Ey huzura eren nefis, râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön, iyi kullarımın arasına gir, cennetime gir, diyecek¬tir. İşte bu, mutlu insanın mutlu sonudur.

29. Teselli:

Hz. Peygamber'e bir ara vahiy gelmemişti. Bunun üzerine Ümmü Cemil Resulullah'a (bunu kasdederek) görüyorum ki, şeytanın seni terk etti, demişti. Hz. Pey¬gamber de bu duruma çok üzülmüş ve sıkıntı durmuştu. Duhâ sûresi, bu olay üzerine nâzil olmuştu. Bu sûre, muhtevası, üslûbu, sunduğu sahneler, duygu ve his yüklü oluşuyla dostluk ve rahmet sunmakta, şef¬katli bir el, acı ve sıkıntıları sanki ortadan kaldırmak¬tadır. Resulullah’ın huzursuz kalbine huzur, sıkıntılı ruhuna rahatlık vermektedir.

Allah peygamberine şöyle demektedir: "Rabbin seni bırakmadı, sana darılmadı, senin sonun ilkinden daha iyi olacaktır. Rabbin sana bol nimet verecek sen de memnun kalacaksın. Nitekim daha önce seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup yola ilet¬medi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? Bunları yaşadın ve gördün. Daha sonra vereceği nimetleri de göreceksin. Öyleyse sen de sakın öksüzü ezme, dilenciyi azarlama. Rabbinin sana verdiği nimetleri tek tek söy¬le ve anlat.

Tebliğ de üzüntüyü hafifletecek tek teselli, Al¬lah'ın verdiği nimetleri hatırlamak ve vereceklerini sa¬bırla beklemektir. Bununla beraber bu sûre, bir tebliğcide bulunması gereken özelliklerden bir kısmını da zikretmektedir. Buna göre bir tebliğci:

a. Öksüzü ezmeyecek

b. İsteyeni geri çevirmeyecek

c. Allah'ın verdiği nimetleri devamlı anacak Ve an-latacak.

Allah’ın verdiği nimetleri anmak ve anlatmak ko-nusunda Gelâlüddin es-Suyûtî (ö. 911/1505) bir kitap yazmış ve adını da “Kitâbu't Tehaddüs bi-Ni'metillâhi” koymuştur. Bu kitabı, E. M, Sartaın, tahkik etmiş ve Cambridge üniversitesi yayınları arasında 1975 tarihinde basılmıştır. Suyûtî, bu kitabını yazdığı önsözde, "Allah’ın nimetini anmak, şer'an istenmekte¬dir. Nitekim Allah Teâlâ: "Rabbinin sana verdiği ni¬meti söyle ve anlat” buyurmaktadır. Hz. Peygamber de, "Allah'ın nimetini anmak, şükürdür" buyurmuştur. Suyûtî, bu girişten sonra Allah’ın kendisine ver¬diği nimetleri hatırlatır ve biyografisini yazar.

30. Sıkıntıdan kurtulma

Hz. Peygamber, bir tebliğci olarak zaman zaman sıkıntıya düşmüş ve üzüntüsünden dolayı zor anlar ya¬şamıştır. Bunun üzerine Allah Teâlâ’ Hz. Peygam¬berin göğsünü açıp kalbini sevinç, huzur ve güvene ka¬vuşturmuştur. Bu konuda ”İnşirah" sûresindeki âyetler, şu hususları açıklamaktadır:

a. Cahillerin hakka saldırıları karşısında bunalan Hz. Peygamber'in kalbi, bu bunalımlardan, sıkıntılar¬dan kurtarılmıştır.

b. Hz. Peygamber'in şanı yüceltilmiştir.

c. Her zorluğa karşı mutlaka iki kolaylık mevcut¬tur. Bu nedenle zorluklar karşısında yılmamalı, buna¬lıma düşmemeli, daima bir zorluğun iki kolaylığı oldu¬ğu bilinmelidir.

d. Bir iş bitirilince, iş tamam dememeli, yeni bir işe koyulmalıdır.

e. Daima Allah ile ilişkiyi devam ettirmeli, O'nun rızâsını ve sevgisini kazanmaya önem verilmelidir.

Her zorluğun iki kolaylığı bulunduğunu bilmek, insana rahatlık verir. Problemi çözmek için yapılan bir iş, şayet sonuç vermez ise, bu iş olmadı dememeli, yeni bir alternatif denenmelidir. İşi bitirince yeni işe koyul emri bunu ifade etmektedir. Ama her işte, daima Allah hatırlanacak ve O'nunla ilişki hiç bir zaman kesilmeyecektir. Allah'a dayanmak ve O'na güvenmek, sıkıntıdan kurtulmanın eri güzel ve en kolay çaresidir.

31. Kurtuluşun Basamakları:

Bir insan için, Allah’ın rızâsını kazanmak, kurtu¬luşa ermek demektir. Bunun aksi ise hüsrandır. Bir in¬şanın hüsrandan kurtulup kurtuluşa erebilmesi için, şu kurtuluşa giden basamakları tek tek çıkması gerek¬mektedir. Bir başka ifâde ile Allah'a ulaşan dört basamaklı merdiveni tek tek çıkmasıdır. Bu basamaklar ise şunlardır:

1. İman

2. Amel–i salih,

3. Hakk'ı tavsiye,

4. Sabrı tavsiye."

İman, bütün iyiliklerin ve ibâdetlerin temelidir. İman varsa ibâdetler vardır. İman yoksa, yapılan ibâdetlerin ve iyiliklerin hiç bir faydası yoktur. Mate¬matiksel bir örnekle söyleyecek olursak, 1 rakamı, sa¬yıların okunmasında ve değerli olmasında en küçük rakamdır. Bir rakamının sağına konulacak her sıfır, bu sayının değerini artırır. Sıfırlar ne kadar çok olursa, rakamın değeri de, o nispette büyük olur. Fakat, bu sı¬fırlar manzumesinin başında olan bir rakamını kaldır¬dığımız zaman, sıfırların hiç bir değeri- kalmaz. Sıfırla¬ra değer kazandıran o bir rakamıdır. Tıpkı bunun gibi, iman da bir rakamına benzemektedir. O varsa yapılan ibâdetler, birinin sağına konulan sıfırlar gibi değer ka¬zanır, şayet yoksa, bir rakamı olmayan sıfırlara ben¬zer. Bunun için iman, her şeyin temelidir ve Allah'a ulaşan dört basamaklı merdivenin de ilk basamağıdır.

Amel-i salih, diğer bir deyişle yapılması gerekenleri yapmak, yapılmaması gereken şeyleri yapmamak, bu merdivenin ikinci basamağıdır. Bir insan ilk basa¬mağa çıktıktan sonra orada durmamalı, ikinci basama¬ğa çıkmalıdır. İkinci basamak, ibâdetler ve görevler ba¬samağıdır. Farzlar, vâcipler, sünnetler, mübahlar ve müstehablar gibi bir Müslümanın yapması gereken şeyleri yapması, haramlar, mekruhlar ve müfsitler gibi yapılmaması gereken şeyleri yapmaması... amel-i salih basamağını teşkil eder.

Hakkı tavsîye, dayanışmanın ve yardımlaşmanın en güzel ifadesidir. İç bütünlüğü sağlamanın en güzel ' yolu, karşılıklı kontrol ve ikazlardır. Bir toplumda hak, hukuk ve adalet varsa ve toplumun fertleri tarafından da bunlar titizlikle korunuyorsa, o toplumun istikbali aydınlıktır. Aksi takdirde, adaletin olmadığı yerde zu¬lüm olacağından, o toplumun geleceği karanlıktır.

Sabır, insanı Hakk'a ulaştıran dördüncü basa¬maktır. Bu. son basamaktır ve bundan sonra kurtuluş yani Hakk'a ulaşma vardır, bu sabrın önemini ve değe¬rini artırmaktadır. Mehmet Akif, bu konuyu şöyle ifade etmektedir;

Hâlıkın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey, kul için hakkı tutup kaldırmak.

Hani Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım derken

Mutlaka "sûre-i Vel-Asr"ı okurmuş, neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrar-ı felâh,

Başta imân-i hakîkî geliyor, sonra salâh

Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık,

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık."

 

32. Kötü bir Huy:

İnsan, iyi huylarla birlikte, kötü huylarla da yara¬tılmıştır. Din, akıl ve vicdan bu iyi ve kötü duyguların nasıl kullanılacağını insana öğretir ve kılavuzluk eder. Asr sûresinde kurtuluşa ermenin şartlarını veya kur¬tuluşa erenlerin sıfatlarını zikreden Allah Teâlâ, Adiyât sûresinde de insanın kötü bir özelliğinden, nan¬körlüğünden bahsetmektedir. Asr sûresinde bütün in¬sanların hüsranda olduğunu, ancak dört vasfa sahip olanların ise kurtuluşa erecekleri anlatılmıştı. Bu sûrede ise, hüsranda olan insanların, ilk hüsran sebebi olarak nankörlüğünü zikretmektedir. Hem de mahiye¬tini tam olarak bilemediğimiz beş şeye yemin ederek. . İnsan, Rabbine karşı nankördür ve bunu kendisi de bilmektedir. Bile bile nankörlük etmektedir. Buna se¬bep de mala olan aşırı sevgisidir. İnsan mal sevgisini kalbine yerleştirdi mi, artık onun için kurtuluş kolay değildir. Ancak acı gerçeği ölüp de yeniden dirildiği za¬man anlayacaktır.

Bu âyet, mal sevesi ile nankörlük arasındaki iliş¬kiyi de açıkça beyan etmektedir. Mal sevgisi, fıtrî bir duygudur. Her duygu gibi onun da tatmin edilmesi ge¬rekir. Ancak, bu duyguyu devamlı besleyip de şükür ve yardım etme duygularını köreltirsek, ö zaman nankör bir insan olabiliriz. Bu da malı, lüzumundan fazla sevmememizi, daima şükür içinde olmamızı gerektirir. Yapılan iyilikleri hatırlamak, unutmamak ve iyiliklere karşılık vermek, nankör bir İnsan olmamak için te-mel şarttır. Bu da insanın kendi elindedir. Onun için¬dir ki, mükâfat ve ceza görecektir;

33. Bir Lütuf, Bir Görev ve Bir Müjde:

Hz. Peygamberi teselli eden sûrelerden birisi de "Kevser" sûresidir. Hz. Peygamberin oğlu "Kasım" ve¬fat ettiği zaman müşrikler, O'na "ebfer" (sonu kesik) demişlerdi. Hatta, As 6. Vail "Bırakın O’nu, O’nun so¬nu kesiktir. Ölürse adı unutulur gider" demişti. Bu sûre böyle diyenlere bir cevap mahiyetindedir. Ayette, Hz. Peygamber’e bir lütuf, bir görev ve bir de müjde ve¬rilmektedir.

Bir lütuf, "Kevser"dir.

Bir görev, ''namaz kılmak ve kurban kesmek"tir,

Bir müjde, asıl sonu kesik olan; Hz. Peygambere buğzeden kimsedir.

Kevser kelimesi, çeşitli anlamlarda tefsir edilmiş¬tir. Bilinmesi gereken husus, onun eşsiz bir nimeti ol¬duğudur. Nâzil olan bu sûre Hz. Peygamber’in yüzünü güldürmüştür.

Bu lütuf karşısında Hz. Peygamber'e namaz kıl¬ması ve kurban kesmesi görevi verilmiştir. Bu görev, O'nun Allah'a daha fazla yaklaşmasını sağlayacaktır. Allah'a yaklaşma ve Onunla beraber olma, lütufların en büyüğüdür.

Bir müjde ise, Hz. Peygamber'in düşmanlarının nesilleri Müslüman olacak ve İslâm'la şereflenecek müjdesidir. Tarihî gerçek, bunu açıkça ifâde eder. Hz. Peygamber’in getirdiği İslâm, yok olmamış, bilâkis Mekke’li müşriklerin evlâtları Müslüman olmuşlardır. Bu olmadan önce verilmiş bir müjdeydi ve daha sonra bu müjde tahakkuk etmiştir.

34. Kötü bir huy: Çok Servete Sahip Olmakla Öğünmek

İnsanların kötü huylarından biri de, çoklukla, mal ve mülk sahibi olmakla öğünmeleridir. Bu o kadar kötü bir huydur ki, insanı ölünceye kadar terketmez. Fa¬kat insan, ölünce gerçeği anlayacak ve pişman olacaktır. Hatta kendisine verilen bütün nimetlerden de tek tek hesaba çekilecektir.

Tekâsür, çokluk ve çoklukla öğünmek anlamına gelmektedir. İnsanların mal ve evlât çokluğuna düş¬kün olmaları, kendilerini felâkete sürüklemektedir.

35. Öksüzü İtmek ve Yoksulu Doyurmamak:

Çok servetle öğünmeyi kınayan sûresinden sonra nâzil olan Maun sûresinde, bir baş¬ka kötü huyun kınandığını görüyoruz. Dini kabul et¬meyen bir inkârcının, sahip olduğu bu kötü huy ise, ök¬süzü itip kakmak ve yoksulu doyurmamaktır. Ayetlerde dikkati çeken en önemli özellik, inkarcılıkla vermemek arasında kurulan ilişkidir. Dini yalanlama vasfı ile, yetimi itip kakmanın ve yoksulu doyurmamanın aynı kişide bulunması ve bunun özellikle âyette zikredilmesi, bu ilişkiyi güçlendirmektedir.

Din, kendisine inananlardan bazı zevklerinden fe¬ragat etmesini, başkalarına karşı fedakâr olmasını ve kendilerini bir disiplin altına almalarını ister. Yalnız kendini ve çıkarlarını düşünmek, ferdî isteklerine tabî olmak insanı bencilliğe ve egoizme götürür. Bencilliğin ve egoizmin sonu ise, ızdırap ve elemdir. Bu sebeple din, insanlara merhameti, sevgiyi, fedakârlığı ve yardımlaşmayı emreder. Bu nedenle de dine inananlarda, sevgi, merhamet ve yardımlaşma duyguları daha çok gelişmektedir. Bunun aksine, dine inanmayanlarda - şayet bu duygular, özel bir eğitimle geliştirilmemiş ise- merhamet, yardım ye yardımlaşma tamamen yok de¬necek kadar azdır. İşte Kur'ân-ı Kerim, dine inanmayan bir kişinin öksüzü itip kakması ve inkârcılıkla merhamet duygusu arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır. Dine inananlar, mutlaka merhametli olmak, yoksulu doyurmak ve yetimi kollamak zorundadır. Bu dindar olmanın bir gereğidir. Zira bir mü'min, inkârcı bir kişi¬den daha iyi ve daha yardımsever olmalıdır.

Mâun Sûresinin ilk üç âyeti, Mekkî olmakla bera¬ber, geriye kalan dört âyeti Medenî'dir. Şüphiesiz bu âyetlerin Medenî oluşu, münafıkların vasıflarından bahsetmesi sebebiyledir. Ayette, namazlarında yanılanlar, gösteriş yapanlar ve en ufak yardımı dahi baş¬kalarından esirgeyenler şiddetle kınanmaktadırlar. Namazın farz kılınışı çok sonralarıdır ve namazda gös¬teriş yapmak ise münafıklara ait özel bir davranış şek¬lidir. Bununla birlikte, bu vasıfların da dine inanma¬makla yakın ilişkisi mevcuttur. Çünkü bu tür davra¬nışlar, bencilliğin bir sonucudur. Gerçek bir imanla ilişkisi yoktur. Çünkü gerçekten inananlar, yaptıkları işleri menfaatleri için değil, inançlarının bir gereği olarak yaparlar.

36. İnanmayanlara Karşı Takınılacak Tavır:

Hz. Peygamber'in bir tebliğci olarak karşılaştığı en zor mes'elelerden biri de, inkârcılara karşı nasıl bir tavır takınacağı idi. İslâm'a düşman olan Mekke'liler, zaman oluyor Hz. Peygamber'e fiilî saldırıda bulunu¬yor, zaman oluyor inanç konusunda uzlaşma teklif edi¬yorlardı. Vahidî'nin belirttiğine göre, Kureyşliler, Hz. Peygamber'e gelmişler ve bizim ilâhlarımıza uy, biz de senin ilâhına ibâdet edelim demişlerdi. Kureyş sûresi bu teklif üzerine nâzil olmuş ve Hz. Peygamber'e nasıl bir tavır takınayacağını göstermişti. Bu sûrede Cenâb-ı Hakk "Ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapıcı değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarını¬za tapacak değilim, siz de benim taptığıma tapacak de¬ğilsiniz. Sizin dininiz size benim dinim bahadır" buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber'e inkârcılara karşı nasıl bir tavır takınacağını da göstermiş oluyordu.

Elmalılı Hamdi Yazır’a göre, bu sûrenin geçerli ve devamlı olan hükmü, küfür ve nifaktan korunmak için her yerde ve her durumda bu sûreyi okumaktır. Fakat bu, saldırmak için değil, korunmak için, kendi nefsine nasihat etmek için, inancını ve samimiyetini takviye etmek için okunacaktır. Bunun böyle olması, mücahedeyi, ibâdeti ve diğer dinî görevleri terketmek anlamında değildir. Bu sûre, inkârcılara taarruz etme¬yi emretmemekle birlikte, mücahede ye güzel mücade¬leyi de yasaklamamaktadır. Bundan dolayı da umumî ahkâma nazaran nâsih ve mensûh tasavvuruna gitme¬ye gerek yoktur. Sûrenin hiç bir âyetinde yok¬tur ve hepsi de muhkemdir.

Bu âyetler, inkârcılara karşı düşmanca bir tavrın takınılmamasını, onlara yumuşak bir tavırla karşılık verilmesini, inançlarından vazgeçmeksizin onlarla mü¬nasebetin devam ettirilmesini istemektedir, Özellikle anlaşmazlık konularının terkedilmesini, sizin inançlarınız size, benim inançlarım bana aittir, diyerek müş¬terek konular üzerinde durulmasını ye karşılıklı ilişki-lerin kesilmemesini de istemektedir. Zira düşmanca bir tavır takınılır ve karşılıklı münasebetler kesilirse, onlara İslâm nasıl anlatılacaktır? Bir tebliğciye düşman olan kişi, onun söylediklerini kabul eder ve ona inanır mı hiç? Din eğitiminin genel ilkelerinden biri de, dostça tavır ve güzel konuşmaktır. Kırıcı olmamak ve nefret ettirmemektir.

37. İnkarcılara Karşı Allah'ın Yardımı:

Kâfirûn sûresinde, inkârcılara karşı yumuşak bir tavır takınılmasını isteyen Genâb-ı Hak, peşinden in¬dirdiği Fîl sûresinde ise, inananlara, bütün Mekke'lilerin şahit olduğu ve bildiği bir yardımını hatırlatarak hem bir teselli hem de bir müjde vermektedir. İnanan¬lar, inanmayanlara karşı her ne kadar yumuşak bir ta¬vır takınmış olsalar da, inkârcılar, Müslümanlara kar¬şı sözlü ve fiilî saldırılarına devam etmişlerdir. Bu du¬rum, İnananları ziyadesiyle üzmekte ve mahzun et¬mekteydi. İşte Cenâb-ı Hak, Mekkelilerin çok iyi bildi¬ği ve bir çoklarının fiilen yaşadığı bir olayı, inananlara hatırlatarak onlara da yardım edeceğini dolaylı, bir bi¬çimde ifâde etmiş oluyordu. Bir bakıma Cenâb-ı Hak, Ebrehe ve ordusuna karşı Kâ'be'yi nasıl korumuş, on¬ların tuzaklarını boşa çıkarmış, üzerlerine sürü sürü kuşlar göndermiş ve onları yenilmiş, ekin yaprağı gibi yapmışsa, aynı şekilde İslâm'a saldıran ve Müslüman¬lara eziyet eden inkârcılara karşı da Müslümanlara yardım edecek ve onların tuzaklarını boşa çıkartacak¬tır. "Görmedin mi Rabb'in fil sahiplerine ne yaptı?" Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sü¬rü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Nihayet onları yenilmiş ekin yapra¬ğı gibi yaptı" ifâdeleri, bu gerçeği yansıtmaktadır.

Cenâb-ı Hakk'ın hatırlattığı yardım, Hz. Peygam¬ber'in doğumundan önce Mekke’de cereyan etmiştir.

Habeşistan'ın Yemen'deki valisi Ebrehe, San'a'da bir kilise yapıp burayı Kâ'be yerine koymak ve hacıları bu¬raya çekmek istemişti. Kanâne kabilesinden bir adam geceleyin gidip kilisenin içini kirletmişti. Buna kızan Ebrehe, Kâ'be'yi yıkmaya yemin ederek ordusuyla yola çıktı. Ordusunda fil de bulunuyordu. Bu nedenle Kur'ân'da "eshâbu'l fil" (fil sahipleri) diye zikredilmiştir. Kâ'be'ye yaklaşan orduya Allah Teâlâ, Ebabil kuş¬larını göndermiş ve bu kuşların attıkları küçük taşlar¬la ordu yenilmiş ekin tarlasına dönmüştü.

Hiç şüphesiz Allah Tealâ'nın bu yardımı hatırlat¬ması, öncelikle Hz. Peygamber’i ve ona inananları bü¬yük ölçüde teselli etmiş, Allah'a olan güvenlerini yeni¬lemiş ve geleceğe umutla bakmalarını sağlamıştır. Al¬lah'a İnanıp bağlananları Allah yalnız bırakmamakta, darda kaldıkları sırada mutlaka yardımını göndermek¬tedir. Bu böyle olmuş ve olmaya devam edecektir. Bunun için inananlar, kendilerine yapılan sözlü ve fiilî tecavüzler karşısında üzülmemeli ve ümitsizliğe düş¬memelidirler.

38. Bütün Kötülüklere Karşı Tek Sığınak: ALLAH

İnsanoğlu, bilgi, teknik ve mal yönünden ne kadar güçlü olursa olsun, yine de acizlikleri ve zayıf yönleri bulunan bir varlıktır. Etrafı bir takım kötülükler ve şer güçlerle çevrilidir. Baş düşmanı şeytanın yanında, hemcinsi insanlardan da düşmanları vardır. Bu düş¬manlar insana her türlü kötülüğü ve fenalığı hiç dü¬şünmeden yapabilmektedir. Bu nedenle insanoğlu, gü¬ven duymak ihtiyacını hissetmekte ve sığınacak bir yer aramaktadır.

Mal, bilgi ve teknik, bir ölçüye kadar insana gü¬ven verse de, bunların güven vermediği durumlar ve olaylar da meydana gelmektedir. Hiç bir şeyin fayda vermediği bir yerde, insana umut verecek ve asla güve¬nini sarsmayacak tek sığınak ise Allah'tır. Allah, in¬sanların en büyük dostu ve güven kaynağıdır. Kötülük nereden ve kimden gelirse gelsin, insanın sığınacağı ilk ve son melce ancak Allah'tır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ, bütün kötülüklerden ve şerlerden kendisine sığınılmasını istemekte ve hatta emretmektedir. Ve İhlâs surelerinin başındaki "Kul" (De) emri bunun açık delilidir. Allah Teâlâ, bu iki sûrede kötülük ve şer odaklarım tek tek saymakta ve bunlardan kendisine sığınmamızı istemektedir. Bunlar:

a. Bütün yaratıklar,

h. Karanlığın çöktüğü gece,

c. Büyücü kadınlar,

d. Hasetçi insanlar,

e. Vesveseci insanlar,

f İnsanlardan olan şeytanlar,

g. Cinlerden plan şeytanlardır}^

Kendisine sığınacağımız varlık ise, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkartan, insanların Rabbi olan, onların padişahı ve ilâhı olan Allah'tır. Allah Teâlâ, yukarıda sayılan şeylerin insanın düşmanı olduğunu ve bunun için de insanın kendisine sığınması gerektiğini açıkla¬maktadır.

Ayette geçen "E(sığınırım) kelimesi, bir fena¬lıktan korunmak için birine iltica etmek ve himayesini istemektir. Bu da himayesini isteyerek iltica eder, korunurum' demektir. Fahreddin er–Râzî'ye göre, bu sûrelerin üç çeşit nüzûl sebebi bulunmaktadır. Bunlar¬dan birincisi, cinlerden birinin Hz. Peygamber'e tuzak kurması üzerine bu sûreler nâzil olmuştur. İkincisi, Kureyşliler'in Hz. Peygamber'e nazarı dokunan birisiy¬le zarar vermek istemesi üzerine inmiştir. Üçüncüsü İse, bir Yahudî olan Le’bid b. A'sam'ın Hz. Peygam¬ber'e yaptığı sihir üzerine nâzil olmuştur. Her üç nüzûl sebebinin de tek amacı vardır, o da Hz. Peygam¬bere zarar vermektir. Her üç olayın da olay kahraman¬ları, Hz. Peygamber'in düşmanlarıdır. Amaçları da Hz. Peygamber'e zarar vermek ve O'nu etkisiz bırakmak¬tır. Bu gerçeğin bilinmesini ve ona göre tedbir alınma¬sını isteyen Allah Teâlâ, bu tedbirin ise ancak Allah'a sığınmak ve O'na güvenmek olduğunu açıklamaktadır. Bu sığınma ve güven, devamlı Allah'la bir olmayı ve Onunla ilişkiyi kesmemeyi gerektirir. Besmele ve isti'aze bunu sağlayan sözlü ifâde, ibâdetler ise, fiilî ibâdetlerdir. Bir mü'min, besmele, duâ, ibâdet ve diğer şeylerle Allah'a yaklaşır ve O'nunla ilişkisini devam et¬tirir. Kur'ân okumak da bunlardan biridir. Allah Teâlâ da "Sığınırım de" emriyle bunu ifâde etmektedir.

Kalem Sûresi 51 ve 52. âyetlerinin de nazarla ilgili oluşu ve Kureyşlilerin Hz. Peygamber'e bu yolla zarar vermek istemesi, Felâk ve Nâs sûrelerinde ise "Allah'a sığınılmasının emredilmesi" ve Hz. Peygam¬berin bu iki sûreyi devamlı okuması, bu iki sûrenin Mekkî olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir: Çünkü bu iki sûre hakkında İslâm âlimleri, ihtilâf etmişler, kesin olarak Mekkî veya Medenî olduğuna karar vere¬memişlerdir.

Kendisine, güvenilen, dayanılan ve imamları "Al¬lah tektir, samettir, kendisi doğmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey O'nun dengi değildir." Bu sıfat¬lar, bir yaratıcıda bulunması gereken sıfatlardır. Bu sûre Kur’an'ın özüdür. Tevhid inancını bir kaç kelime ile dini hâlis yapmak, şirk kirlerinden dini temizlemek demektir.

Mekke'de nâzil olan ilk yirmi sûredeki muhteva, bize Allah ile olan ilişkimizi, çevre ile olan ilişkimizi ve kâinattaki yerimizi tespit etmektedir. İnsan nasıl bir varlıktır? İyi yönleri ve kötü yönleri nelerdir? Çağımız¬da büyük bir mesafe kat'eden psikoloji, bizi bize tanıt¬maya çalışadursun; Kur'ân, bizi bize tanıtan bilgileriy¬le önümüzde durmaktadır. Fakat O'nu anlayacak psi¬kolojik bir bilgiye sahip olamadığımız için, ne demek istediğini anlayamıyoruz. Belki ne dediğini anlıyoruz ama, ne demek istediğini anlayamıyoruz. İnsanı tanı¬madan Kur'ân'ı tanımamız mümkün olmadığı gibi, Kur'ân'ı anlamadan da insanı tam anlamıyla tanıma¬mız mümkün değildir. Çünkü insanı yaratan Allah, Kur'ân'ı gönderen de Allah'tır. Kur'ân'ın muhatabı ise insandır. İnsanla Kur'ân arasındaki ilişkiyi anlama¬dan, ne insanı ne de Kur'ân'ı tam olarak anlamamız mümkündür. Bunun için önce insanı tanımaya çalışa¬cak, daha Sonra Kur'ân'da anlatıldığı şekliyle insan ta¬nınacaktır. Böylece insandan Kur'ân'a, Kur'ân'dan da insana bir bakış açısıyla yaklaşılacak ve bu meçhul in¬san, çözülmeye çalışılacaktır, işte o, zaman, kendimizi tânıyacak, dolayısıyla Rabbimizi tanıyacağız. İç dünya¬mızda İslâm binasını kuracak, sağlam bir imana sahip olacağız.

Kur ân bize, hedeflerimizi göstermektedir, gidece¬ğimiz yolu tarif etmektedir. Yolumuzdaki engelleri an¬latmakta, bu engellerle nasıl mücadele edeceğimizi göstermektedir. İslâm'ın temeli insandır. İman ise, ke¬sin karar ve irade meselesidir. İrade olmadan, mükemmel insan olmak adetâ imkânsızdır. İbâdetin gerçek¬leşmesi, iradeye bağlıdır. Ahlâkın varlığı da iradeye bağlıdır. İbâdet ise, iradeyi güçlendiren ve takviye eden en büyüt etkendir. Oruç, namaz Ve zekât gibi ibâdetler, iradeli olmanın bir sonucudur. Doğruluk, dü-rüstlük de bir irade meselesidir. Akıl, anlar ve bilir, ama irade ise yaptırır ve devam ettirir. Kur'ân'ın asıl hedefi işte budur. İnsanın iradeli bir varlık olarak inandığı gibi yaşamasıdır.

 

 

HİCRETİN I. VE II. YILLARINDA KUR'ÂN'IN GETİRDİKLERİ

Kur'ân-ı Kerim'deki sûreler, Mekkî ve Medenî di¬ye tasnife tabi tutulurken en meşhur görüş olarak Hic¬ret esas alınmıştır. Bir tarih başlangıcı olarak kabul edilen Hicret, aynı zamanda tedricî tekâmül gösteren ibadetlerle birlikte sulh, savaş v.s. gibi ahkâma âid meselelerin de bildirildiği ve açıklandığı bir dönüm noktasını teşkil eder.

Hz. Adem'den itibaren Hz. Muhammed (s.a.)'e ge¬linceye kadar bütün peygamberlerine Cenab-ı Hak, ahkâma ait meseleleri tedricî bir tekâmülle inzâl ettiği gibi, Hz. Muhammed'e de inzal ettiği ahkâmda tedricî bir tekâmül sırası takip etmiştir. Mekke'de nâzil olan âyetlerde; iman, sabır, güzel ahlâk ve öğütle iman'a da¬vet ve müşriklerle olan mücadele konularının ele alın¬dığı, bunun tam aksine Medine'de nâzil olan âyetlerde ise; ibadet, sulh, savaş ve muamelât konularıyla Yahudî ve Münâfıklarla olan münasebetlerin açıklandı¬ğı görülür.

Resulullah'ın hicreti, imandan amele, ve muamelâta, sabırdan savaş ve sulhe, müşriklerle olan mücadele ve onları imâna davetten, Yahudîlerle olan mücadele ve onları imâna davete geçiş olmuş ve İslâm hukukunun tatbik edileceği ilk İslâm devletinin kuru¬luşunu sağlayan en büyük etken olmuştur. Hicretle birlikte Kur'ân'ın üslûbu ve ifade ettiği şeyler birdenbi¬re değişivermiş ve onun muhatabı özellikle Mü'minlar olmuştur. Bundan sonra "Yâ eyyühennâs" ("Ey insan¬lar") denildiği gibi "Yâ Eyyühellezîne Amenû" (Ey İmân Edenler) diye de hitabedilecek ve onlara yapmaları ve uygulamaları gereken şeyler emredilecektir.

Hicretin ilk iki yılında Kur'ân'ın getirdikleri, iba¬det tarihi yönünden önemli olmakla birlikte, bir İslâm devletinin kuruluşunda Müslümanların öncelikle yap¬mak zorunda oldukları konuların tabiî seyrini belirtmesi bakımından da önemlidir.

 

 

I. HİCRETİN İLK YILINDA KUR’ÂN’İN GETİRDİKLERİ

1. İlk Mescidin Yapılışı

Mescidler; Allah'a ibadet ve kulluğun yapıldığı, Müslümanların ferdiyetten kurtularak cemaatleştiği ve birbirleriyle kaynaştığı yerlerdir. Renkleri, dilleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun, inananları aynı yönde birleştiren ve onları tek hedefe, kıbleye yönelten Mescid, aynı zamanda İslâm'ın ulaştığı yerlerdeki varlığının da işareti ve tapusudur. Bunun için Peygamberi¬miz Medine yolu üzerinde bulunan Küba'ya gelir gel¬mez ilk iş olarak bir mescid yaptırmış ve bu mescidin inşasında da bir işçi gibi çalışmıştı. Kur'ân-ı Kerim, bu ilk mescid hakkında şöyle buyurmaktadır:

"İlk günde takva üzerine te'sis olunan mescid, na¬maz kılman için daha lâyıktır.

O mescidde temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenenleri sever.”

Müslüman görünüp, Küba'da "mescid” diye bir nifak yuvası kurarak peygamberimize ve İslâm dinine karşı sinsi sinsi çalışan bir zümre, o zaman bile vardı. Bu zümrenin içinde Âmir Er-Râhib adında meşhur bir kişi de bulunuyordu. Bunlar yaptıkları bu mes¬cidde peygamberimizin ibadet etmesini istemişlerdi. Peygamberimiz ibadet için oraya gitmeye teşebbüs edince, ilâhî ihtar geliyor ve peygamberimizin gitmesi¬ne mâni oluyordu.

"Müminlere zarar vermek, kendi küfürlerini tak¬viye etmek, iman edenler arasına tefrika sokmak için evvelce Allah ve Resûlü ile harbedeni bekleyerek mescid bina edenler "bundan maksadımız iyilikten başka birşey değildir" diye yemin ederler. Onların yalancı ol¬duklarına Allah şehâdet eder. O mescidde katiyyen na¬maz kılma."

Mescid yapmak, dinî bir emir ve hüküm olmasa da, cemaatle yapılabilecek ibadetler için lüzumlu bir araç ve önemli bir vasıtadır. Bundan dolayı Peygambe¬rimiz Medine'ye gelir gelmez de bir mescid inşaatına başlamış ve onu bitirmiştir. Bu, İslâm tarihinde yapı¬lan ikinci mesciddir. Peygamberimiz (s.a.) "Mescid-i Nebi" diye anılan bu mescidde medfundur.

2. Cumâ Nâmazının farz kılınışı

Peygamberimiz (s.a.) Mekke'den ayrıldıktan sonra doğrudan Küba'ya gelmiş ve orada on günden fazla bir müddet kalmıştı. Bir cuma günü Medine'ye gitmek üzere Küba'dan ayrılan Peygamberimiz, Salim b. Avfoğullarının oturdukları Ranûna vadisine geldiğinde güneş zevale ermiş ve öğle vakti olmuştu. Peygamberi¬miz (s.a.) öğle namazı için hazırlık yapan ashabına, cu¬ma namazının farz kılındığını ve öğle namazı yerine cuma namazı kılacaklarını söyledi. Orada ilk cuma na-mazını kıldırdı ve ilk hutbesini okudu. Cuma namazı¬nın farziyeti ile ilgili ilâhı vahiy şöyleydi: "Ey Mü'min¬ler, cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine koşun, alış-verişi terkedin. Eğer bilir¬seniz bu sizin için daha hayırlıdır."

Artık müşriklerin ağır baskılarından uzaktılar, namaz kılmak ve Allah’a ibadet etmek için tenha yer¬ler aradıkları, Kur'ân okurken seslerini duyurmaktan çekindikleri günler geride kalmıştı. Bir araya gelmele¬rine ve büyük cemaatlar olmalarına hiçbir engel yok¬tur. Yeni bir devir başlamıştı. Tek tek ve korka korka ibadet ve hareket etme yerine toplu ibadet ye hareket etme devri başlamış oluyordu.

3. Muhacirlerle Ensar Arasında Kardeşlik

Peygamberimiz (s.a.)'in Medine'ye gelişinden son¬ra eski ve sıkıntılı günler geride kalmış,. İnançlarından dolayı insanlara işkence yapan müşriklerin, ezâ ve cefâ yapan ellerinin uzanamadığı Medine'de, hürriyet ve emniyet havası içinde sakin bir hayat başlamıştı. Her¬kes inandığı gibi yaşamakta ve ibâdet etmekte serbest¬ti. Vicdan ye din hürriyeti içinde Müslümanlık gün geç¬tikçe yayılıyordu.

Peygamberimiz, her şeyden önce Ensar ile Muhâcir arasında samimî bir münasebet ve ilişkinin temini için çalıştı. Hicretin beşinci ayında onları birbi¬rine daha da kaynaştırmak için din kardeşliğinden ay¬rı olarak hakikî ve öz kardeş yaptı. Her bir muhacir, ensardan biri ölünce, kendi akrabasından daha önce mirasçı oluyordu. Mirasta Ensar'ın, öz kardeşi bile muhâcirlerden sonraya kalıyordu. Bu uygulama ve hareket tarzı ise şu âyetin hükmüne dayanıyordu:

"İman edip hicret edenler, Allah yolunda malları ve canları ile mücadele edenler, müminleri iskân edip onlara yardım edenler birbirlerinin dostlarıdır. İman ettikleri halde hicret etmeyenlerin velâyetlerinden, hic¬ret edinceye kadar size bir şey yoktur. (Bununla bera¬ber) eğer onlar sizden bir hususta yardım isterlerse aranızda anlaşma bulunan kavim aleyhine olmamak üzere onlara yardım etmek size vâciptir. Allah işledik¬lerinizi görür.

Fakat bu uygulama Bedir savaşına kadar sürdü. Bu savaştan sonra muhâcirlerin ensara ihtiyacı kalma¬dığı için bu hüküm yine Enfal sûresindeki şu âyetle neshediliyordu:

"Hısımlar (miras almakta) Allah’ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Allah herşeyi bilendir."

İslâm uğruna ve Allah rızası için doğdukları yer¬den ayrılarak hicret eden muhâcirleri, ensar karşısın¬da manen bir ezikliğe ve minnete sürüklememek ve on¬ların yaptıkları bu davranışı bizzat Ensar eliyle mükâfatlandırmak için Cenâb-ı Hak, Resûlü vasıtasıy¬la cihan tarihinde bir benzeri olmayan bir kardeşliği te¬essüs ediyor ve kan kardeşliğinin en önemli sonucu olan miras konusunda bu kardeşlik ile kan kardeşliğini eşit tutmuyor, bilâkis iman ve hicretle teessüs eden kardeşliği ön plâna alıyordu. Fakat özel ve geçici bir duruma ait olan bu uygulama, daha sonra, muhâcirlerin, yardım ve himâyeye ihtiyaçları kalma¬yınca yürürlükten kaldırılıyordu:

4. Medineli Yahudilerle olan münâsebet

Medineli Yahudiler Peygamberimizi kendi taraf¬larına çekmek ve Ondan istifade etmek ümidiyle bir müddet ılımlı ve yumuşak bir politika takip ettiler. Fakat Peygamberimizi çeşitli vesilelerle deneyip kendi yanlarına çekemeyince, başka taktiklere başvurdular. Kin ve hased tuğyanı içinde Peygamberimize düşman¬ca tavırlarda bulunmaya başladılar. Öyle ki, kendi ırklarından Müslüman olanlara bile şiddetle saldır-maktan çekinmediler. Meşhur Yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm, Müslüman olunca, bazı Yahudiler, "Muhammed'e ancak bizim şerirlerimiz ve kötülerimiz iman etti. Şayet onlar hayırlılarımızdan olsalardı, ata¬larımızın dinini bırakmazlardı" dediler. Bunun üzeri¬ne "Onların hepsi bir değildir, onların içinde bir cemaat var ki onlar, gece saatlerinde secdeye kapanarak Al¬lah'ın âyetlerini okurlar" âyeti nâzil oldu. Ayrıca bu zât hakkında Ahkâf 10. âyeti ile Ra'd 43. âyeti nâzil ol-muştur.

Hicretten sonra nâzil olan Medenî sûrelerin ilki olan Bakara sûresi ve onu takiben nâzil olan Enfâl, Al-i İmrân, Ahzâb, Mümtehine ve Nisâ sûrelerinde, özellikle hicretin ilk yıllarındaki münâsebetler ele alınmakta ve konu ile ilgili açıklamalar ve hükümler bu¬lunmaktadır. Sayılarının ye ifade ettikleri konuların çokluğu nedeniyle bu konuda nâzil olan bütün âyetlerden bahsetmemize imkân yoktur. Ancak Müslümanlarla Yahudiler arasındaki bazı önemli hâdiseleri açıklayan âyetlerden kısaca bahsedeceğiz. Bu âyetlerden bir kısmı Yahudilerin, yalan ve yanlış bazı sözlerini tasrih sadedinde nâzil olmuştur. Bir kısmı da Resulullah'a sordukları sorulara cevap olarak gel¬miştir. Bakara Sûresi 97, 107, 189. âyetleri gibi.

 

Genel olarak, bizzat Yahudilerin kendilerinden bahseden âyetlerin sayısı 17'dir. Bu âyetlerin 14 tanesi Al–i İmrân, diğerleri de birer tane olmak üzere, Tevbe, Mâide ve Nisâ sûrelerindedir.

Ayetlerin haricinde de bazı sûreler, yahudilerin yaptıkları bazı işler üzerine nâzil olmuştur. Meselâ; Felak ve Nâs sûreleri Peygamberimize Lebib b. A'sam adındaki Yahudinin yaptığı sihir üzerine nâzil olmuştur.

Yahudilerle ilgili olarak nazil olan âyetler, onların inanç, fikir ve düşüncelerini hedef alır ve onların için¬de bulundukları ruhî bunalımlardan bahseder. Onların inanç ve fikir bozukluklarını ve hak ve hakikati inkâr edişlerini açıklar. Ayrıca bu âyetler, Müslümanların onlarla iyi münasebet içinde olmalarını da ister. Pey¬gamberimiz de Medine’deki ilk günlerinden itibaren onlara karşı, onların yaptığı gibi yumuşak bir politika uygulamış ve bütün tahriklere karşı sabırla ve meta-netle direnmiştir. Fakat daha sonraları bu tutum ve davranış değişecektir.

5. Münâfıklarla Olan Münâsebet

Medine'de Müslümanların sayıları artıp kuvvetlenmeye başladıktan sonra, zâhirde mü’min, gerçekte ise inanmayan bir grup teşekkül etmişti. Münâfıklar... Bunlar, Müslümanların arasına giriyorlar, onlarla dü¬şüp kalkıyorlar ve sûret-i haktan görünerek Müslümanları şüpheye düşürecek sorular soruyorlardı. Ba¬kara Sûresinin 8–20. âyetleri, sözleri ile davranışları, dolayısı ile münâfıkların reisi Abdullah h. Ubey hak¬kında nâzil olmuştu. Bu âyetlerde meâlen şöyle deni¬yordu;

"İnsanlardan, iman etmemiş oldukları halde, Al¬lah'a ve âhiret gününe inandık diyenler vardır. Allah'ı ve iman edenleri (güya) aldatırlar. Halbuki onlar, an¬cak kendilerini aldatırlar ve bunun da farkında değildirler. Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah has¬talıklarını artırsın. Onlara yalan söylediklerinden do¬layı acıklı bir azap vardır. Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiğinde, biz ancak ıslâh ediciyiz derler. Dikkat et, onlar, gerçekten fesatçıların tâ kendileridir. Fakat bunu anlamazlar. Onlara, diğer insanlar gibi siz de iman, edin denildiğinde, biz de o se¬fihler gibi inanalım mı? derler. Dikkat et asıl sefih on¬ların kendileridir, fakat bunu anlamazlar. Onlar, Mü'minlere rastlayınca iman ettik derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise, biz sizinle beraberiz, onlar¬la istihza ediyoruz derler. (Asıl) Allah onlarla istihza eder ve onları taşkınlıkları içinde serserice, dolaştırır. Bunlar o kimselerdir ki, doğru yolu bırakıp sapıklığı satın almışlardır. Ticaretleri de kâr etmedi ve hidâyete erenlerden de olmadılar.

Cenâb-ı Hak tarafından karakter ve şahsiyetleri böylece çizilen münâfıklar, içten Müslüman olanlara düşman olsalar da, bunu açıkça izhar edememişler ve daima fitne ve fesat tohumları ekmişlerdir. Onlar Müslümanlarla soğuk savaş yapmışlar ve engellemelerde bulunmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.) de onlara karşı sert davranmamış ve ılımlı bir politika uygulamıştır. Bakarâ sûresindeki 8.–20. âyetlerin haricinde genel olarak onlardan bahseden âyetler şunlardır: Nisa 139- 143, Maide 33, Teybe 64-74, el Haşr 11, el-Münâfikûn 6-4, 8, el-Ahzâb 12-47, el Hâdid 13-15 âyetleridir.

II. HİCRETİN İKİNCİ YILINDA KUR'ÂN’İN GETİRDİKLERİ

1. Kıble'nin tahvili

Hicretin ikinci yılı olaylarından biri, belki de baş¬kalarına benzememe konusundaki emirlerin en önem¬lisi, kıblenin tahvilidir. ResûlUllah ve O'nun ümmeti namazlarını Medine’deki ikâmetinin onsekizinci ayına gelinceye kadar Kudüs'teki Mescid–i Aksa'ya doğru kılarlardı. Resûlüllah, bütün kalbiyle Kâbe'nin kıble ol¬masını arzu ediyor fakat bu konuda gelecek ilâhî vahyi bekliyordu. Zira Medineli Yahudiler, "Muhammed bize muhalefet ediyor, halbuki bizim kıblemize uyuyor" diyorlardı. Bu ve bunun gibi sözlere Allah'ın Resûlü üzülüyor, fakat bir şey demiyordu. Nihayet İlâhî vahiy geliyor ve kıble Kudüs'ten Mekke'ye, Beytullah'a çevriliyordu.

"Biz senin semaya yüzünü çevirdiğini gördük, seni razı olacağın kıbleye döndüreceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzü¬nüzü o tarafa çeviriniz. Ehl-i Kitap kıblenin değiştiril¬mesinin Rableri tarafından hak olduğunu bilirler. Al¬lah, işledikleri şeylerden gafil değildir." Kıblenin değişmesi Resûlullah'ı ve mü'minleri çok sevindirdi. Fa¬kat Yahudileri çok kızdırmıştı. Bu vesile ile de fitne ye fesatlarına devam ettiler. Şu âyetler bu hadiseyi anlat¬maktadır:

"İnsanlardan sefih olanlar (beyinsizler): Mü'min¬leri üstünde bulundukları kıblelerinden ne döndürdü'? diyeceklerdir. De ki: Meşrik ve mağrib Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola hidâyet eder. Böylece siz insanlar üzerine şâhitler olasınız ve resul de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık: Senin üze-rinde bulunduğun Kıble'yi Peygamber'e tabi olan ile arkasına döneni bilelim diye yaptık. Kıblenin değişti¬rilmesi büyük ve ağır ise de Allah'ın hidâyet ettiklerine öyle değildir. Allah imanınızı zayi etmez. Allah insan¬lara karşı re'fet ve merhamet sahibidir.

Yahudiler, Müslümanlara cephe alıp çeşitli dedi¬kodular yaparken, Hıristiyanların durumu ilgi çekiciy¬di. Medine'nin içinde Hıristiyanlar yoktu.. Zira onlar, Medine'nin civarındaki vadilerde yaşıyorlardı. Onlar da Yahudiler gibi, Peygamberimize zaman zaman gele¬rek, sorular soruyorlardı. Peygamberimiz de onlara ge-len İlâhî vahiylerle cevap veriyordu. Kur'ân, gerek Yahudileri ve gerekse Hıristiyanları bir gruba dahil etmiş ye onlara "Ehl-i Kıtab" diye hitabetmiştir, Hıristiyan- 1ar teslise inanıyorlar ve Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu diyor¬lardı. Peygamberimiz ise, bütün insanları Tevhid dini¬ne çağırıyor ve geçmiş peygamberlerin hepsini tasdik ediyordu. Bu bakımdan bir kısım Hıristiyanlar Pey¬gamberimiz (s.a.)'e hangi peygamberleri tasdik ettiğini sormuşlardı. Bu sorularına cevâp olarak gelen âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hak: "Biz Allah'a iman ettik, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Esbât'a gönderilenlere, Musa ve İsa'ya verilenlere, bi¬lumum peygamberlere Allah tarafından verilene ina¬nır, Allah'ın peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah'a teslim olmuş insanlarız. demelerini Müslümanlara bildiriyordu. Peygamberimiz de mü'minlere yaptığı tavsiyede: "Ehl-i Kitab'ı ne tas¬dik ediniz, ne de yalanlayınız" Ye bu âyeti okuyunuz demişti.

Hıristiyanlarla olan münâsebet, yahudilerle olan münâsebetten sonra başlamış ve özellikle hicretin ikin¬ci yılında yoğunluk kazanmıştır. Kur'ân-ı Kerim; Müslümanlara, yahudilerle olan münâsebetlerinde olduğu gibi, Hıristiyanlarla olan münâsebetlerinde de ılımlı ve yumuşak bir politika Uygulamalarım tavsiye etmiş; Ehl-i lütab'a karşı hitabında aym üslubu kullanmıştır.

İslâm devleti güçlenip kuvvetleninceye ve müşrik¬lerle olan mücadelesinde kesin bir sonuca varıncaya kadar Peygamberimiz (s.a.) Ehl-i Kitab'la olan münâsebetlerini dengeli ve çok yönlü olarak ele almış, bunlara karşı, Kur'ân'ın üslubunda da görüleceği gibi açıkça cephe almadan inanç ve fikirlerinin sakat ve bo¬zuk yönlerini göstermekle yetinmiştir. Özellikle cihad emri gelinceye kadar, bu uygulamaya önemle riâyet edilmiştir.

3.Orucun farz kılınışı

Kelime-i Tevhid'den sonra İslâm'ın diğer bir rük¬nü olan oruç, Hicretin ikinci senesi içinde. Bedir sava¬şından bir ay veya bir kaç gün önce farz kılınmıştır. Bedir savaşı ise, Üicretin ikinci senesi Ramazan ajanın 17. günü olan Cuma günü olmuştu.

Orucun farziyetini bildiren ve hükümlerini açıkla¬yan âyetler, Medenî bir sûre olan Bakara süresi içinde yer almakta ve bu âyetlerde şöyle denmektedir: "Ey iman edenler, sizden önce geçen ümmetlere farz kılın¬dığı gibi günahlardan sakınmanız için, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Sayılı günlerde, sizden hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutmalıdır. Gücü yetmeyenlere de bir fa¬kirin doyumluk fidyesi vardır. Kendiliğinden bir hayır edene bu, onun için daha hayırlıdır. Eğer oruç tutarsa¬nız, bu bilseniz sizin için daha hayırlıdır.

Oruç hakkında, sadece bir âyet-i kerime Mekkî'dir ve o da susmak anlamındadır. Mekkî olan bu âyette "Ben Allah’a oruç adadım, onun için bugün hiç hiç kimseye söz söylemeyeceğim de" denilmektedir.

Allah Teâlâ, orucu pek çok hikmetlere mebnî, farz kılmıştır. Bu hikrhetlerin başında, nefsin arzularına gem vurmak, onun şiddet ve hiddetini kırmak ve bu vesile ile Allah'a teslim olmak hususu yer alır. Hem iyiliğe ve hem de kötülüğe meyyal olan nefis için Hz. Yusuf: "Ben nefsimi terbiye edemem, çünkü nefis pek ziyâde fenalığı emreder. Ancak Rabbimin rahmet bu-yurarak korudukları müstesna" diyerek ondan Al¬lah'a sığınmıştır.

4 . Zekâtın farz kılınışı

Malî bir ibadet olan zekât, arzuya bağlı bir yardım ve sadaka anlamında Müslümanlarca daha Mekke dönemindeyken de biliniyordu. Ancak, bugünkü anlam¬da ve İslâm devletinin bir malî kaynağı olarak farz kı¬lınışı, Hicretin ikinci yılında olmuştur. Tafsilâtı ve di¬ğer hükümleri ise, daha sonraları tedricî olarak gelmiştir. âyeti mutlak anlamda ve umumî olarak zekâtın farziyetini ifade etmektedir. "Onların mallarından sadaka al” âyeti de şartla mukayyed olmaksızın, mutlak hüküm ifade eden diğer bir zekât âyetidir. Zekât, kalplerdeki dünya sevgisi ve hastalığını iyi eden bir ilâç ve zenginlikten dolajn ola¬bilecek taşkınlığa da bir engel teşkil eder. Zekâtın. pek çok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden önemli birkaç ' tanesini şöyle zikredebiliriz:

1- Zekât, malın bir şükrüdür.

2- Zekât, zenginin malındaki fakirin hakkıdır. Ni¬tekim Cenâb-ı Hak: ''Onların mallarında sâil (dilenci) ve mahrumun hakkı vardır '^^

3- Zekât, dilencilerin sayısını azaltır, hırsızlığı ve soygunculuğu Önler.

4- Zekât, zenginleri cimrilikten korur.

5- Zekâtta İslâmî yardımlaşma ve Allah ın adını yüceltme vardır.

5. İlk cihad emrinin gelişi

Hicretin ikinci senesinde Kur'ân'ın getirdikleri hükümlerden biri de, cihad ye ona âit emirdir. Resûlüllah (s.a.) cihad emri gelinceye kadar tam onüç sene Kureyş Müşriklerini puta tapınaktan vazgeçirip Allah'a ibadet etmeye savaşmadan davette bulunmuş ve bunun üzerine artan ve azgınlaşan eziyet ve tuğyan-lara karşı ümmetiyle birlikte büyük bir sabır numunesi göstermiştir.

Ne sabırları, ne de iyi ve yumuşak muameleleri, bu azgın müşriklere fayda vermiş, kurtuluşu, vatanla¬rını ve mallarını terk ederek Mekke’den Medine'ye hic¬ret etmekte bulmuşlardı. Kendisine ashâbının yaralı ve döğülmüş olarak her gelişinde o, sabır tavsiyesinde bulunmuş ve "Henüz harbe me'zûn değilim" demişti.

Mekke'de cihada izin verilmeyip, sabır ve teenni tavpiye olunduğu gibi, Medine'ye hicret olunduktan sonra da hemen izin verilmemiştir. Ancak hicretin ikinci senesinde, Müslümanlar güçlenip kuvvetlendik¬ten sonradır ki cihada izin verilmiştir. Cihadla ilgili İlâhî emir şöyleydi: "Kendilerine kıtal ve tecâvüz edi¬len müminlere (tedafüi harbe) izin verildi. Çünkü on¬lar, zulüm olunmuşlardı: Şüphesiz ki Allah, onları yardımıyla muzaffer kılmaya kadirdir." Cihad emri¬nin verilmesine sebep olarak da Cenab–ı Hak şu gerek¬çeyi gösteriyordu: "O mazlumlar ki, "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden başka bir sebep olmaksızın hak-sız olarak diyarlarından çıkarılmışlardır. Eğer Allah, insanların bir kısmının tecâvüzünü öbür kısmının müdafaası ile karşılamasaydı –içinde Allah'ın adı zikrolunan– manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler mu¬hakkak yıkılırdı. Şu da muhakkaktır ki, Allah, kendi¬sine kulluk eden kişiyi muzaffer kılacaktır. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, ziyadesiyle izzet ve şevket sahi¬bidir."

Cihadla ilgili diğer bir âyet-i kerime de şudur: "Sizinle harbedenlerle Allah yolunda siz de savaşınız ve aşırı gitmeyiniz. Allah aşırı gidip tecâvüz edenleri sevmez.

Cihad emrinin verilişi, bu iki âyet-i kerimenin hükmiyle sâbittir. Fakat hangisi ile cihadın ilk önce farz kılındığında ihtilâf edilmiştir. Cessas, ve Şevkani 'Bakara Sûresi 190. âyetinin ilk cihad âyeti olduğunu kabul ederler. Hz. Ebûbekir (r.a.) ise, Hac Sûresi 39. âyeti olduğunu söylemiştir. İbnü-l Kayyim, "Zâdü-1 Mead"da: "Hac sûresi 39. âyeti için, bu âyetle cihada izin verilmiştir, fakat cihad farz kılınmamıştır" der.

Bu âyetlerden hangisi önce nâzil olmuş olursa ol¬sun, her ikisine de bakacak olursak, müsaade edilen harbin, tecâvüzî bir mahiyet taşımadığını görürüz. Müslümanlara, kendilerine tecâvüz edenlere karşı, kendilerini müdafaa etmek ve maruz kaldıkları hak-sızlığı ve zulmü gidermek için harp etmeye müsaade ediliyor. Müslümanlar silâha sarılmaya icbar edildikle¬rinde ancak savaşmışlardır. Yoksa aslâ tecâvüz ve ta¬arruzda bulunmamışlardır.

6. Bedir Savaşı ve alınan esirler hakkındaki hüküm

Bedir savaşı, cihad emri geldikten sonra yapılan ilk ve en önemli savaştır. Bu savaş. Hicretin ikinci yı¬lında ve Ramazan ayının 17. gününde vuku bulmuştu. Kur'ân–ı Kerim'de bu savaşa çok önem verildiğini gör¬mekteyiz. Pek çok âyet-i kerime bu savaştan ve onun neticelerinden bahseder. Cenâb-ı Hak, özellikle bu savaşta mü'minlere yardım etmiş ve onları melekleriy¬le takviye etmiştir.

Enfâl sûresinde Cenâb-ı Hak, meleklerine:

Haydi gidiniz, benim nusretim sizinle beraber¬dir. Mü'minleri saflarında tutunuz ve sebat ettiriniz. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Siz onların boğazlarına ve parmaklarına vurunuz" buyurdu.

Peygamberimize de:

Habîbim endişelenme, şimdi size birbiri ar¬dınca bin meleği yardımcı olarak gönderiyorum” diye vahyolundu. Ardından Peygamberimiz, "AmaTi Al¬lah'ım yârdım ve imdat eyle" diye yalvardıkça, ”üç bin” ve daha sonra da “bin" melekle yardım gel¬mişti. Meleklerin fiilen harbe iştirak edişleri Bedir savaşının özelliklerindendir. Bu savaşta müminler melekleri gördükleri gibi, müşrikler de görmüştür.

Müslümanların ilk ve en önemli zaferi olan Bedir savaşında pek çok müşrik esir alınmıştı. Bu esirler hakkında bir karara varılması gerekiyordu. Peygambe¬rimiz (s.a.) bu konuda istişârede bulundu. Yapılan istişâre neticesinde, iki önemli görüş ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi Hz. Ebubekir'in görüşü idi. O, şöy¬le diyordu: "Ey Allah'ın elçisi, onlar senin amcaoğulla¬rın, aşiretin ve kardeşlerindir. Allah sana zaferi nasi- betti ve onlara galip de geldin. Onlar öldürülmemeli ve onlardan fidye alınmalıdır. Alacağımız şeyler bize kuv¬vet verir ve belki Allah onlara hidâyet eder.

Buna karşı Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın elçisi onlar seni yalanladılar, seni yurdundan çıkarttılar ve seni öldürmeye teşebbüs ettiler. Ben Ebubekir gibi düşünmüyorum, onları öldüre¬lim ve onlardan fidye almayalım." demişti.

Peygamberimiz ve Ashâbı, Hz, Ebubekir'in görü¬şünü benimseyip tercih ettiler. Fakat Peygamberimiz, Hz. Ebubekir'in görüşünü tercih edişi dolayısı ile muâheze olunmuş ve Hz. Ömer'in görüşüne uygun İlâhî vahiy gelmişti. İlâhî vahiy şöyleydi: "Hiç bir peygamberin yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar esirler alması olmamıştır. Siz dünyanın geçici şeylerini istersiniz. Halbu ki Allah âhireti murad eder. Allah azizdir, hakimdir.”

Eğer Allah tarafından geçmiş bir yazı 'olmasaydı, aldığınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.

Artık, ganimet olarak aldığınız şeylerden helâl ve hoş olarak yiyin, Allah'tan korkun. Allah ğafûrdur, rahimdir.,

İlâhî vahiy Hz. Ömer'in görüşüne uygun geliyor fakat Peygamberimizin uygulamasını da onaylıyordu.

7. Ganimetlerin taksimi

Bedir savaşından sonra elde edilen ganimetler ko¬nusunda Müslümanlar arasında bir ihtilâf olmuş ve nasıl taksim olunacağı hususunda görüş ayrılıkları belirmişti. Bunun üzerine: "(Habibim) sana ganimetler¬den sorarlar. De ki: Gânimetler Allah'ın ve Resûlünündür. Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin.

Ve eğer mü'minlerden iseniz Allah'a ve Resulü'ne itaat edin." ayet-i Kerime'si nâzil oldu. Bu âyetin hük¬müne göre ganimet, Allah'ın Resûlu ne aittir. Fakat Cumhura göre bu ayetin hükmü, yine bu suredeki şu âyetin hükmü ile kaldırılıyordu. "Biliniz ki ganimet olarak aldığınız bir şeyin beşte biri Allah'a ve Pey¬gamberine, hısımlara, yetimlere, fakirlere ve yolcula- radir. Eğer Allah’a ve iki cemaatin karşılaşıp Hak ile bâtılın ayrıldığı günde kulumuza indirdiğimiz şeye iman ediyorsanız, böyle biliniz:. Allah her şeye kâdirdir."

Bu âyetin hükmüne göre, ganimetlerin beşte biri Allah'ın Resûlü'ne, diğer beşte dördü de, gâzilere âittir. Gâziler dilerse haklarını isteyebilirler. Bu takdirde taksim vacip olur. Dilerlerse, Allah rızası için terkedebilirler. Bu cihet, onların içtihadlarına bırakılmıştır.

Sonuç:

1-2, yılında Hicretin getirdiklerini Kur'ân-i Kerim açısından kısaca ve öz olarak açıkladık. Nâzil olan âyetler ve getirdikleri hükümler bu kadar değildir. Mekkî ve Medenî sûreler hakkında kesin bir ittifak mevcut değildir. İttifak edilen sûrelerin yanında, ihtilâf edilen sûreler de vardır. Bazı sûreler hakkında bir kısım İslâm âlimleri Mekkî derken, bir kısmı Medenî, diğer bir kısmı da hem Mekkî, hem Medenî sûreler olarak kabul ederler.

Mekkî ve Medenî sûreleri bilmek, İslâm Teşri' Tarihi bakımından önemli olduğu kadar, Nâsih ve Mensuh olan âyetlerin bilinmesi yönünden de büyük önemi hâizdir.

Bilindiği üzere, Mekke'de ferdî olan ibadet, daha Hicret neticelenmeden bile Cuma namazının farziyetiyle bir cemaatleşmeye doğru gidilmiş, bir ibâdet yeri olduğu kadar Müslümanların varlığının ve şahsiyeti¬nin bir sembolü olan camilerin yapılması da, ayrıca ce¬maat ruhunu tebârüz ettiren diğer bir etken olmuştur.

Müslümanlar, bugün içinde bulundukları karışık¬lık ve ne yaptığını bilememezlikten, ancak, Resûlüllah'ın hayatını iyi tetkik ederek anlamak ve Kur'ân'ın Teşri Tarihi'ni iyi bilmek suretiyle kurtulabi¬lirler. Mekke’de nâzil olan âyetlerin hükümleriyle, Me¬dine devrinde nâzil olan âyetlerin ihtiva ettiği hüküm¬lerin mahiyeti iyi kavrandığında, Müslümanlar arasın¬da mevcut olan uygulama ve metod farklılıkları da kendiliğinden sone erecektir. Hicrî 1500. yüzyıla girer¬ken, bu gerçeğe eğilmek zorundayız.

Muhâcirlerle Ensâr arasında teessüs eden kardeş¬lik, önceleri, mirasta öz kardeşini dahi geride bırak¬mıştır. Toplu olma ve birlikte yaşamanın en güzel ör¬neklerini veren Ashâb'ın bu davranışı, Müslümanlar a daima örnek olmalıdır.

Hicretin ikinci yılında, ancak "Oruç" gibi nefisle mücadeleyi emreden ve samimî kulluğu sembolleştiren ibâdetle, toplumun sosyal yapısını ve yaşayışım can¬landıran ve belli ellerde_ mal birikimini önleyerek zen¬gin ile fakir arasındaki uçurumu ortadan kaldıran "Zekât" malî ibâdet emredilmiştir. "Cihad" ise, İslâm'ın beş şartından dördü, kelime-i şehâdet, namaz, oruç ve zekât farz kılındıktan sonra ve ancak müdafaa maksadıyla farz kılınmıştır. Bu konuda ilk vahiy, bi'setten tam ondört yıl sonra gelmiştir. İslâm Tari¬hinin ilk büyük savaşı plan Bedir savaşı, bu emirden sonra olmuştur. Bedir savaşı sadece zafer yönüyle de¬ğil, aynı zamanda neticeleri itibariyle de büyük öneme sahiptir. Bedir zaferinin psikolojik ve sosyolojik tesirle-rinin yanında, esirler ye ganimetlerle ilgili hükümler getirmesi bakımından da. Önemli yönleri bulunmaktadır.

 

 

 

 

 

KUR'ÂN’A GÖRE ÂİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ

Sınırlarını ve kapsamını kesinlikle belirleme imkânı çok zor olan bilimlerin başında, sosyal ve beşerî bilimler gelmektedir. Psikoloji, Antropoloji, Ekonomi, Eğitim, Teoloji ve Felsefe bu bilimlerin başlıcalarıdır. Her bilgi veya her bilim, en az o bilimi yapan açısından insanla ilgili olduğu halde, insana ait her bilginin pozi¬tif bir değere sahip olduğu da söylenemez. İnsanın ni¬çin yaratıldığı, hayatın anlamı, mutlak iyi veya mutlak kötünün ne olduğu, ilmî usullerle cevaplandırılması mümkün olmayan konular arasındadır. Bu konular¬daki bilgiyi, bize bilim değil, din vermektedir.

Sosyal ve beşerî bilimler, pozitif bilimler gibi zih¬nin belli olaylara adapte olması ve bilinen metotların kullanılmasıyla kurulmuştur. Bilinen bu metotlar ise, gözlem ve deneydir ve bu yollarla genellemeye veya çö¬zümlemeye gitmektir. İlmî şüphe, araştırmanın baş¬langıç noktasını teşkil eder. Soğukkanlılık, peşin hü¬kümlerden uzak durma ve tarafsızlık, ilmî anlayışın ilk ve zorunlu şartları olmakla birlikte, Biyoloji'de uygulanan bir kavramın, evrim (evolution) kuramının, sosyal ve beşerî ilimlerde uygulanması, aile konusun¬da iki farklı görüşün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Evrim teorisine göre, kâinatta her şey, basitten mü¬kemmele doğru gitmektedir. En ileri ve en yüksek psikolojik, sosyolojik, ekonomik, tarihî ve dinî kurumlar, en iptidâî şekilden başlayarak bugünkü karmaşık ve kompleks yapısına kavuşmuştur. Aile kurumu da bu genel kurala tabidir ve insanlık tarihinin ilk dönemi vahşettir ve ilkelliktir. Zamanla olgunlaşma ve mü¬kemmelleşmeye ulaşılmıştır. Özellikle 19. yüzyılın son yarısında çok tutunan bu kuram, adeta diğer fikir ve düşüncelere karşı bir fikir istilâsında bulunmuştur. Et¬kisi 20. yüzyılın son yarısında da devam etmektedir. Bu etkinin tesiriyledir ki, biri sosyal bilimcilere, diğeri de din bilimcilerine ait olmak üzere iki görüş ortaya çıkmıştır. Sosyal bilimcilerin aile konusundaki görüşle¬rini bir tarafa bırakarak, dinin bu konudaki görüşünü ve ailenin psikolojik temellerini açıklamak istiyoruz.

I. TARİHİ SEYRİ İÇİNDE KUR'ÂN'DA ÂİLE

Kur'ân'a göre aile, insanlar tarafından kurulan ilk sosyal kurumdur. Zira karı-koca ve çocuklardan müte¬şekkil bir aile örneğini, ilk defa ilk insan Hz. Adem, eşi Havva ve çocuklarında görmekteyiz. Kur'ân'da müstakil bir aile kavramı bulunmamakla birlikte, aile mefhumunun "zevc" kavramı ile ifade edildiğini görmekteyiz. Bilindiği gibi zevç, karı–koca ye çift anlamla¬rına gelmektedir. Bu anlamlarda Kur'ân'da zevc, on yedi; çoğulu olan "ezvâc" ise, elli iki defa geçmektedir.' Bu sayıya türevleri dahil değildir.

Kur’ân-ı Kerim'de ilk aile kurumu ve ilk kurucula¬rı ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir:

"O, sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü ısınsın diye ' ondan eşini var etti. Eşini sarıp (eşiyle birleşince) hafif bir yük yüklendi. Onu gezdirdi. Yükü ağırlaşınca ikisi beraber, Rab'leri Allah'a dua ettiler. Eğer bize iyi, güzel bir çocuk verirsen şükredenlerden olacağız, dediler" {Kraî, 7/189)

"Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve O'ndan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve ka¬dınlar üreten Rabbinizden korkun" (Nisâ, 4/1)

"Sizi bir tek candan yarattı. Sonra O'ndan eşini meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz çift in¬dirdi." (Zümer, 39/6)

Bu âyetlerden öğreniyoruz ki, ilk insan Adem ile eşi Havva birleşerek bir aile oluşturmuşlardır. Yeryüzünün bu ilk çifti, çocuklara sahi]p olmuş ve bili¬nen ilk çekirdek aileyi meydana getirmişlerdir. Çocuk¬larının sayısı hakkında Kur’ân'da kesin bir bilgi mev¬cut değildir. "Onlara Adem'in iki oğlunu, gerçek bir kıssa olarak oku: Hani her biri birer kurban sun¬muşlardı, kurban birinden kabul edilmiş, ötekinden edilmemişti. (Kurbânı kabul edilmeyen edilene) seni öldüreceğim demişti. O da, Allah sadece azabından ko¬runanları kabul eder, dedi" (Mâide, 5/27) âyetinden anlıyoruz ki, Hz. Âdem'in en az iki erkek evlâdı mev-cuttur. Bu da bilindiği üzere Habil ile Kabil'dir. Kur'ân dışındaki kaynaklar ise, Hz. Âdem'in çocukları¬nın sayısını daha çok olarak zikretmektedir. Fakat Kur'ân'daki bilgi, ilk çekirdek ailenin ana-bâba ve iki çocuktan teşekkül ettiğini göstermektedir.

Kur'ân-ı Kerim’de zikredilen bu ilk çekirdek aile¬nin dışında, Hz. Nuh ve Hz. Lût’un hanımlarından da söz edilmekte ve "Allah, inkâr edenlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun nikâhı altında idiler, onlara hıyânet et¬tiler.” (Tahrim, 66/10) denilmektedir. Bu âyet, karı-koca arasında bir çok yönden uyum mevcut olsa da, inanç yönünden bir uyumun bulunmadığını göstermektedir. Bu konunun bir darb–ı mesel olarak sunulması da dik¬kat çekicidir. Zira her darb–ı mesel'de olduğu gibi, bu¬rada da farklı yorumların ve bakış açılarının olması gayet tabiîdir. Bu, fikir ve inanç yönünden uyum içinde olmayan aileye bir teselli olabileceği gibi, başlangıçta uyum içinde olunsa bile zamanla fikir ve düşünce ayrı¬lıklarına düşülebileceğini de ifade etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de özellikle Hz. İbrahim ve iki eşi hakkında da yeterli bilgi verilmektedir. Hz. İbrahim'in İlk eşinin çocuğu olmaması nedeniyle, kocasının ikinci evliliğine müsaade etmesi, çocuk özleminin kıskançlık¬tan daha güçlü bir duygu olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte ikinci eşin bir çocuğa sahip olduğun¬da ise, kıskançlığın etkin bir duygu haline geldiğini anlıyoruz. Nitekim Hz. İbrahim'in ilk eşi olan Sâre'nin ihtiyarladığı halde bir çocuğu olmamıştır. Bunun üze¬rine cariyesi Hacer ile kocası Hz. İbrahim'in evlenmesi¬ne müsaade etmiştir. Ancak Hacefden İsmail dünya¬ya geldikten sonra, Allah Teâlâ'nın Sâre'ye bir çocuk müjdelemesi (Hûd, 11/71-73) ve sonunda İshak'ın doğ¬ması, Sâre'nin kadınlık duygularını tahrik etmiş ve Hacer ile oğlu İsmail'in yanından uzaklaştırmasını kocasından isteyecek kadar ileri gitmesine sebep ol¬muştur. Hz. İbrahim ve eşiyle ilgili bu olay bize, ailede kadının etkinliğini ve gücünü gösterdiği gibi, kıskançlı¬ğın acı sonunu da göstermektedir.

Eş seçiminde Kur'ân'ın verdiği en güzel örnekler¬den biri ise, Hz. Musa’nın Hz. Şuayb'ın kızlarından biriyle evliliği olayıdır. Kur'ân’ın beyanına göre, Hz. Musa Mısır'dan çıktıktan sonra Medyen suyunun başı¬na gelmiş ve orada davarlarım sulayan bir grup insa¬nın yanında, koyunlarım sulamak üzere bekleyen iki kız görmüştür. Hz. Musa, bu iki kızın koyunlarını sula¬mış ve daha sonra Hz. Şuayb'la konuşarak kızından bi¬risini eş olarak seçmiştir. Bu olayı anlatan Kur'ân âyetleri ise şöyledir: "Medyen suyuna varınca o, kuyu¬nun başında bir çok insanların hayvanlarını suladık¬larını gördü. Onların gerisinde de, diğerlerinin hay¬vanlarına karışmasın diye hayvanlarını men eden iki kız buldu. (Hz. Musa) işiniz nedir? (Niçin hayvanları suya bırakmıyorsunuz?) dedi. Dediler ki: Çobanlar su¬layıp çekilmeden biz, onların içine sokulup hayvanları¬mızı sulamayız. Babamız büyük bir ihtiyardır. Hemen Musa, onlarınkini de suladı. Sonra gölgeye çekildi. Rabbim dedi, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım. Derken o iki kızdan biri, utana utana yürü¬yerek ona geldi: Babam seni çağırıyor, bizim için hayvanları sulamanın ücretini verecek, dedi. Musa kızların babalarına gelip, başından geçen hikâyeyi an¬latınca o, korkma o zalim kavimden kurtuldun dedi. Q kızlardan biri, babacığım dedi: Bunu çoban tut. Çün¬kü ücretle tutulanların en hayırlısı budur. Hem güçlü ve güvenilir adamdır. Kızların babası Musa’ya dedi ki: bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer bu süreyi on yıla tamamlarsan, artık o senin tarafından bir iyilik olacaktır. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşallah beni iyilerden bulacaksın" (Kısas, 28/23-27)

Hz. Musa, Hz. Şuayb'ın kızlarıyla konuşmuştur. Kızlar da iffet ve onurunu koruyarak Hz. Musa ile ko¬nuşmuştur. Hz. Şuayb, Hz. Musa’ya kızlarından birini vermek için Hz. Musa'ya teklifte bulunmuş ve Hz; Mu¬şa da bunu kabul etmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, bir kız babası damat adayına kızını vermek için telifte bu¬lunabilir. Yani teklif etme önceliği sadece erkeklere ait değil, kız babasına da ait olabilir. Her ne kadar örfü¬müzde bu uygulanmıyorsa da, bunun dinî açıdan bir sakıncası olmadığını anlıyoruz. Yine âyetlerin muhte¬vasından anlıyoruz ki, şer'î ölçüler içinde bir kız ile bir erkeğin konuşmasında hiç bir sakınca mevcut değildir. Nitekim Hz. Musa, Hz. Şuaybın evlilik teklifinden ön¬ce kızlarıyla konuşmuştur. Kur'ân, bize bunu anlat-maktadır. Ne üslûbunda, ne de muhtevasında yasakla¬yıcı bir ifade mevcut değildir. Tam aksine bu olayı tabiî seyri içinde aktarmaktadır.

Ayette dikkat edilecek noktalardan biri de, Hz. Şuayb'ın "kızımı sana nikahlamak istiyorum" ifadesi¬dir. Evlilikte esas olan akittir. Bu da nikâhla gerçekle¬şir. Zira nikâh, cinsî dürtünün meşru yoldan tatminini sağlayan tek yoldur.

Kadın-erkek ilişkisi ile ilgili olarak Hz. Yusuf ve Mısır vezirinin hanımı arasında geçen olay, İslâm âlimleri tarafından örnek alınacak bir hadise olarak gösterilirken; Hz. Süleyman’la Belkıs arasında geçen olayın boyutları üzerinde pek durulmamıştır. Halbuki Hz. Yusuf kıssasında anlatılan olayın boyutları ile, Hz. Süleyman ile Belkıs arasında geçen olayın boyutları birbirini tamamlayacak ve bir bütünlük arz edecek mahiyettedir. Belki de bunun sebebi Hz. Yusuf un kıs¬sasının anlatıldığı sûreye "Ahsenu'l Kas as "adı veril¬miş olmasındandır. Ama ne olursa olsun, bir konu ele alındığında, bu konuya Kur'ân'ın bütünlüğü içinde bakmak gerekmektedir.

Karı-koca ilişkisi açısından Kur'ân'da zikredilen dikkate değer bir örnek ise, Fir'avn ile hanımı Asiye evliliğidir. Hz. Nuh Hz. Lut'un tam tersi¬ne, Firavuna inanmayan. Âsiye ise, inanan bir kişi olarak evlilik kurumunu yürütmüşlerdir. "Allah inananlara da, Fir'avn'ın karısını misâl gösterdi: Rabbim hana yanında cennetin içinde bir ev yap, beni Fir'avn dan ve onun kötü işlerinden kurtar. Ve beni şu zalimler toplu¬luğundan kurtar” (Tahrim., 66/11) âyeti, bu evliliği ve sonuçlarını açıklamaktadır. Bu olayın örnek olarak zikredilmesinin hiç şüphesin birçok hikmetleri mev¬cuttur. Ailenin yapısı açısından bize örnek olacak yö¬nü, Hz. Nuh ve Hz. Lût'un tam tersine bu defa ailede kocanın kötü ve inkârcı, hanımın ise, inanan bir kişi olduğudur.

Hz. Zekeriyya ve eşi ile ilgili aile içi konu ise, ço¬cuktur. Şu âyetler çocuksuzluğun sıkıntısını dile getir¬mekte ve Hz. Zekeriyya'nın dilinden bu durumu bize nakletmektedir:

"Rabbim, bende kemik gevşedi, baş ihtiyarlık ale¬viyle tutuştu, Rabbim sana dua ile hiç bir zaman baht¬sız olamadım, demişti. Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korktum, karım da kısır. Ne olur katından bana ye¬rime geçecek bir velî lütfet ki, o bana ve Yakub oğulla¬rına mirasçı olsun. Rabbim, onu beğendiğin bir insan yap. Ey Zekeriyya biz sana bir oğul müjdeleriz. Adı Yahya'dır. Daha önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık' (Meryem, 19/4-7)

Aile konusunda Hz. Peygamber'in evlilik hayatı, birçok konuda örnek alınacak hususları kapsamakta¬dır. Bu nedenle Kur'ân'da Hz. Peygamber'in evlilik ha¬yatı ile ilgili olarak pek çok bilgi verilmektedir. Hanım¬ları ile olan ilişkilerinin yanında özellikle "ifk olayı" (Nur, 24/11-20) Müslümanlar için ibretlerle doludur.

İlk insan ve ilk peygamberden son peygamber Hz. Muhammed'e kadar geçen pek çok peygamberin ailesi¬nin ve aile içi sorunlarla ilgili bilgilerin Kur'ân'da yer alması, bu kurumun; zamanla gelişmiş bir kurum ol¬madığını, tam aksine insanlığın ilk başlangıcından bu¬güne kadar devam eden ve değişmeyen bir kurum ol¬duğunu göstermektedir: Muhtelif çağlarda yaşayan peygamberlerin hayatları ile ilgili Kur'ân'da yer alan bilgiler arasında aile kurumlarından söz edilmesi, her çağda bu kurumun mevcut olduğunu açıklamaktadır, ilk çekirdek ailede zamanla bazı değişiklikler ortaya çıkmış ve aile fertlerinde bir genişleme olmuş ise de, aile kurumunun temelini oluşturan ve ona hukukîlik kazandıran nikâha dayalı düzende bir değişiklik olma¬mıştır. Hz. Şuayb'ın diliyle ifade edilen nikâhlama ola¬yı ile Hz. Muhammed'in getirdiği sistemdeki nikâhlanma olayı arasında hiç bir mahiyet farkı mev¬cut değildir. Her iki Peygamber'in getirdiği sistemdeki kavram aynıdır. O da nikâhtır. Hz. Şuayb’ın Kur'ân'da yer alan ifadesi bu açıdan çok önemlidir. Çünkü O'nun yaşadığı dönemde nikâhın bilindiğini ve uygulandığını göstermektedir.

 

 

 

 

II. KUR'ÂN'A GÖRE AİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ

Âile, toplumun ilk yapı taşı ve sosyal bir kurum olmasına rağmen, bir takım sosyolojik, İktisadî, hukukî ve psikolojik temellere dayanmaktadır. O'nu güçlü kı¬lan da hiç şüphesiz bu temellerin çeşitliliği ve sağlam¬lığıdır. Bu temeller içinde en önemlisi ve en etkin olanı ise psikolojik olanıdır. Çünkü bu psikolojik temeller, insanın fıtrî yapısı ile ilgilidir. Bu nedenle ailede önemli olan insandır ve insanın psikolojik yapısıdır.

Aile, cinsiyet farkı olan iki kişinin hayatlarını ömür boyu birleştirmek üzere kurdukları bir .kurum¬dur. Bu nedenle ailenin en önemli unsuru, karı-koca¬dır. Karı-kocayı bir araya getiren ve onları bir aile çatı¬sı altında birleştiren ve motive eden şey ise fıtrî tema-yülleri ve arzularıdır. Bu fitrî temayüller ve arzular ise insanda, ihtiyaç konusunu ortaya çıkarmakta ve böyle- ce farklı iki cins, belli ihtiyaçlarını gidermek için birbi¬rine muhtaç olmaktadır. Ancak burada devreye dinî kurallar girerek, bu ihtiyacın nasıl ve he şekilde gideri¬leceği konusunda müdahalede ve yönlendirmede bu-lunmaktadır. Yani insan, arzu ve isteklerini karşılar¬ken tam anlamıyla serbest bulunmamakta, bilâkis bazı kural ve kaidelere bağımlı olmaktadır! Zaten insanı di¬ğer canlılardan ayıran özelliklerden biri de, kural ye kaidelere bağımlı oluşudur. Bu sebeble insan -din, bir diğer ifade ile insan- Kur'ân ilişkisine ve bu konuda Kur'ân'ın açıklamalarına kulak vermek zorundayız: Çünkü insanı yaratan İlâhî kudret ile, ona yol göstermek için gelen Kur'ân'ın kaynağı tektir, insanı yaratan İlâhî güç; onun nasıl bir varlık olduğunu, temayülleri¬ni, arzularını, duygularını ve ihtiyaçlarını daha iyi bil¬mektedir. Gerçi insan da, Allah'ın kendisine verdiği sı¬nırlı bir irade ve akıl gücüyle, kendisini tanımaya çalışmaktadır. Ancak bu tanıma sınırlı kalmakta ve ye¬terli olmamaktadır. Alexis Carrel'in ifadesiyle insan, meçhullüğünü korumaktadır. Bununla birlikte bu meç¬hul varlığın önü tamamen kapalı değildir. Allah'ın bil¬gisine göre, İnsanın bilgisi az olsa da (Isra, 17/85) yine de insan, kendi sınırlarını çizmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken bir yandan da vahiy yoluyla kendisine veri¬len bilgileri kullanmalıdır.

Psikoloji, metodu gereği sadece gözlem ve deneyi kullanmaktadır. Fakat bu bilgi, yukarıda da belirttiği¬miz gibi, sınırlı kalmakta ve yeterli olmamaktadır. Bu eksikliği tamamlamak için vahye müracaat edip Al¬lah'ın verdiği bilgileri de öğrenmek ve böylece bu İlâhî bilgilerle psikolojinin verdiği bilgileri birleştirmek ve bir senteze tabi tutmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman, daha doğru ve daha sağlıklı bir bilgiye kavuş¬muş oluruz. Bunun içindir ki ailenin psikolojik temellerini araştırırken, Kur'ân'a müracaat etme ihtiyacını hissettik.

Bir başka yaklaşımla ifade edecek olursak, Kur'ân'in muhatabı insandır. Bu anlamda insan, mer¬kezdir. Bu yaklaşıma göre insan, din için değil, diri in¬sanlar için gönderilmiştir. Zira dinin görevi, insana yol göstermek ve kılavuzluk etmektir. Nitekim bu hususu açıklayan bir âyette "Biz emaneti, göklere, yere ve dağ¬lara sunduk, onu yüklenmekten kaçındılar. O'nun sorumluluğundan korktular. Fakat onu insan yüklendi" (Ahzâb, 33/72) denilmektedir. Ayette geçen emanetten maksat, insanlarda mevcut olan akıl ve düşünme yete¬neğidir. Bu ise insana sorumluluk yüklemektedir. Çün-kü âyet bize, dinin muhatabının insan olduğunu açık¬lamaktadır. Zaten realite de bunu göstermektedir. İn¬san ve cinin dışında hiç bir varlık din ve dinî kural¬larla muhatap değildir. Buna göre din-insan ilişkisinde esas olan insandır. Kur'ân ise, insanın bütün problem¬lerini çözecek ve ona yol gösterecek ilkeleri ye kuralları ihtiva etmektedir. "Yeryüzünde yaş ve kürü, istisnasız her şey, apaçık bir kitaptadır" (En'am, 6/59), "Biz ki¬tapta hiç bir şeyi ihmal etmedik" (En'am, 6/38) ve "Biz sana her şeyi açıklayıcı kitabı indirdik" (Nahl, 16/89) âyetleri bu hususu açıklamaktadır. Çünkü Kur'ân'ın görevi, insanların ihtiyaçlarını gidermek için onlara yol göstermektedir. Ailejd oluşturan psikolojik temeller konusunda da Kur'ân'da bilgi mevcuttur. Bu bilgilere dayanarak ailenin psikolojik temellerini araştırmak ve Kur'ân'a göre sunmak istiyoruz.

1. Cinsiyyet

Cinsiyyet, bir cinse mensup olma veya bir cins ile ilgili olma demektir. Cins ise, nev'i, çeşit; tür ve soy de¬mektir. Cinsiyyetten maksat da, canlılara ait cinsî dür¬tüdür.

Öğrenilmesi az, buna karşılık sinir sistemindeki kalıtımla gelen bağlantılara büyük ölçüde bağımlı olan özgün eğilimlere (original tendencies) iç güdü adı ve¬rilmektedir. İç güdüler veya duygular, büyük ölçüde İnsan davranışlarının temelini oluştururlar. Bunlar arasında cinsî arzu, susuzluktan ve açlıktan sonra en şiddetli olanıdır. Cerrez’in bu görüşüne karşılık Watson cinsiyeti, yiyecek bulma, barınma, dinlenme ve uykudan sonra dördüncü bir güç olarak kabul et¬mektedir. Cinsiyet insanlardan başka bütün canlılar¬da da görülen bir olgudur. Biyolojik yönü ağır basan bir uyarıdır. Özellikle vücuda yöneliktir. Bu yönüyle sevgiden farklıdır. Bu nedenle ruhî bir ihtiyaç değil, fizyolojik bir İhtiyaçtır. Bu ihtiyacı Kur'ân, şehvet kavramı ile ifade etmektedir.

Şehvet; istemek, arzu etmek demektir. Diğer bir ifade ile, cinsî arzu ve isteğe şehvet adı verilmektedir.^ Bununla birlikte Kur'ân'da oğul, mal, para, at, kadın v.s. gibi şeylere dujmlan arzu ve isteklere de şehvet de¬nildiğini görmekteyiz. "Siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle gidiyorsunuz, doğrusu siz israfçı (azgın) bir kavimsiniz" (A'raf, 7/81) âyetinde geçen şehvet kavra¬mı, özel anlamda cinsî arzuyu ifade ettiği halde, "Kadınlardan, oğullardan kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, otlağa salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterir" (Al-i İmrân, 3/14) âyetinde ge¬çen şehvet kavramı da bunların dışındaki diğer arzula¬rı ifade etmektedir. .

Cinsiyyet ile ilgili Kur'ân'da yer alan şu ifade ger¬çekten dikkat çekicidir. Yusuf'a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi Yu¬suf da onu isteyecekti. İşte O'ndan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik" (Yusuf, 12/24)

Bu âyet, vezirin karısının açık isteklerine karşılık, Hz. Yusufun da ona gizli bir istek duyduğunu açıkla¬maktadır. Muhtelif Kur'ân yorumcuları, bu arzuyu bir peygambere yakıştıramadıkları için bu âyeti, farklı bi¬çimlerde yorumlamışlardır. Fakat bu yorumların hiç biri tam anlamıyla âyetin zahirî anlamını ifade edecek seviyede ve güçte olmamıştır. Ayetin zâhirî anlamına bakacak olursak, insan bir peygamber de olsa yine de İnsandır. Biyolojik ve fizyolojik açıdan insanlar arasın¬da bir fark bulunmadığı gibi psikolojik olarak da bir fark yoktur. Her inşan, doğuştan aynı duyulara, hisle¬re, arzulara ve iç güdülere sahiptir. "Zira Allah'ın yaradışında bir değişme yoktur" (Rum, 30/30) "Sünne¬tullah" kavramı da bunu açıklamaktadır. Dolayısıyla her insanın yaradılışı aynıdır. Peygamberlerin diğer insanlara olan üstünlüğü, kendilerine vahiy gelmesi ve devamlı vahyin kontrolünde olmasıdır. Hz. Yusuf da bir peygamberdir. Bu nedenle Allah'ın özel himayesin¬de ve kontrolündedir. Belki bir insan olarak bir hata işleyecekti. Ancak Allah’ın kontrolünde olduğu için böy¬le bir hata işleyemedi. O, bir insan ve sonra bir pey¬gamberdir. O da her insan gibi cinsî duyguya sahipti. O'nun diğer insanlardan farkı bu dürtüsünü, helâl ve meşrû olmayan bir biçimde tatmin etmemiş olmasıdır. O daima Allah korkusunu yüreğinde hissetmiş ve vezi¬rin hanımına "Günah işlemekten Allah'a sığınırım" (Yusuf, 12/23) diye karşılık vermişti.

Ayet, bize çok veciz bir biçimde ve ahlâkî ölçüler içinde cinselliği anlatmaktadır. Bunu da bir peygambe¬rin şahsında anlatarak bize O'nu örnek almamızı iste¬mektedir. Çünkü örnek alınacak kişi, daima örnek alan kişiden üstün olmak zorundadır. Hz. Yusuf ise her yönüyle örnek alacak kişilerden daha üstündür. Ayet, Hz. Yusuf bir insan olarak belki kadına istek du¬yacak ve yaradılışında var olan cinsî arzusunu t atinin etmek isteyecekti. Ancak Allah Teâlâ, bir peygamber olduğu için O'nu korudu ve O'nun meşru olmayan bir yola sapmasını engelledi, demek istemektedir. Ayetin psikolojik açıdan yorumu budur.

Cinsî dürtünün insanda mevcudiyetini belirten bir dinî delir de Hz. Muhammed'in şu sözüdür: dünyada üç şey sevdirildi:. Kadın, güzel koku ve gözümün nûru namaz." Bu hadisi açıklayan Celaleddin es-Suyutî ile İmam Sindi cinsî arzuya dikkat çekmiş ve cinsî arzunun tatmin edilmesi için erkeklerin kadın¬lara, kadınların da erkeklere ihtiyaç duyduklarını açıklamıştır. Hadiste cinsiyet ile ilgili kavram "Bana sevdirdi” ifadesidir. Bu ifade karşı cinse duyulan sevgiyi anlatmaktadır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, cinsellik ile sevgi arasında bir fark mevcuttur. Bu kavram, hem cinselliği hem de mücerret sevgiyi ifade etmektedir. Nitekim "Oruç geçesi kadınlarınıza yak¬laşmak size helâl kılındı. Onlar sizin elbiselerinizdir, siz de onların elbisesiniz” (Bakara, 2/187) âyeti de, kadın–erkek arasındaki cinselliği ve bu cinselliğin bir ih¬tiyaç olduğunu açıklamaktadır. Âyet, eşlerin bir elbise gibi birbirlerine sarılmalarını, veyahut da elbisenin ayıpları örttüğü ve kişiyi koruduğu gibi, eşlerin de bir¬birlerini koruması gerektiğim açıklamaktadır.

2. Sevgi

Sevgi; insanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen en önemli etkenlerden biri olduğu gibi eşler arasındaki ilişkiyi de düzenleyen en önemli etkenlerden biridir. Daha önce de belirttiğimiz gibi cinsellik, vücuda yöne¬lik olduğu halde; sevgi, kişiliğe yöneliktir. Bu nedenle sevginin gücü ve etkisi, daha sürekli ve daha, fazladır. Cinsellik fizyolojik bir ihtiyaç olduğu halde; sevgi duy¬gusal bir ihtiyaçtır. Bu nedenle sevgi, fıtrîdir, yani in¬sanın yaradılışında mevcut olan ve beraberinde gelen bir duygudur. Her insan, doğumundan ölümüne kadar sevgiye muhtaçtır. Her konuda olduğu gibi, karı-koca ilişkilerinde de sevgi, ailenin temelini oluşturur.

Nitekim Cenâb-ı Hak "İçinizden kendileriyle hu¬zura kavuşacağınız eşler yaratıp muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir.' (Rûm, 30/21) âyetiyle, eşler arasındaki sevgi ve şefka¬tin etkinliğini ve sürekliliğini açıklamaktadır. Ayette geçen "Huzura kavuşma" ifadesi karşılıklı ihtiyacı be¬lirtmektedir. Bu ifadeden sonra sevgi ve rahmet kav¬ramlarının zikredilmesi, eşler arasında sevgi ve şefka¬tin bir ihtiyaç olduğunu ve bunu tatmin için de birbir¬lerine muhtaç olduklarını hatırlatmak içindir. Bu âyette yer alan temel kavramlar; eşler, huzura kavuş¬ma, sevgi ve rahmettir. Sevgi, fıtrî olan bir duygudur ve insanı motive eden en etkin duygulardan biridir. Konusu çok geniş olan bu duygunun, âyette eşleri konu edinmesi sevginin eşe yönelik olan yönünü açıklayamamaktadır. Huzura kavuşma ifadesi ise, karşı cinse olan sevginin eşte tatmin edilmesini, bir başka deyişle hu¬zur bulmak için sevginin mutlaka eşte aranması gerek¬tiğini belirtmektedir. Âyette ifade edilen eşler kavra¬mından da anlıyoruz ki, sevginin odak noktası, eşe karşı olacaktır. Hz. Peygamber de sevginin eşe karşı olması gerektiği konusunda şu ifadeyi kullanmaktadır; "Bana dünyada üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözümün nûru namaz." Her ne kadar hadiste kadın ifadesi geçiyorsa da, bundan kasıt özellikle eşe karşı duyulan sevgi; genel anlamda ise, bütün kadınlara karşı gösterilecek sevgidir. Genel anlamda sevgi, mü¬cerret sevgidir. Bu da karşı cinse düşmanca bir tavır takınmama ve onlara sevgi ile muamele etme anlamın¬dadır. Eşe karşı olan sevgi ise, özel sevgidir ve mücer¬ret olmanın ötesinde müşahhas bir yönü mevcuttur. Odak noktası belli olan bir sevgidir. Sevgi, fıtrî bir duygu olmakla birlikte, yönlendirilmeye ve geliştiril¬meye de müsait olan bir duygudur. Bunun için de ge¬liştirilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Hiç şüp¬hesiz inanan bir kişi için sevginin yönlendirilmesi, ön¬celikle Allah'a ve Resûlü'ne daha sonra da anne–baba¬ya, eşine ve çocuklarına, akrabasına, milletine ve niha¬yet bütün insanlara doğru olmalıdır.

Sevgiyi belirleyen ve şekillendiren unsurlar ise, "yakınlık", "kişisel nitelikler", "tanışıklık", "Ödüllendiricilik", "bilişsel denge", ve "benzerlik"tir. Yakınlık, -sevgiyi belirleyen en önemli unsurlardan biridir. Ya¬kınlıkta eşlerin birbirine sahip olduğu konum, ailenin dışında hiç bir kurumda mevcut değildir. Bu nedenle aile sevgiyi sürekli kılan ye yönlendiren bir kurum özelliğine sahiptir. Çünkü karşılıklı iletişim, birbirleri¬ni sevme doğrultusunda baskı yapmakta, böylece tanı¬şıklığı artırmaktadır. Olumsuz durumlar hariç, tanı¬şıklık daha fazla sevgiye yol açmaktadır. Ancak yakın-lık, kendi tabiatı icabı hoş olmayan ve olumsuz, olan durumlara karşı, sevgiyi artırma eğiliminde değildir. Bu nedenle antipatik olanlar arasında sevgi, genellikle oluşmamaktadır. Buna karşılık sempatik olanlar arasında sevgi, daha kolay oluşmaktadır. Özellikle içten¬lik, cana yakınlık ve fizikî çekicilik gibi özellikler, daha çok sevgiyi doğurmaktadır. Bu nedenle kişisel nitelik¬lerin sevgide etkin bir rolü olmaktadır.

Sevgiyi belirleyen unsurlar içinde ödüllendiriciliğin şüphesiz çok önemli bir yeri vardır. Zira insan, de¬ğer verdiği ödülleri kendisine veren kişileri daha çok sevme eğilimindedir. En güçlü ve en değerli ödüllerden biri de sevginin bizzat kendisidir. Bu nedenle her in¬san, kendisini sevenleri de sever. Özellikle sevginin za¬manla artması, karşı sevgiyi de artırır. Ailede eşlerin birbirlerini sevmeleri, bu açıdan çok önemlidir. Ancak bu sevginin değeri, eşlerin niyet ve samimiyetlerine büyük ölçüde bağımlı olmaktadır. Şayet eşlerden biri diğerine karşı olan sevgisinde, bir çıkar beklentisi ima¬jı veriyor veyahut eşlerden biri sevgiyi böyle algılıyor¬sa, sevgide zamanla azalma olmaktadır. Bunun için de sevginin içten ve samimî olması gerekmektedir.

Sevgiyi belirleyen unsurlardan bir diğeri de, biliş¬sel denge'dir. Her insan, kendisiyle aynı fikir ve dü¬şüncede olanları sevmektedir. Bu nedenle eşler arasın¬da fikir ve düşünce birliğinin olması, değer yargıları¬nın ve tutumlarının birbirine yakınlık arzetmesi, sev¬ginin en kritik belirleyicisidir. Fikir ve düşünce birliği ile diğer konulardaki benzerliklerin, sevginin oluşumunu, etkinliği bilinen bir gerçektir. Bunun içindir ki İslâm dini, eş seçiminde küfüv (denklik) ilkesini bir prensip olarak ortaya koymuştur. Zorunlu haller dışın¬da, eş seçiminde, inanç, kültür, yaş, malî durum v.s. gi¬bi konulardaki denklik temel esastır. Zira bu ilke, sevgiyi belirleyen bir unsurdur.

Sevgiyi belirleyen unsurlar ne kadar çok olursa, sevgi o kadar güçlü olur. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, eşler arasındaki sevgiden ve şefaatten söz etmektedir. Çünkü sevgi ve şefkati huzuru getirmektedir. Huzur ise ailenin sürekliliğini sağlayan en Önemli fak-tördür. Bu psikolojik tahlilin neticesinde âyeti yeniden hatırlamak yerinde olacaktır: ''İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerinden¬dir.”

3. Şefkat

Ailenin psikolojik temelini oluşturan öğelerden bi¬ri de şefkattir. Şefaat; acıma, esirgeme ve koruma duygusudur. Bu duygu, Kur'ân'da 'rahmet' kavramı ile ifade edilmiştir. Konu ile ilgili âyette "İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp muhabbet (sevgi) ve rahmet (şefkat) var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir." (Rûm, 30/21) buyurulmaktadır.

Rahmet kavramı, Allah için kullanıldığında nimet verme ve üstün kılma anlamlarına, insanlar için kulla¬nıldığı zaman ise, incelik, yumuşaklık ve şefkat anlam¬larına gelmektedir. Âyette, rahmet Allah için kullanıl¬dığına göre, bu âyetin anlamı; Allah eşler arasında sevgiyi ve birbirlerine karşı acıma, esirgeme ve koruma duygusunu yaratarak kullarına nimet verdi, demektir. Fakat rahmet kavramı, aynı zamanda eşlere de yük¬lenmiştir. Bu da eşlerin birbirlerine karşı rahmetle, yani acıma, esirgeme ve koruma duygusuyla hareket etmesi gerektiğini göstermektedir.

Rahmet ve şefkat kavramları, sevgi kavramı gibi kullanım alanı çok geniş olan kavramlardır. Bu alan¬lardan biri de aile içi ilişkilerdir. Karı-koca, birbirleri¬ne sevgi ile şefkatle davranmalıdır. Zira karşılıklı sev¬gi ve şefkate dayalı bir kurumun, sürekliliği ile, sevgi¬den ve şefkatten yoksun bir kurumun sürekliliği asla bir değildir. Sürekliliği sağlamak için Cenâb–ı Hak, sevginin yanında rahmeti (şefkati) de insan fıtratına yerleştirmiştir. Ancak bu fıtrî duygunun da geliştiril¬mesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu da eğitimle mümkün olmaktadır. Aile bu açıdan çok önemlidir. Zi¬ra sevginin ve şefkatin ilk tatbik edildiği ve çocuklara yönelik olarak gösterildiği yer, ailedir. Karı-koca ara¬sındaki sevgi ve şefkat ilişkisi, çocuklar için bulunmaz bir fırsat ve güzel bir örnektir. Dolayısıyla karşılıklı iki kişinin birbirine gösterecekleri sevgi ve şefkat, çocuklara da sirayet edecek, dolayısıyla aile, sağlıklı bir ku¬rum olarak varlığını sürdürecektir. Sevgi ve şefkatten yoksun bir aile ise, dağılmaya ve yıkılmaya müsaittir ve böyle bir aile için potansiyel bir tehlike daima mev¬cuttur.

4. Nesli devam ettirme

Nesli devam ettirme, türün korunması için gerekli olan bir duygudur. Bu nedenle bütün canlı varlıklar, çoğalmak için mukavemet edilmesi imkânsız bir arzu duyarlar. Canlılar içinde yalnız insan cinsi, arzusunun şiddetine kendi iradesiyle engel olabilir. Türün korun¬ması için duyulan isteğin vasıtası ise, cinsî arzu ve cin-selliktir. Bu nedenle evlilik kurumunu oluşturan et¬kenlerden biri de, nesli devam ettirme duygusudur.

Nesli devam ettirme duygusunun en önemli belir¬tisi işe, erkek çocuk özlemidir. Bu sebepledir ki, eski çağlardan beri doğacak çocuğun cinsiyeti daima me¬rak konusu olmuştur. Çünkü nesli devam ettirme, bü¬yük ölçüde erkek çocukla mümkün görülmektedir. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber'in erkek evlâdı ölünce, kendisine soyu kesik anlamına gelen "ehter" sözü söy-lenmiştir. Bu sözle, neslinin kesildiği ve sona erdiği kastedilmiştir.

Nesli devam ettirtme duygusu, tabiî ve fıtrî bir duygudur. Bu duyguyu Kur'ân bize, ilk insan ve ilk peygamberin şahsında çok veciz bir şekilde açıklamak¬tadır. Tâhâ sûresinin 115-121. âyetleri arasında veri¬len bilgi, bu açıdan çok önemlidir, iîz. Adem ile ilgili olarak verilen bu bilgide, Hz. Adem'in cennette yorul¬madığı, acıkmadığı, çıplak kalmadığı, susamadığı ve güneşten etkilenmediği anlatıldıktan sonra, "Nihayet şeytan O'na fısıldayıp Ey Adem, ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi" dedi¬ği ve bunun üzerine Hz. Adem'in "o ağaçtan yediği" ifade edilmektedir. Bunun üzerine kendilerine kötü yerlerinin göründüğü ve üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye başladıkları ve neticede Hz. Adem'in Allah'ın emrine karşı geldiği açıklanmaktadır. Daha sonra Hz. Adem'in tövbe ettiği ve Allah'ın da O'nun tövbesini ka¬bul ettiğini ve O'nu eşi ile birlikte yeryüzüne indirdiği anlatılmaktadır. (Tâhâ, 20/122-123)

Âyette geçen "ebedîlik ağacı" ve "yok plmıyacak hükümranlık"tan maksadın ne olduğu konusunda ke¬sin bir şey söylemek mümkün değilse de, Hz. Âdem ile Havva'nın bu ağaçtan yiyince, hemen cinsel organları¬nın görünmeye başlaması, ağaçla cinsel organ arasında bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Ebedîlik ağacı ifadesiyle ilgili âyetin öncesinde yer alan âyetlerde, in¬sanda mevcut olan fizyolojik motifler ele alınmakta ve susuzluk, açlık, yorulmak ve sıcaktan etkilenmek gibi motifler zikredilmektedir. Bu fizyolojik motiflerin akabinde ise, ebedîlik ağacından söz edilmektedir. Bu ifade büyük ihtimalle O ağaçtan yedikten sonra cinsî dürtünün ve nesli devam ettirme duygusunun ortaya çıktığını açıklamaktadır. Ayrıca insanlığın çoğalması için erkekle dişinin birleşmesi gerekmektedir. Bu Al¬lah'ın değişmeyen bir yasasıdır. Bu yasayı ilk uygula¬yan ise, Hz. Âdem ile Havva olmuştur. Binaenaleyh âyetin bu yorumu, İlâhî yasaya da uygunluk arzetmektedir. Ayrıca şu âyetler de bu yorumu desteklemekte¬dir:

"O sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü ısınsın diye O'ndan eşini var etti. Eşini sarıp örtünce (eşiyle birleşince) eşi, hafif bir yük yüklendi. O'nu gezdirdi. Yükü ağırlaşınca İkisi beraber Rab'leri Allah'a duâ ettiler: Eğer bize iyi güzel bir çocuk verirsen şükredenlerden olacağız, dediler' (A'raf, 7/189)

"Ey insanlar, sizi tek nefisten yaratan ve O’ndan eşini var edip ikisinden bir çok erkekler kadın¬lar üreten Rabbinizden korkun" (Nisa, 4/1)

Bu âyetler, Hz. Âdem ile Havva’nın birleşerek ço¬cuk meydana getirdiklerini ve çoğaldıklarını anlat¬maktadır. İlâhî yasa gereği onlar, yeryüzüne indirilmiş böylece insanlık bu iki kişiden çoğalmıştır. Bu çoğal¬mayı sağlayan şey ise, nesli devam ettirme duygusu ol¬muştur. Bugün de bu duygu, ailenin psikolojik temelini oluşturmaya en etkin bir biçimde devam etmektedir. Zira yapılan araştırmalar göstermektedir ki, çocuk sa¬hibi olan ailelerde boşanma oranı ile çocuksuz aileler¬deki boşanma oranı arasında büyük bir fark mevcuttur. Çocuk sasısı arttıkça, boşanma olaylarında da bü-yük düşüşler gözlenmektedir. Bu da gösteriyor ki, ço¬cuk sahibi olma ve nesli devam ettirme duygusu, aile¬nin psikolojik temellerinden biridir.

Sonuç

Yeryüzünün ilk sosyal kurumu olan aileyi, fonksi¬yonu açısından insan vücudundaki hücreye benzetebi¬liriz. Nasıl ki hücreler, birleşerek insan vücudunu meydana getirmişler ise, aileler de toplumu meydana getirmişlerdir. Bu nedenle aile, toplumun bölünme ve parçalanma kabul etmeyen en küçük birimidir. Ailenin yıkılması ve bu yıkımın gittikçe çoğalması, sosyal bün¬yenin de yıkılması demektir. Bu açıdan hücrelerin yıkı¬mı ile ailenin yıkımı arasında bir paralellik mevcuttur. Zira hücrenin ölümü, insan bünyesinin; ailenin gakımı ise sosyal bünyenin ölümünü hazırlamaktadır.

Nasıl ki, insan bünyesini korumak için bir takım koruyucu hekimlik kür alları gerekiyorsa, aynı şekilde aileyi korumak için bir takım koruyucu hekimlik ku¬rallarına ihtiyaç bulunmaktadır. Önemli olan, aileyi korumak ve kollamaktır, ailenin sürekliliğini temin eden tedbirleri almaktır. Ailede esas plan sürekliliktir. Nikâh bu sürekliliği sağlayan bir akittir. Boşanma ise, geçici bir durumdur ve zor durumda kalındığında baş vurulacak bir çıkış yoludur. .

Cinselliğin veya cinsel dürtünün tatmin edildiği dinî ve hukukî bir yoldur. Diğer bir ifade ile cinsel dürtünün tatmin edilmesi için ortaya konan ve bu dürtüye meşruluk kazandıran dinî bir akım. Daha önce de açıkladığımız gibi Kur'ân, cinselliği fizyolojik bir dürtü olarak kabul eder ve bu dürtünün meşru yol¬dan tatmin edilmesini ister; Bunun için de nikâha da¬yalı aile kurumunu emredip teşvik ederken, nikâhsız beraber yaşamayı da kesin bir şekilde yasaklamakta¬dır. Nitekim İslâm'ın kadın-erkek ilişkisinde şiddetle yasakladığı şey, zinâdır. Evlilik dışı veya nikâhsız bir arada yaşama şeklinde tarif edebileceğimiz zinâ, sadece insan sağlığını tehdit etmekle kalmamakta aynı za¬manda ruh sağlığım da tehdit etmektedir. Nitekim Cosmopolitan Raporunun verileri de bunu te'yid et¬mektedir. Bu rapora göre, ABD'de zührevî hastalık müthiş bir süratle yayılmaktadır. Kadınların istedikle¬ri gibi, erkek seçip onunla evlilik dışı münasebette bu¬lunması, sakin ve huzurlu bir hayat yaşamalarına ger¬çekten yardımcı olup olmadığı konusunda da şüphe bu¬lunmaktadır. Böyle bir ortamda kadın-erkek münase-betleri, eskiye kıyasla daha az süreli olmaktadır. İsta¬tistiklere göre, Amerika'da her iki evlilikten biri, mut¬laka boşanma ile sonuçlanmaktadır. Evli olmadan bir¬likte yaşama deneyimlerinde ise, ayrılmalar çok daha sık olmaktadır.

İsveç'te de durum pek parlak değildir. Özellikle kadınlar arasında büyük ölçüde düşmanlık, doyumsuzluk ve çatışma olmaktadır. Bir zamanlar her şeyin mümkün olduğuna inanılan bu ülkede şimdi, hüzün verici olaylar yaşanmaktadır. Bu ülkedeki kadınlar ve erkekler, aşka, sevgiye, zevke ve insan sıcaklığına hiç bir zaman bu kadar ihtiyaç duymamışlardır. Evlilik dı¬şı münasebet veya yeni bir vücut arzusu, daha ziyade Batı’nın çok pratikleşmiş ve her şeyde formüller uygu¬layan toplumuna has bir davranış biçimi olarak görül¬se de, bunun diğer ülkelere de sirayet ettiğini görmek¬teyiz.

İşin aslına bakılırsa evlilik dışı münasebet, insa¬nın kendi temel ilişkilerindeki ana bozukluklardan kaçması ve onun üzerine gidememesinden kaynaklan¬maktadır. Bu, işin kolayına kaçmaktır. Ama asla bir çözüm değildir. Çözüm, çiftlerin kendi aralarındaki bozukluğun ve huzursuzluğun üzerine cesaretle gitmelerindedir. Gerçekte sıkıntıya, iç enerjinin yanıp tükenmesine ve diğer psikolojik faktörlere karşı çare, dışta değil içte aranmalıdır. Heyecan, ihtiras ve neşe sadece içimizden kaynaklanmaktadır. Yoksa dıştan gelen şey¬ler, insanı heyecanlandırmaz, neşelendirmez ve canlı hale sokmaz. Kendi yaşama sevincimizi, ihtirasımızı harekete geçiren de kendimizdir. Eğer bu usulü, ha¬yatımızın temeli haline getirmez ve ayni şeyleri, sağla¬mak için daima kendimize dışarıdan yeni kaynaklar ararsak, daha çok kaynak ararız. Her bulunan kişi, bi¬ze aradığımız ve beklediğimiz şeyleri veremez. Her de¬fasında hayal kırıklığına uğrar, yenilerinin peşinden koşarız. Bu psikolojik davranış, fıtrî diğer duygularla çatışan bir davranıştır. Bu nedenle insanı, mutlu etme¬si asla düşünülemez. Huzur, iyi seçim yapılmış nikâha dayalı evliliktedir. Ancak evlilikte yeterli tek şart değildir. Nikâhla birlikte, sevgi, şefkat de gerekli¬dir. Eşlerin birbirlerine karşı gösterecekleri sevgi ve şefkat, hem eşleri mutlu ve huzurlu kılacak, hem de ai¬lenin sürekliliğini sağlayacaktır. Bir de nesli devam et¬tirme duygusunu gerçekleştiren çocukların dünyaya gelmesi, aileyi daha da güçlendirecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KUR'ÂN AÇISINDAN TURİZM

Çağımızda sürat kazanan ve gittikçe önemini artı¬ran sosyal olaylardan biri de turizmdir. Nâkil vasıtala¬rının çoğalması, konfor ve süratin artması ve her türlü nakil vasıtalarının kolaylıkla bulunması gibi teknolojik etkenler, turizm olayına yeni bir çehre kazandırmış ve eski yolcu, sefer ve misafir kavramları giderek yerini turist ve turizm kavramlarına terk etmiştir. Eskiden kendisine yardım edilen ve elinden tutulan, adına han¬lar ve kervansaraylar yapılan yolcu ve misafir yerine şimdi, döviz getiren ve ekonomiye büyük ölçüde katkısı beklenen "turist" gelmiştir. Bu inanışa göre, turist, "altın yumurtlayan tavuk", turizm ise "bacasız fabrika"dır.

İktisâdi yönü olmakla beraber, seyahat diğer adıy¬la turizm, sadece ekonomik bir olay değildir. Turizmin, İlmî, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve dinî yönleri de bulunmaktadır. Turizmi, bu yönleriyle ele almadan sa¬dece İktisâdi bir olay olarak düşünmek, turizm olayını tam anlamamak veya eksik anlamak demektir. Turizm, böyle anlaşıldığı sürece kendisinden beklenen fayda hiç bir zaman tam olarak elde edilemez. Zira in¬san, sadece İktisâdi bir varlık değildir. İnsan, aynı za¬manda sosyal bir varlıktır. İnsanın, iç dünyasını, duygularını ve ihtiyaçlarını tanımadan; sosyal durumunu, dinî İhtiyaçlarını, örf ve âdetlerini bilmeden, bilgi ve kültür seviyesini ölçmeden bir insanı, tanımış olmayız.

Dil, din, san'at, örf ve âdetler, ihtiyaçlar, müşte¬rek hatıralar, tarih vs. gibi sayısız kültür farklılıkları bulunan toplumların turizm vasıtasıyla birbirlerine ve¬recekleri pek çok şeyleri bulunmaktadır. Bunların ba¬şında Bilgi ve kültür alış–verişi gelmektedir. Toplum¬lar, bu vasıtadan istifade ederek müşterek problemleri¬ni doğrudan veya dolaylı olarak çözümleyebilirler ve birbirlerini daha iyi tanıyabilirler. Turizme İktisâdi bir olay olarak bakıldığı günümüzde, acaba İslâm'ın bu olaya bakış açısı nedir? İslâm'a göre, turizmin amaçları nelerdir?

1. TURİZM NEDİR?

Turizm, menşei Latince olan bir kelimedir. Dönme hareketini ifade eden "Tornuş" kelimesinden türemiş¬tir. İslâmî literatürde bu kavramın adı, yolculuk, seyâhat ye misâfirliktir. Bu olayı gerçekleştiren kişiye, ise, yolcu, seyyah ve misâfir denir. Turizm konusuyla ilgilenen bilim adamları, turizmi, değişik biçimde ta-nımlamışlardır. Bu tarifler içinde en geniş kapsamlı olanı şöyledir:

 

"Turizm, insanların kendi konaklama yerleri dı¬şında, sürekli olarak yerleşmemek üzere iş, merak, din, sağlık, spor, dinlenme, eğlence, kültür, tecrübe ka¬zanma, aile ziyareti, kongre ve seminerlere katılma v.b. gibi amaçlarla, kişisel veya toplu olarak yaptıkları seyâhatlerden ve gittikleri yerde 24 saatten fazla kal-malarından ortaya çıkan iş ve münasebetleri kapsayan İktisâdi ve sosyâl bir olaydır."

Turizm, veya yolcu kavramı, Kur'ân'da da yer alır. Bu tabirin Kur'an'da ki karşılığı "İbn Sebîl" (yol oğlu)dir. Bu kavramdan, yolda veya seyâhatte bulunan kimse anlaşılmaktadır. Hadislerdeki karşılığı ise, "se¬fer" dir. Seyâhatin dinî yönü bulunduğu için, İslâm Hu¬kuku literatüründe bu olaya, "sefer", olayı gerçekleşti¬rene de "misâfir" denildiğini görmekteyiz. İslâm hu-kukunda bu kavramların tarifi ise şöyledir: "Herhangi bir kimsenin, deve yürüyüşü ile veya yaya olarak üç gün, üç gecelik bir yola gitmesine sefer, böyle hir yola giden kimseye de yolcu denir"^ Sefer, mutedil bir yürü¬yüş ile iç günlük yani 18 saatlik bir mesafeden ibaret¬tir. Mutedil yürüyüş, yaya yürüyüşüdür v 18 saatlik bu mesafenin uzunluğu ise, 90 km’dir. Bu tarife göre, İslâm dininde yolcu, vatanından çıkıp en az 18 saatlik (90 km.) bir mesafeye gitmeye niyet eden ve bunu sağlayan kişidir.

Seyahat ve müsâfirlik kavramlarının yerini alan Turizm özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren iktisatçıların, sosyologların ve politikacıların dikkatini çeken önemli bir konu olmuştur. Turizm gelirleri, bazı ülkelerde genel bütçenin önemli gelirleri arasına gir¬miştir. Bu nedenle gelişmekte olan ülkeler, turizm ya¬tırımlarım teşvik etmiş ve turist akınım sağlamak için her türlü çareye başvurmuştur. Devletin gelirinin art¬ması uğruna, pek çok maddî ve manevî feda¬kârlıklardan da kaçınılmamıştır. Artık bu olay, eski anlamını yitirmiş, mâhiyet değiştirerek yeni bir anlam kazanmıştır. Eskiden kendisine yardım edilen ve elin¬den tutulan yolcu, bugün yerini para getiren turiste terk etmiştir.

KUR'ÂNDA TURİZM OLAYI

Kur'ân-ı Kerim'de bazı kavramların doğrudan, ba¬zı kavramların ise dolaylı olarak turizm alanına işaret ettiklerini görmekteyiz. Bu kavramlardan birincisi "îzâ Darabtüm" terkibidir. Sefere çıktığınız zaman anlamını ifade etmektedir. Bu terkibin asıl anlamı, "yere vurduğunuz zaman" demektir. Zira bir yolcu, iki ayağı ve değneği ile yere vura vura gitmektedir. Bu ne¬denle yere vurma, sefere çıkma ve yolda yürüme de¬mektir.

Kur'ân'da yer alan ikinci terkîb ise, "İbn Sebîl'dir. Terkip anlamı yol oğlu demekse de, yolda ve seyâhatte bulunan kimse anlamına gelmektedir. Üçüncü tabir ise, "es-Sâi'hûn"dur. Gezen veya seya¬hat edenler demektir. Bu tabir, oruç tutanları gösterdi¬ği gibi, cihad edenler ve yeryüzünde Allah'ın güzel eserlerini görmek, bilgi kazanmak veya gönlünce iba¬det ve tâatini yapabilmek için seyâhat edenler anlamı¬nı da kapsamaktadır.

Nisâ sûresinin 94. âyetinde kaydı bulunmasına rağmen, aynı sûrenin 101. âyetinde aynı kayıt bulunmamaktadır. Birinci âyette "Allah yolunda sefere çıktığınız zaman" denildiği halde, ikinci âyette, "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman" denilmektedir. Reşid Rıza ve Elmalı'lı Hamdi Yazır, bu âyete daya¬narak hicret, cihad, ticaret ve her çeşit yolculuk gibi farklı amaçlı seyâhatlerin âyetin kapsamına dahil ol¬duğunu söylerler. Bununla birlikte seyâhat, dinî, İktisâdi, sıhhî, eğitim, kültür, akraba ziyareti, sportif faaliyetler ve tabiî güzellikleri görmek gibi birbirinden çok farklı amaçları kapsamasına rağmen, Kur an-ı Ke¬rim, bütün bu maksatların ötesinde apayrı amaçlar önermektedir. Kur'ân'ın öğrettiği bu amaçlar, seyâhatin özünü ve temel yapısını göstermektedir.

Kur'ân'da zikredilen bu tabirler, seyâhat olayının bir vakı'a olarak benimsendiğini ve hattâ teşvik edildi¬ğini gösterir. Hattâ belli amaçlara yönelik seyâhatlerin ise, teşvikten Öte emredildiğine şahit olmaktayız. Bu da Kur'ân'ın, seyâhat olayını gayesine hizmet eden bir araç olarak kullandığını gösterir. İnsanı Allah'a ulaştı¬ran veya O'na karşı kulluk görevini daha iyi yaptıran ve yaptıracak Olan her yolculuk ve misâfirlik, İslâm'ın tasvip ettiği bir olaydır. Bu olaydan istifade etmek, ön¬celikle bunun böyle olduğuna inanan kişiye düşen bir görevdir.

3. KUR'ÂN'A GÖRE SEYÂHAT AMAÇLARI

a. İman etmek

Kur'ân-ı Kerim'in temel amaçlarından en önemlisi ve önde geleni, insanların bir tek Allah'a inanmaları ve O'nun yaratıcılığını kabul etmeleridir. Hem Kur'ân-ı Kerim hem de O'nun büyük eseri olan kâinat, Allah'ın yarlığına ve birliğine işaret eden delillerle doludur. Bu deliller, her yerde ve her şeydedir. Bakan ve gören göze göre, bazen bir çiçekte, bazen bir kuşta, bazen bir geze¬gende ve bazen de yıkık bir harabededir. Bu nedenle her fert veya her topluluk, bu çeşitli delillerden bir kıs¬mını, diğer fertlerden veya toplumlar dan daha önce an¬lamak için takip ettiği ayrı bir yola ve metoda sahip bulunmaktadır. Bu metotlardan biri de, gezmek ve ge-zerek hakikati görmektir. Kur'ân bu metodu sık sık tavsiye ve hatta emreder:

"De ki, yeryüzünde gezip dolaşın, Allah'ın yarat¬maya nasıl haşladığını bir görün. İşte Allah, aynı şe¬kilde âhiret yaratmasını da yapacaktır" (Ankebût, 29/20)

Bu âyet, Allah'ın kudret ve azametini ve yeryüzündeki hayatın ilk başlangıcım, gözlem metodu ile öğ¬renmemizi ve bilmemizi isterken, bir taraftan da yer¬yüzünü gezip dolaşmamızı istemektedir. Bilgi elde, et¬me yollarından biri de, şüphesiz gözlem metodudur. Görerek ve deneyerek öğrenmedir. Kur'ân-ı Kerim bu ve benzeri âyetlerinde, seyâhat edilmesini açıkça em¬retmektedir. Seyâhatin, insan ruhu ve zihnine tesir eden derin etkileri mevcuttur: Seyâhatte hareket yar¬dır. Aynı zamanda "ruh ile serbest hareket arasında sı¬kı bir bağ vardır. Sabit, bir yere bağlı organizmalarda ruh hayatı yoktur: Hareketle ruh hayatı arasında bir bağlılık olduğuna göre ruhta meydana gelecek gelişme¬ler, organizmanın serbest hareketliliğine bağlı bulun¬maktadır: Çünkü bu hareketlilik, uyarıcı bir unsur ol¬maktadır." Kur'ân-ı Kerim, seyahati emrederken, işte bu hareketliliğin uyarıcı etkisinden istifade ederek, in¬sanları imana davet etmek istemektedir. Bunu sağla¬mak için Kur'ân, bir taraftan seyahati emrederken, di¬ğer taraftan da insan zihnini uyanık tutmak ve kalbini yumuşatmak ister. Kalbi en iyi yumuşatan ve zihni en iyi canlı tutan şey de, görme ve görerek etkilenmedir. Bu nedenle Kur'ân, görmeye ve görerek inanmaya bü¬yük önem verir. Şu âyetler, bu hükmümüzü doğrula¬yan âyetlerden sadece bir kaçıdır:

"Gökte ve yerde olan şeylere bakın." (Yunus, 10/101)

"Başlarının üstündeki göğe bakmazlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl tezyîn eyledik" (Kâf, 6)

"Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?" (A'raf, 7/185)

"Onlar deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmış¬tır?" (Ğaşiye, 88/11)

Seyahat esnasında insan, gökyüzüne, yeryüzüne, yeryüzündeki tabiî güzelliklere, hayvanlara, bitki örtü¬süne, akan suya, çağlayan ırmağa ve yıkık bir harabe¬ye bakacak, duyguları incelenecek, yumuşayacak, zihni durmayacak, çalışacak ve neticede bunların kendiliğin¬den olmadığını mutlaka bir yaratıcısı bulunduğunu an¬layacak ve neticede iman edecektir. İnsan ruhu, bir şe¬kilde dışarıdan kendisini destekleyen mes’elelerle kar¬şı karşıya bulunur. Bütün bu meseleler, sosyal hayat mantığına sıkı sıkıya bağlıdır. Ferde sürekli olarak et¬ki yapan ve belli ölçülerde onun etkileri altında kalan şartlardan en önemlisi sosyal hayat mantığıdır. Sos¬yal hayat mantığının oluşmasında da dış çevrenin ve özellikle seyâhatlerin büyük etkisi vardır. Seyâhatler esnasında, yolcunun algılayacağı şeylerle birlikte dış çevrenin kendisine yapacağı baskılar, o kişiyi hidâyete erdirebilir.

Bugün yetersiz eğitim şartları içinde gerçek insan bilgisini, "pişman günahkarlar" tipinde görmekteyiz. Böyle bir kişi, hayatın bütün aksayan taraflarını yaşa¬mış ve kendisini bu durumdan kurtarmıştır, ya da çok yaklaşmıştır. Mutlak hakikate, çok yavaş bir şekilde kusurlarımızı gördükten sonra yaklaşırız. Aynı şekil¬de başkalarının yanlışlarını ve hatalarını gördükten sonra da mutlak hakikate yaklaşabiliriz. Bu amaca insanları ulaştırmak için Cenâb-ı Hak, şu çağrıda bulu¬nur:

''Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonlarının ne olduğunu görsünler.” (Mer¬yem, 19/109)

"Nice kasabaların halkını haksızlık yaparken yok ettik. Artık çatılan çökmüş, kuyuları metruk, sarayları bomboş kalmıştır. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.” (Hacc, 45–46)

”Ey Muhammed de ki, yeryüzünde dolaşın da ön¬cekilerden çoğu putperest olanların sonunun nasıl ol¬duğuna bir bakın.''(Rûm, 30/4=2)

"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce ve kendi¬lerinden daha kuvvetli olan ve yeryüzünde daha çok eser bırakan kimselerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmedin mi? Allah onları suçlarıyla yakalamıştır." (Mümin, 40/21)

Şayet insan, Allah'ı bırakıp da kendi gücünün çok üstünde olan ve ümitlerini gerçekleştirmede bel bağla¬dığı yahut şu veya bu şekilde faydalandığı tabiat güç¬lerini ve kişileri (lider, kahraman, şarkıcı, sporcu, ar¬tist v.b. gibi) kutsallaştırır, hattâ tanrılaştırırsa, başına gelecek felâket de, elbette yok olma olacaktır. İşte Kur'ân-ı Kerim, insanlardan yeryüzünü gezip dolaşma¬larını ve inkâr ederek veya azarak yok edilen kavimlerin ve toplumların acıklı sonlarını görmelerini ve ibret almalarını bunun için istemektedir. Kur’ân-ı Kerim, eski çağlarda insanların günlük denemelerini ve tecrü¬belerini ilgilendiren her şeyi, kutsallaştırdığını ve bu yüzden de helâk edildiklerini bize haber vermektedir.

Hatta haber vermekle kalmayıp, insanlardan bizzat gi¬dip onların acıklı sonlarını görmelerini istemektedir. Kur'ân'ın bundan amacı, insanın görerek ibret alması ve hidayete ermesidir.

Bu çeşit seyâhatlerde insanların düşünce ufukları genişlemekte ve hakikate daha kolay ulaşabilmektedir, insanlığın her hangi bir nesli, beşeriyet ağacından ayrı düşünülemez. Her nesil insanlık ağacının mahkûm ol¬duğu kanunlara bağlıdır. Binaenaleyh daha önceden suçluların başına gelenler, daha sonra gelenlerin de başına gelebilir. Zira tabiî kanunlar, değişmez ve geri durmaz. Yeryüzünde gezip dolaşmakla insanlar, ibret unsuru ihtivâ eden durumları, halleri ve örnekleri gö¬rürler. Böylece aydınlık ufukların pencereleri açılır.

Kur'ân-ı Kerim, yine insanları, değişmez kanunla¬rı araştırmaya, kanunların oluşumunu ve gelişimini düşünmeye ve böylece ufukları geniş ve sahası şumullü bir hayat yaşamaya çağırmaktadır. Katı, dar, sınırlı çevresiyle alâkası kesik ve her şeye kapıları kapalı bir hayat yaşamamalarını istemektedir. Yeryüzünde ge¬zinmek, hem gönlü, hem gözü yeni yeni görüntülere açar. Daha önce gözün alışık olmadığı, kalbin farkına varamadığı bambaşka manzaralar gösterir. İnsanoğlu, alıştığı yerde yaşarken gördüğü manzaralar ve garip¬likler karşısında pek dikkatli davranmaz. Ama bir yeri dolaşıp seyâhat ettikten sonra kalben ve zihnen her manzara karşısında ayrı bir duygu ile ve ayrı bir uyarı ile karşı karşıya kalır. Yer yüzündeki her yeni görünü¬şe bir başka şekilde bakar. Kendisinin yaşadığı yerde, on benzer hattâ ondan daha güzel, göz alıcı manzaralarla karşılaştığı halde dikkat edip de duygulanmadığı durumları, yolculuk ve misâfirlik sırasında gördüğü za¬man dikkatle inceler. Seyâhatten dönen kişi, sırf bu yüzden yurduna yeni bir duygu ve yeni bir ruh ile dö¬ner. Araştırıcı veya bir düşünür, daha önce dikkat et¬mediği noktalara hayretle bakar ve daha çok dikkat eder.

Günümüzde arkeolojik araştırma yapan bilginler, hayatın nasıl başladığını, nasıl yayıldığını ve nasıl ge¬liştiğini, eski eserler üzerinde, yer altı ve yer üstü kazı¬larla meydana çıkan eski eserlerde bulmaya çalışmak¬tadırlar. Her ne kadar bunlar, hayatın ana sırrını Öğ¬renmek konusunda başarı elde edememişler, ilk canlı varlığın yeryüzüne nereden ve nasıl geldiğini ve yeryüzünde nasıl bulunduğunu ortaya koyamamışlar ise de, bir takım faraziyeler ortaya atarak bu problemi çözme¬ye çalışmışlardır. Fakat bu konuda ileri sürülen bu faraziyeler", hiçbir zaman hakikati tam olarak ifade ede¬memiştir. Hatta bazı faraziyeler, dinî hakikatlere ters düşmekte ve ilimce de reddolunmaktadır.

Allah Teâlâ'nın "yeryüzünde gezip dolaşın ve Al¬lah'ın yaratmaya nasıl haşladığını bir görün" emri, in¬sanları ilk hayatın ortaya çıkışı olayını araştırmaya ve öğrenmeye davet etmekte ve böylece onları imana ve ölümden sonraki dirilişe dikkatlerini çekmektedir. Bu açıdan mes'eleye yaklaşıldığı zaman, bir araştırıcı, gör¬dükleri ve şahit oldukları şeyler karşısında bir takım faraziyelerle hakikati örtbas etmeye çalışmayacak, bilâkis bunlarda Allah'ın yaratıcı veya helâk edici gü¬cünü görerek O'na iman edecektir.

Bu âyete muhatap olan ilk Müslümanlar, son asır¬da gelişen arkeolojik ve antropolojik araştırmalardan ve gelişmelerden pek tabiî olarak haberdar değildi, ol¬ması da mümkün değildi. Çünkü bu ilimler, son asır¬larda çıkan ilimlerden sadece ikisidir. İnsanlar, bu ilimlerle eskileri araştırdıkça, eski eserleri ve tarihî yerleri gezip gördükçe, kendilerine gelebilecek ve bu vesile ile belki iman edebileceklerdir. Peygâmberimizin doğumundan önce ünlü Cahiliyye dönemi şâirlerinden Kuss b. Sâidenin yaptığı bir hitabede söylediği şu sözler, insanları imana getirme ve imana davet konusunda güzel bir örnek teşkil eder:

"Gaflet sahiplerine, geçmiş milletlere ve eski asır¬ların halkına yazıklar olsun. Ey îyâd halkı, hani ba¬halarınız, dedeleriniz? Hani hastalar ve ziyaretçileri? Nerede o zorba Firavunlar? Hani o bina kurup yüksel¬ten, yaldızlayıp süsleyenler? Hani mâl ve evlâd? Nere¬de haddi aşıp azan, servet toplayıp yığan ve "hem sizin en üstün tanrınızım" diye feryâd eden? Onlar sizden daha çok servete sahip ve daha Uzun ömürlü değiller miydi? Yine de kara toprak onları kucağında öğütmüş, kudret ve kuvvetiyle paramparça etmiştir. İşte çürü¬müş kemikleri ve ıpıssız kalan yurtları. Şimdi onları uluyan kurtlar şenlendirmektedir. İnsan, gezip dola¬şarak eski eserleri ve harabeleri görerek ibret alabilir ve kendisine bir çeki düzen verebilir. Böylece inanma¬yan kişiler inanabilir; inanan kişiler ise imanlarını da¬ha da kuvvetlendirebilirler. İslâm’ı ve hakikati tebliğ etmeyi amaçlayan irşâd hizmetleri veya İslâm'ı mukaddesâtı ve vatanı korumak uğrunda yapılan sa¬vaşlar için girişilen seferberlik ve seyâhat olayları ecir ve sevâp kazanmak yönünden önde gelen ibâdetlerdir.

b. İbâdet Etmek

Seyâhat ile ibâdet arasında çok yakın bir ilişki mevcuttur. Hatta bazı seyâhatin kendisi bir ibâdettir. İslâm dini, seyâhat eden ve misâfîr olan kişilere belli kolaylıklar sağlamış. Hacca ve Umre gibi ibâdetlerin yapıldığı yere gitmeyi de ibâdetin bir türü saymıştır.

İslâm fıkhına göre, yolculuk ve misâfirlik esnasında dört rekâtlı farz namazlar, iki rekât olarak kılınır. Şa¬yet vakit dar ve durum da karışık ise, sünnet namazla¬rın kılınması da terkedilir. Buna göre, günde kırk rekât olarak kılman normal namaz, seyâhat esnasında on dört rekâta inmektedir. Bu İslâm dininin yolculara tanıdığı Önemli bir kolaylıktır. Bu tutumuyla İslâm di¬ni, seyâhati teşvik etmiş olmaktadır. Aynı durum oruç¬ta da söz konusudur ve oruç tutan bir yolcu, isterse, orucunu bozabilmektedir. İbâdet açısından en dikkate değer yolculuk, hiç şüphesiz Hacc için yapılan yolcu¬luktur. Bunun için Haccın seyâhatte önemli bir yeri mevcuttur.

Hacc ve Seyâhat

İnsanların birinci görevi, Allah’a inanmak, ikinci görevi ise O'na kutluk etmek'tir. Allah'a kulluk etmek ise, O'na ibâdet etmekle mümkündür. İbadet, Allah'a karşı yapılan bir kulluk borcu ve verilen nimetlere kar¬şı da bir teşekkürdür. Namaz ve oruç, bedene ait kullu¬ğun ve sağlığın bir teşekkürü olduğu gibi, Hacc da hem bedenin ve hem de maddî bir gücün teşekkürüdür. Be¬den ve ruh sağlığı ile malî bir güce sahip her Müslüman için Hacc, farz olan bir ibâdettir. Bu ve diğer bazı şartlara sahip olan her Müslümanın, ömründe bir defa¬ya mahsus olmak üzere Arap yarımadasının Batı kıs¬mında bir yerde kurulan Mekke şehrindeki Kâ'be'yi ta¬vaf etmesi (ziyaret tavafı), Arafat adı verilen mekânda hazır bulunması ve Hacc'lâ ilgili diğer vecîbeleri yerine getirmesi ve bunu belli bir zamanda, belli şekilde ifâ etmesi gereklidir.

Hacc, belli mevsimde ye belli zamanlarda yapılan bir ibâdettir. İstenildiği zamanda yapılması mümkün değildir. Bu nedenle yeryüzündeki Müslümanlar, aynı zamanda Mekke'ye gitmek ve ziyaret edilmesi gereken yerleri ziyaret etmekle görevlidirler. Hacc'ın amacı Al¬lah rızası için Kabe'yi ziyaret etmek ve Arafat'da dur¬maktır. Fakat bunu sağlayabilmek için Mekke'ye git¬mek gerekmektedir. Yani Mekke'ye kadar yolculuk yapmak ve orada bir müddet misâfîrlik yapmak zo¬runluluğu vardır. Bu yolculuk ve misâfîrlik, mukaddes bir yolculuk ve misâfîrliktir.

Kur'ân-ı Kerim'de Hacc konusunda müstakil bir sûre bulunmakta ve bu sûrede "İnsanları Hacca çağır, yürüyerek veya binekler üstünde sana gelsinler. Tâ ki kendi menfaatlerine şâhit olsunlar" (Hacc, 22/27-28') denilmektedir. "Hacc, bilinen aylardadır. O aylara eri¬şen kimse, bilmelidir ki, Hacc'da kadına yaklaşmak, söğüşmek ve döğüşmek yoktur." (Bakara, 2/197) Her ibâdet gibi, Hacc da Allah rızası için yapılır. Zaten Al¬lah rızasının haricinde bir başka amaç için yapılan ibâdetlerin hiç biri makul değildir. İbâdetler, Allah rı¬zasına yönelik olmakla birlikte faydaları, onları yapan¬lara yani insanlaradır. İbâdetlerden elde edilecek manevî ve maddî faydalar, sadece insanlara aittir. Bu nedenle Hacc'da büyük manevî ve maddî faydalar bu¬lunmakta ve bu faydalar Hacc yapanlara âit olmakta¬dır.

Hacc, İslâm kardeşliğini ve insan sevgisini gelişti¬rir. Allah katında, bütün Müslümanların eşit olduğu fikrini geliştirip, daha da güçlendirir. Kalblerde mer¬hamet, şefkat ve acıma duygularını artırır. Her çeşit kötülüklerden uzaklaştırarak daha iyi ve daha olgun bir insan tipi ortaya çıkarmaya çalışır. Hacc, zorluk ve mahrumiyetlere katlanma öğretir, irâdeyi güçlendi¬rir. İnsanı, bencil duygulardan uzaklaştırır. Ferdin her türlü kötü duygularını atmasına yani deşarj olmasına yardımcı olur. Hacc, İlâhî ve ideâl duyguların gelişme¬sini sağlar. Dünyanın her yerinden gelen Müslümanların birbirlerini daha iyi tanımalarına ve kaynaşmalarına vesile olur. Yanlış ve eksik tanımalar veya tanıtma¬lar, ortadan kalkar. Müslüman toplumların, kültürel, siyâsî, ekonomik görüşlerini birbirlerine aktarmaları¬na ye ilişkilerin karşılıklı artmasına sebep olur. Günü¬müzde Hacc’ın ağırlıklı noktası; İslâmî şuurlanma, ge¬lişme, teknoloji alış-verişi ve Müslüman ülkeler arasın¬da kurulacak siyâsî detant olmalıdır. Hacc mevsiminin dışında yapılan Kâbe ziyaretine umre adı verilmekte¬dir. Hacc'dan beklenen bütün amaçlar, umre için de ge¬çerlidir. Umre her zaman yapılabilir.

Ticaret Yapmak

Gerek eski çağlarda ve gerekse çağımızda turiz¬min en önemli amaçlarından biri de ticârettir. Ticâret için seyâhat etmek ve çeşitli zorluklara katlanmak, in¬sanların vazgeçemedikleri ve asla vazgeçemeyecekleri bir iştir. Kur'ân-ı Kerim'de "Allah içinizden hasta olanları, Allah'ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak kimseleri ve Allah yolunda savaşacak olanları şüphesiz bilir." (Müzzemmil, 73/20) buyurul- maktadır. Kur'ân-ı Kerim, Kureyş kabilesinin ticâret amacıyla yaz ve kış yaptıkları yolculukları ve bu yolcu¬luk esnasında Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine sağladığı imkân ve kolaylıkları onlara hatırlatarak şöyle demek-tedir: "Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse kendile¬rini aç iken doyuran ve korku içinde iken güven veren bu Kabe'nin Rabbine kulluk etsinler" (Kureyş, 106/1- 4) .

KureyşIiler, yaz ve kış muhtelif ülkelere giderler ve ticâret yaparlardı. Hz, Peygamber de ticâret ama¬cıyla muhtelif yerlere gitmiş ve hatta ilk eşi Hz. Hati¬ce’nin ticâret kervanını idare etmiştir. Kur’ân Kureyş’lilerin öteden beri, yapageldikleri bu ticâret amaçlı yol¬culuklardan bahsetmekte ve yaptıkları bu ticâret saye¬sinde geçimlerini temin ettiklerini hatırlatmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de ticâret amaçlı başka yolculuklardan da bahsedilmektedir. Bunlardan en dikkat çekeni, Hz. Yusuf un kardeşlerinin Mısır'a giderek oradan zahire satın almalarıdır. Hz. Yusuf kardeşlerinin ihânetine uğramış ve bir su kuyusuna atılmıştır. Oradan geçen bir kervan, Hz. Yusuf’u alıp Mısır'a getirmiş ve köle olarak satmıştır. Mısır maliye bakanı O'nu satın almış ve O'nu yetiştirmiştir. Fakat maliye bakanının karısı tarafından ihânete uğramış ve zindana atılmıştır. Mı¬sır kralının gördüğü rüyayı yorumlayan Hz. Yusuf, da-ha sonra tarım bakanlığına getirilmiştir. İşte bu dö¬nemde meydana gelen şiddetli kıtlık nedeniyle aç ka¬lan Hz. Yusuf un kardeşleri, zahire almak için Mısır'a gelmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim bundan sonraki olayı şöyle anlatmaktadır:

"Yusuf un kardeşleri, gelip yanına girdiler, kendi¬sini tanımadıkları halde O, onları tanıdı. Onların yüklerini hazırlatınca şöyle dedi: Baba bir kardeşinizi hana getirin, sizlere ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misafir konuklayanların en iyisi olduğumu görmüyor musunuz'? Eğer onu hana getirmezseniz, bundan böyle benden bir ölçek hile alamazsınız ve hana artık; yaklaşmayın da. " (Yusuf, 12/58-60)

Yine Kur’ân-ı Kerim'in anlattığına göre, Hz. Yu¬suf un kardeşleri ikinci kez, Mısır'a gelmişler ve zahire almışlardır. Fakat daha sonra bütün aile Mısır’a göç ederek oraya yerleşmiştir, Hz. Musa da Mısır’dan ayrılmış ve Medyen'e gelmiştir ve burada çobanlık yap¬mıştır. Asıl amacı ticâret olmasa da, seyâhatin neticesinde ticâretle uğraşmıştır. Bu olayı Kur'ân, şöyle anlatmaktadır: "İki kadından birisi, babacığım onu üc¬retle tut, ücretle tutulanların en iyisi bu güçlü ve güve¬nilir adamdır, dedi. Kadınların babası, bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum, eğer on yıla tamamlarsan o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek iste¬mem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın, dedi." (Kasas, 28/26-27)

Bedir savaşının bilinen sebeplerinden biri de, Mekke'lilerin ticâret kervanıdır. Şam'dan gelen bu ticâret kervanına, Hz. Peygamber'in saldıracağından endişe eden Mekke'liler, buna mani olmak için bir ordu hazırlamışlar ve Medine üzerine yürümüşlerdir. Kur'ân, Enfâl Sûresinde bu kervandan bahsetmekte ve savaş öncesi kervanın bulunduğu yeri haber vermekte¬dir. (Enfâl, 8/42) Bu âyetlerde anlatılan olaylar, ticâret amacıyla yapılan seyâhatleri ve müsâfirlikleri anlat¬maktadır.

d. İlim Öğrenmek ve Öğretmek

İlim öğrenme yollarından biri de hiç şüphesiz göz¬lemdir. Görerek öğrenme, duyarak öğrenmeden daha farklı ve daha etkilidir. Görme insanı her yönüyle tat¬min etmekte ve tereddüt ve şüphelerini büyük ölçüde gidermektedir. Bu sebepledir ki, Cenâb-ı Hak, insanların yeryüzünde gezip dolaşmalarını ve inkârcıların acıklı sonlarının görülmesini istemektedir. Gezip gör¬me, görerek Öğrenme ve tefekkür, gözlem metodundan farklı bir şey değildir. Kur'ân-ı Kerim, sadece çıplak gözle görülmesini değil, aynı zamanda kalp gözüyle de görülmesini ve düşünülmesini arzu etmektedir. (Ankebût, 29/20, En'âm, 6/50).

Seyâhat edecek kişi ister istemez, gezdiği ve do¬laştığı yerleri görecek, tanıyacak ve daha iyi anlaya¬caktır. Bu da onun bu konuda bilgisinin artması ve ge¬lişmesi demektir, ''timimi artır" diyen Kur’ân-ı Kerim, (Tâhâ, 20/114) bu emriyle, ilmin artmasını istemekte¬dir. Bilgi de ancak bilinen ve öğrenilen şeylere, yeni ye¬ni şeyler ilâve etmek ve öğrenmek suretiyle artar. Bilgi artırma yollarından biri de, işte gezip görme ve görerek öğrenmedir.

Kehf, sûresinde anlatılan bir kıssada Hz. Musa ve O'nun yol bahsedilmektedir. Hz. Musa, yol arkadaşıyla birlikte ilim sahibi bir kişiyi bulmak ve onunla görüşmek üzere yola çıkmıştır. Bu seyâhatten amacı, kendisinden daha bilgili kişiyi tanımak ve on¬dan ilim öğrenmektir. Bu olayın öncesinde Hz. Musa, Genâb-1 Hakk'a "Yâ Rabbî, kullarının sana en sevgilisi hangisidir'? diye sormuş, Cenâb-ı Hakk da, "Beni zik¬reden ve beni unutmayan kulum" demiştir. Hz. Musa, "En hâkim kulun hangisi? demiş, Allah da "Hak ile hükmeden ve hevâ ve arzusuna uymayan kimse" de¬miştir. Yine Hz. Musa, "en bilgili kulun kim?" demiş, Cenâb-ı Hakk da "belki bir kelimeye rast gelirim de bir hidâyete delâlet eder veya bir felâketten kurtarırım di¬ye, insanların ilmini öğrenmek suretiyle kendi ilmine ilâvede bulunan demiştir. Hz. Musa, "Yâ Rabbî, kullarından benden daha bilgili biri varsa onu bana göster" demiş. Allah da "var” demiştir. Hz. Musa da "o halde onu nerede arayayım" demiş, PAlohda 'iki denizin birleştiği ve balığını kaybettiğin yerde" demişti. Hz. Musa ve o bilgin kişinin arasında cereyan eden ve Kehf Sûresinde anlatılan, "iki denizin birleşti¬ği ve balığını kaybettiği yer"e gelir ve orada aradığı kişiyi bulur. Ona "Sana öğretileni hana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir mi-yim?" (Kehf, 18/66) der. O da, sen doğrusu, benim yap¬tıklarıma dayanamazsın derse de, 5dne de O'nun tekli¬fini kabul eder. Birlikte bir gemiye binerler ve daha sonra bir kasabaya uğrarlar. Yolculuklarının sonunda Hz. Musa, bu bilgin kişiden öğreneceklerini öğrendik¬ten sonra ayrılır ve memleketine döner. (Kehf, 18/71- 81) :

Hz. Musa ve o bilgin kişinin arasında cereyan eden ve Kehf Sûresinde anlatılan bu olay, bir peygam¬berin bile ilim için yolculuk yapabildiğini, çeşitli sıkıntı ve eziyetlere katlandığını göstermektedir. Hz. Musa ilim için yolculuk yapmıştır. Yolculuk ilim öğrenmek için yapıldığı gibi, ilim öğretmek için de yapılır. Nite¬kim peygamberlerin kavimlerini ikaz için yaptıkları yolculuk bunun en güzel misâlidir. Hz. Musa, ilim öğ¬renmek İçin seyâhat ettiği gibi, ilim öğretmek için de seyâhat etmiştir. Nitekim Hz. Musa'ya Genâb-ı Hakk, "Sen ve kardeşin âyetlerimle gidin, beni anmakta gev¬şek davranmayın. Firâvn'a gidin, doğrusu o azmıştır. O'na yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya kor¬kar" (Tâhâ, 20/42-44) diyerek, O'nu Mısır'a göndermiş¬tir. İlim öğretmek ve insanları eğitmek, dinî bir görev¬dir. Bu görevi başarmak için yapılacak yolculuklar da pek tabiîdir ki, dinî yolculuklar olacaktır.

İslâm dini, ilme ve eğitime çok önem vermiştir. Öyle ki, savaş sırasında bile eğitim ve öğretimin kesil¬memesini ve devam etmesini istemiştir. Medenî bir sûre olan Tevbe sûresinde, bu konuda şöyle denilmek¬tedir; “Bütün insanların, toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyi¬ce öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikle¬ri zaman (Allah'ın yasak ettiği şeylerden) kaçınmala¬rı için, onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe, 9/122)

Bu âyet, bir milletin savaş zamanında dahi ilmî faaliyetlerini sürdürmesini ve ilimle uğraşacak bir zümrenin görevlendirilip onların sadece bu işe tahsis edilmesini öngörmektedir. Bir milletin ayakta durabil¬mesi için din adamlarının, ilim, iman ve teknik açıdan savaşan zümreyi beslemeleri gerekir. Onlar cephe geri-sinde çalışacaklar ve bilgilerini ilerleterek milletin çocuklarına iman, ilim ve ahlâk aşılayacaklar, san'at öğretecekler ve maârifi besleyeceklerdir.

Topluluklar arasında bilgi ve kültür alış-verişi, okuma ve okutma İslâm'ın birinci plânda önem verdiği bir konudur. Kültür alış-verişi için, uluslararası top¬lantılar, konferanslar, kongreler düzenlenmesi ve bun¬lara iştirak edilmesi gerekir. İlim Çin de de olsa alı¬nız" hadisi, bu gerçeği yansıtır, ilim için, seyâhat edi¬lecek ye bilgi alış-verişinde bulunulacaktır. Bilgi öğ¬renmek ve öğretmek amacıyla yapılacak yolculuklar, İslâm'ın övdüğü ve sevâb saydığı yolculuklardır.

Göç Etmek (Hicret)

Kur'ân-ı Kerim'de zikredilen seyâhat amaçların¬dan bir diğeri de göç etmek yani hicrettir. Bir yerden bir yere veya bir ülkeden diğer bir ülkeye yerleşmek amacıyla yapılan yolculuklardır. İnsanlık tarihi içinde pek çok göçler olmuş ve bu göçler insanlığın tarihini büyük ölçüde değiştirmiştir. Türklerin Orta Asya'dan Anadolu'ya, Batı Avrupa'nın Amerika'ya yaptıkları göçler, tarihin seyrini değiştiren göçlerdir. Hz. Pey¬gamber'in Mekke'den Medine'ye yaptığı hicret ise, İslâm'ın ve dünyanın çehresini değiştiren bir seyâhat olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in ve Asha¬bının bu hicretinden önemle bahsetmekte ve muhacir¬leri övmektedir.

Hicret tâbiri, İslâm'da, tarihî bir hâtıradan ibâret değildir. Bu tâbir, ferdin nefis tezkiyesi için kullanıldı¬ğı gibi cihâdla da ilgilidir.

Sonuç

Lisânımızda seyâhat, yolculuk ve müsâfirlik» gibi kavramlarla ifâde edilen turizm olayı, İktisâdi yönü iti¬bariyle geçen yüzyıllara nazaran çağımızda Önemini daha da artıran bir olaydır. Gerçekte yolculuk ve müsâfirlik, insanların aslâ vaz geçmedikleri ve vaz ge¬çemedikleri bir hayat tarzıdır, insanoğlu, varlığını de¬vam ettirdikçe, seyâhatlerine de devam edecektir. Seyâhatin amaçlarından bazısı, günümüzde daha ağırlıklıdır. Bilgi ve görgüyü artırma, araştırma ve incele¬me yapma, ticâret yapma; eş, dost ve akraba ziyareti yapma, sportif faaliyetlerde bulunma ve sağlık için yol¬culuk yapma gibi amaçlarla yapılan seyâhatler, daha ağırlıklı olan seyâhatlerdir.

Kur'ân-ı Kerim, yaşanan bu vâkıadan farklı ola¬rak, Müslümanlara ve Müslüman olmayanlara daha geniş kapsamlı ve amaçlı hedefler göstermektedir. Bu hedeflerin başında, iman etmek, ibâdet etmek, ilim öğ¬renmek ve öğretmek ve ticâret yapmak gibi hayâti öne¬mi hâiz seyâhatler gelmektedir. İslâm dini, eş, dost ve akraba ziyareti yapma, sportif faaliyetlerde bulunma ve sağlık için gitme gibi farklı amaçlı yolculukları da teşvik eder, ancak O'nun asıl hedefi insanların inan¬ması ve inandığını yaşamasıdır. Zira İslâm dini, önce¬likle insanların inanmasını ve bunu sağlayıcı hareket¬lerde bulunmasını istemektedir. Gezip görmede, araş¬tırmada ve incelemede duygu inceliği mantık hakimi¬yeti ve derin bir tefekkür mevcuttur. Bu sebepten dola¬yı, turizm alanında mücerret anlamda inanma ve ikna olma; ibret alma ve ibret alarak inanma daha fazla gö¬rülmektedir.

Bugün gerek fertler ve gerekse ülkeler arasındaki düşmanlıklar, birbirlerini yanlış ve eksik tanımalar, birbirlerine yapacakları karşılıklı seyâhatler ile büyük ölçüde giderilebilir veya en azından asgariye indirilebi¬lir. Seyâhatte sağlık vardır. "Seyâhat ediniz, sağlık bu¬lursunuz. " hadisi, bu gerçeği ifâde eder. Ruh ve beden sağlığı açısından seyâhatin önemi, sayılamayacak ka¬dar çoktur. İnanma ve ibâdet etme, ruh sağlığını sağlayan sebeplerin başında yer alır. Ruh sağlığını koruyan her İnsan, belli ölçüde, beden sağlığını korumuş de¬mektir. İnsanın ruh ve beden sağlığını sağlayan her seyâhat, İslâm açısından da teşvik gören bir hareket¬tir.

 

 

 

 

 

 

KUR'ÂN AÇIŞINDAN REENKARNASYON

Kur'ân-ı Kerim, insanlar Allah'ın emir ve yasak¬larını bildiren; insanın Allah ile, insanın insanlar ile ve insanın eşya ile olan münasebetlerini anlatan İlâhî bir kitaptır. Genellikle her ilmin kendine has bir öğrenme ve ondan istifade etme metodu vardır. Kur'ân ilimleri¬ni bilmenin ve öğrenmenin de ayrı bir metodu vardır ve bu, diğerlerinden çok daha farklıdır.

Tabiî ve pozitif ilimler, insan zihninin tabiat olay¬larına adapte olması ve bilinen metodların kullanılma¬sıyla kurulmuştur; Bilinen metodlar ise, gözlem, deney ve bu yollardan genellemeye veya çözümlemeye git¬mektir. İlmî şüphe, araştırmanın başlangıç noktası, so¬ğukkanlılık, peşin hükümlerden uzak olma ve tarafsız¬lık İlmî anlayışın ilk ve zarurî şartlarıdır. Bu araştır¬ma metoduyla elde edilen ilmî neticeler ve hükümler, sâde ve tek boyutludur. Ağırlığı olan cisimler düşer ve¬ya su 100 derecede kaynar gibi. Pozitif ilimlerin bu ke¬sinliği, sebep–netice münâsebetlerinin tayin ettiği ''De-terminizm'' prensibi gereğidir. Bu ilimlerle meşgul olan ilim adamları, onun kurallarına uygun olarak düşünüp muhâkemelerini ona göre yapmak mecburiyetiy¬le karşı karşıyadırlar.

Aynı metod, psikolojik, sosyolojik ve tarihî olayla¬ra uygulandığı zaman, pozitif ilimlerdeki kadar kesin ve net neticeler elde edilememektedir. Çünkü işin içine bütün yönleriyle insan unsuru girmiştir. Birçok ben¬zerlikler ve yakınlıklar bulunsa da, insanlara ait her davranışın temelinde mutlaka bir orijinal yön bulunmaktadır. Bu sebeple tabiat olaylarında olduğu gibi ke¬sin genellemeler yapmak imkânı yoktur.

Kur'ân ilimlerine gelince, bu konu diğer ilimler¬den tamamen farklıdır. Zira Kur'ân, zaman ve mekân katlarından münezzeh, mutlak hürriyet ve irade sa¬hibi bir Yaratıcı tarafından zaman ve mekânla kayıtlı ve cüz'î irade sahibi bir varlığa okusunlar, anlasınlar ve düşünsünler diye indirilmiştir.

Gerek kaynak ve gerekse mahiyet farkı dolayısıyla Kur'ân'ı anlamak ve O'ndan gereği gibi istifade etmek için, O'nu rastgele bir kitap gibi okumak asla yeterli değildir. Zira O'ndaki hükümler ve neticeler, tek yönlü ve tek boyutlu değildir. Bilâkis O'nun hükümleri, çok yönlü ve boyutludur. Böyle bir muhtevayı, tabiî ilimlerde kullandığımız pozitif düşünce ve metodlarıyla an¬lamaya ve kavramaya çalışmak, veya pozitif ilim man¬tığı ve metodu ile sınırlandırmaya çalışmak asla doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Zira G. Welshauvers'in de dediği gibi, "Her meslek, bir zihniyet yaratır". Bu ne¬denle bazı meslek mensupları, daha ziyâde materyalist bir anlayışa sahip olduklan halde, bazı meslek sahiple¬ri de spiritualist bir anlayışa sahiptirler.

Pozitif ilimlerin neticeleri ve kanunları, Kur'ân'ın her âyetini olmasa bile, bazı âyetlerini daha iyi anla¬mamıza ye kavramamıza yardımcı olmaktadır. Zira geçmişte mânâsı ve muhtevası pek anlaşılamayan bazı âyetler, pozitif ilimler yardımıyla bugün kısmen çözül¬müş bulunmaktadır. Kur'ân'ın bilinen bir zahirî anla¬mı vardır. Kur'ân'ın bu anlamı, herkese ve her akla hitabeder. Fakat, bu anlamın ötesinde, daha pek çok mânâ kapıları bulunmaktadır. Bu kapıları açabilmek için bazı bilgilere ve ilimlere ihtiyaç vardır. Pozitif ilimler ise, Kur'ân'daki bu mânâ kapılarını açacak anahtarlardan sadece biridir ve asla tek anahtar değil¬dir.

Pozitif ilimlerin sahası ve konusu dışında kalan, fakat Kur'ân ve Hadîs'in haber verdiği pek çok olay ve gerçek bulunmaktadır, Bu olay ve gerçekleri pozitif ilim metodlarıyla anlamak ve yorumlamak da müm¬kün değildir, bir Müslüman, Kur'ân ve Hadîs haber verdiği ve naklettiği için bunlara inanmak zorundadır. Zira bu, imanının ve Müslüman olmasının bir gereği¬dir. İnanmak zorunda olduğu bu gerçekler arasında ruh, şeytan ve cin de bulunmaktadır. Hem Kur'ân ve hem de pek çok hadîs, ruh, şeytan ve cinin varlığın¬dan bahsetmekte, özellikle şeytanın şerrinden insanla¬rı, sakındırmaya çalışmaktadır.

Ruhun varlığını kabul edenler, sadece Müslüman¬lar değildir. Hak ve bâtıl pek çok din mensubu kişi, ru¬hun varlığına inanmaktadır. Ruhun varlığına inanan¬lar arasında, eskiden olduğu gibi günümüzde de bazı insanlar ve gruplar, ruhun bir başka bedende yaşadığı¬na yani tenâsüh’e (reenkarnasyon) inanmaktadırlar. Bunu isbat etmek için de tabiî olaylardan ve kendileri¬nin sun'î olarak yaptıkları ruh çağırma seanslarından istifade etmektedirler.

REENKARNASYON NEDİR?

Reenkarnasyon, tekrar doğma ve tekrar bedenlenme ve yeniden doğuş olarak tarif edilmektedir. Diğer bir ifade ile reenkarnasyon, ölümden sonra ruhun yeni¬den insan bedenine girerek dünyaya tekrar gelmesi inancıdır.^ Bu inanç, dünyanın en eski inançları arasında yer alır.

Carra De Vaux, İslâm Ansiklopedisine yazdığı "Tenasüh" maddesinde, bu inançla ilgili bilgiler verir ve bu inancın Hind kaynaklı olduğuna dikkati çeker. Şehristanî de İslâm Fırkaları arasında Gulat-ı Şia'nın bu inanca sahip olduğunu nakleder.

Çağımızda da bu inanca sahip olan pek çok insan ve grup bulunmaktadır.

"Ruh ve Madde" dergisinin naklettiğine göre, Prof. lan Sfevenson, reenkarnasyonu doğrulayan bine yakın olay tesbit etmiştir. Ülkemizde de reenkarnas¬yonu doğrulayan olaylar, buna inananlarca tespit edil¬miş bulunmaktadır. Nitekim onların bu konuda ileri sürdükleri çarpıcı örneklerden biri de Enis Behiç Koryürektir. 1112 senesinde Trabzon'da öldüğünü söyle¬yen Çedikci Süleyman Çelebi adında birisi, 1946-1949 yılları arasında Enis Behiç Koryürek'e gelerek O'na es¬ki devrin ifâdesiyle ve düşünmeksizin birtakım şiirler yazdırmış, hatta âyetler ve hadîsler ezberletmiştir. O'na Farsça kıt'alar söyletmiş ve bazı kehânetlerde bulundurmuştur. Enis Behiç daha sonra bu şiirleri bir araya getirerek "Vâridât-ı Süleyman" adıyla neşretmiştir.

Acaba bu inancın ve bu tür olayların mantıklı bir açıklaması yapılabilir mi? Bu kavram neleri içermekte¬dir. Bu inanç, onun varlığını kabul edenlerce ne anlama gelmektedir? Gaibten gelen bu şaşırtıcı belirtilere ' ve bilgilere ne anlam verilebilir? Bütün bu soruları bir tarafa bırakarak, geçmişte ve gelecekte güncelliğini korumuş ve korumaya devam edecek olan, gazete, dergi, kitap ve hatta filmlere konu teşkil eden bu inanç, aca¬ba İslâmî akîde ve prensiplerle ne ölçüde uzlaşmakta veya uzlaşmamaktadır? Zira bazı reenkarnasyonculara göre, Müslümanlık, tenâsühü kabul etmiş bulunmak¬tadır. Bunlara göre, dinimizin 14 asır evvel ortaya koy-muş olduğu bir çok hakikatler gibi, maalesef bu haki¬kat de, İlmî yetenekleri ve dinler tarihine ait bilgileri noksan bir takım tefsircilerin sınırlı ve basma kalıp gö¬rüş ve tefsirine kurban gitmiştir.

Acaba gerçek, tenâsühe inananların söyledikleri gibi midir? Yoksa başka bir izah tarzı daha var mıdır? Varsa nedir? Gerçekten ruh çağırma seanslarında, madde ötesi birtakım varlıklarla veya bir tek varlıkla ilgi kurulduğu bilinmekte ve değişik usul ve metodlarla da doğrulanmaktadır. Ancak bu madde ötesi varlı¬ğın veya varlıkların ruh olup olmadığını veya söyledik¬lerinin tam gerçeği yansıtıp yansıtmadığını kesinlikle bilemiyoruz. Bildiğimizi de söyleyemeyiz. Zira bu var¬lıklar, ne demişler ve ne söylemişlerse ona inanılmakta ve söylediklerinin doğruluğuna ve yanlışlığına bakıl-maksızın aynen kabul edilmektedir.

Gelen ruh mudur? Değil midir? Her söylediği doğ¬ru mudur? Acaba bir ihtimal dahi olsa yalan söylediğini veya söyleyebileceğini niçin hesaba katmıyoruz? Kur'ân ve Hadîs’lerde bu konuda bir bilgi var mıdır? Varsa bu bilgiler nelerdir? Bu sorulara daha ziyade Kur'ân'ın ışığında cevap vermeye çalışacak, ha¬dîslerden ve müfessirlerin görüşlerinden de istifade ederek bir sonuca ulaşmaya gayret edeceğiz. Varacağı¬mız sonuç, Kur'ân ye hadîslerin ışığında, fakat bize gö¬redir. Konuya bir başka açıdan yaklaşım tarzıdır.

Hayat ve Ölüm:

"Her canlı ölümü tadacaktır". Bu değişmeyen ve asla değişmeyecek olan bir hayat kanunudur! Hayat ve ölümün amacı, imtihandır, denenmedir. Öyleyse "Al¬lah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz. O, sizi diriltti. Yine öldürecek, sonra O'na döndürüleceksi¬niz" ."Nutfeden insanı yarattı, ona biçim verdi, sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü ve kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltir".

Bu âyetler, hayat ve ölümün yaratıcısını ve yaratı¬lış sebebini şüpheye yer vermeyecek bir biçimde kesin¬likle açıklamaktadır. Yaratan Allah, yaradılış sebebi¬miz ise imtihandır. Her doğan varlık, bir müddet yaşa¬dıktan sonra ölmektedir. Bu bir hayat kanunudur ve asla değişmemektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerim'de hayat¬ta iken öldürülen, fakat yeniden bu dünyada diriltilen altı olaydan bahsedildiğini görmekteyiz. Bu altı olay¬dan beşi bir Medenî sûre olan Bakara'da yer almakta, diğeri ise Al-i İmrân ve Mâide sûrelerinde geçmektedir. Kur an'ın mevcut tertibine göre nakledeceğimiz bu altı olaydan,

Birincisi, Bakara sûresinin 2/55 ve 56. âyetlerinde anlatılan olaydır: "Bir zaman da: "Ey Mûsâ, biz Al¬lah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" demiştiniz de derhal sizi yıldırım çarpmıştı. Siz de bunu görüyordu¬nuz. Sonra belki şükredersiniz diye sizi ölümünüzün ardından tekrar diriltmiştik."

İkincisi, Bakara sûresinin 2/72 ve 73. âyetlerinde anlatılan olaydır:

"Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun hak¬kında birbirinizle atışmıştınız, oysa Allah, gizlediğini¬zi ortaya çıkaracaktı. Onun için "(ineğin) bir parçasıy¬la O öldürülene vurun" demiştik. İşte Allah böyle ölüle¬ri diriltir, size âyetlerini gösterir ki düşünesiniz."

Üçüncüsü, Bakara sûresinin 2/243. âyetinde anla¬tılan olaydır:

"Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtların¬dan çıkanları görmedin mi? Allah onlara ölün dedi de sonra kendilerini diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Ama insanların çoğu şükret¬mezler."

Dördüncüsü, Bakara sûresinin 2/259. âyetinde an¬latılan olaydır:

"Yahut şu kimse gibisini (görmedin mi) ki, duvar¬ları, çatıları üstüne yığılmış (alt üst olmuş) ıssız bir kasabaya uğramıştı: "Allah bunu böyle öldürdükten sonra nasıl diriltecek? demişti. Allah da kendisini yüz sene öldürüp sonra diriltti. "Ne kadar kaldın?" dedi, bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldım, dedi. Al¬lah "hayır" dedi. Yüz yıl kaldın: Yiyecek ve içeceğine bak, bozulmamış. Eşeğine bak, seni insanlar için (kud¬retimize) bir işaret kılalım diye (bunları böyle yaptık). Kemiklere hak, nasıl onları birbiri üstüne koyuyor, sonra onlara et giydiriyoruz. Bu işler ona açıkça belli olunca: Biliyorum Allah her şeye kadirdir, dedi."

Beşincisi, Bakara sûresinin 2/260. âyetinde anlatı¬lan olaydır;

"İbrahim de bir zaman: "Rabbim ölüleri nasıl di¬rilttiğini hana göster" demişti. Allah "inanmadın mı?" dedi. İbrahim: Hayır (inandım) fakat kalbim kuvvet bulsun diye (görmek istiyorum) dedi. O halde kuşlar¬dan dördünü tut, onları kendine çek, (iyice incele) son¬ra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra onları kendine çağır sana gelecekler. Bil ki Allah daima galip ve hikmet sahihidir" dedi.

Altıncısı, Âl-i İmrân sûresi 3/49. âyetiyle Mâide sûresi 5/110. âyetinde anlatılan Hz. İsâ'nın olayıdır. Aynı olay iki yerde, fakat biraz farklı bir biçimde anla¬tılmaktadır. Bu olay, Mâide sûresi 5/110. âyetinde şöy¬le anlatılmaktadır; "Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Isa, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim, beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun, sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle ça¬murdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu. Anadan doğma körü ve alacayı benim iznimle iyileştiriyordun, benim iz¬nimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun ve İsrail oğulları¬nı senden savmıştım. Hani senden onlara açık deliller getirdiğin zaman içlerinden inkâr edenler: "Bu açık büyüden başka bir şey değil" demişti."

Bu altı olaya ilâveten bir mağarada uzun seneler uyuyarak kalan ve daha sonra uyandırılan "Ashab-ı Kehf'i de sayabiliriz. Her ne kadar öldükten sonra diriltilmemişlerde se, öldükten sonra dirilmeye bir misâl teşkil etmektedir. ''Allah'ın (öldükten sonra diriltme) vadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka gelece¬ğini, onda asla insanlara göster¬mek için bu olayı Allah yaratmıştır.

Bu altı olayın genel tahliline gelince, müracaat et¬tiğimiz kaynak kitapların hemen hemen hepsi, bu olayları bir gerçek ye bir mucize' olarak kabul ederler, Üzerinde durulan ve kısmen de olsa, farklı yorum yapı¬lan tek olay. Bakara sûresi 55 ve 56. âyetlerinde anla¬tılan olaydır. "Siz de bunu görüyordunuz" ifâdesine dayanılarak, gerçekten onlara ölüm gelip gelmediği tartışılmış, bir kısım müfessirler, hakikaten öldüler ve sonra diriltildiler, derlerken, bir kısım müfessirler de, gerçekte onlara ölüm gelmediğini, ancak korkunç bir manzara karşısında kaldıklarından sanki kendilerine ölüm gelmiş gibi olduklarını söylerler. Diğer beş olay üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı Olmadığına göre, bu olaya da onlar gibi hakîkî anlamda anlamada bir sa¬kınca yoktur. Kaldı ki pek çok müfessir, bu olayı hakîkî anlamda anlamışlardır.

Daha dünyada iken öldürülen daha sonra da tek¬rar diriltilen insanların başından geçen bu olaylar, Kehf sûresi 18/21. âyette de açıklandığı gibi, ölüm son¬rası hayatın gerçek olduğuna inanan ve inanmayan herkese açıkça göstermek içindir. Bu örnekler, o devirdeki insanlar için hissî bir mucize olmuş ve onları bu hissî mucize ile imana, özellikle âhirete imana davet etmiştir. Bu olayların Kur'ân'da anlatılması ise, aklî bir mu'cizedir. Çünkü bu olayları anlatan Allah, olay¬ların anlatıldığı yer ise O'nun kitabı Kur'ân ve Kur'ân ise ilmî, edebî ve aklî mucizelerle dolu bir ki¬taptır. Her Müslümanın inanması gereken bir kitap. Bu nedenle O'na ve O'nda nakledilen her olaya inan¬mak icabeder. Yukarıda açıkladığımız gibi, bu olaylar hakîkî anlamda yorumlanmış ve asla te'vîli cihetine gidilmemiştir.

Ölen her canlı, yeniden diriltilecek ve mutlaka he¬saba çekilecektir. Bu olaylar, bunun mümkün olduğu¬nu bu dünyada gösteren örneklerdir. Allah kudretini her an göstermeye kadirdir. Öldüren de dirilten de O'dur. Diriltmeyi, bir mu'cize olarak bu dünyada da yapar. Bunlar, insanlara bir öğüt ve bir ibrettir.

RUH NEDİR?

"De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." Ruh Allah'ın emrinden, yani O'nun yaratma işlerindendir. Onun mahiyetini ancak Allah bilir. Ruhun kendisini göremiyorsak da, varlığını yaptığı işlerden anlıyoruz. Allah'a en yakın yaratık ruhtur. Ruh hayat kaynağıdır. Her şeye canlı¬lık veren O'dur. İbn Esir’e göre ruh, pek çok anlam¬larda kullanılmaktadır. En yaygın anlamı ise, cesede hayat veren şeydir.

Kur'ân-ı Kerim'de ruh kelimesi, farklı anlamlarda ve şekillerde tam 21 yerde geçmektedir. Bu âyetlerde "ruh", bazen Cebrail, bazen Kur'ân, bazen mü'minlere manevi bir destek, bazen de Allah’ın ruhu arındırmalarında kullanılmaktadır.

E.E. Calverley, İslâm Ansiklopedisi'ne yazdığı 'Nefis'' maddesinde ruh ile ilgili geniş bilgiler vermek¬te ve İbn Kayyim el-Cevziyye’rân de görüşlerini eseri "Kitâbu’r-Rûh"dan özetleyerek nakletmektedir. İbn Kayyim'e göre ruh, vücudumuzdan mâhiyet itibari ile farklı bir vücut olup, ışık tabiatında, yüksek, hafif, canlı, hareketle muttasıftır ve su güle nasıl nüfuz eder¬se, vücûdumuzun azalarına da öyle nüfûz eder; yaratılmıştır, fakat ebediyen devam edecektir, uyku esnasında muvakkaten vücûttan ayrılır, vücût ölünce, ilk muhâkeme için ondan ayrılır, Münker ve Nekir ta-rafından sorguya çekilmek için tekrar vücuda döner, peygamber ve şehidlerin durumu müstesnâ, kıyamet gününe kadar mezarda kalır, saadet ve cezanın önce¬den tadını alır.

Ölüm, ruhun bedenden çıkması, diğer bir ifâde ile ruhun bedenden ayrılmasıdır. İnsan ölünce cesedi, me¬zara konur, ruhu iyi ruhlar âlemine gider. Ancak ölüm halinde tamamen bedenin etkisinden kurtulan ruh, ge¬zer dolaşır, içinde yaşadığı bedenin de çevresinde bulunur. İşte ölümünden sonra vuku bulacak sorguda ruhun bedene dönmesi, bedenin yanında bulunması ve aynen beden içinde imiş gibi sevinç ve azap duyması anlamına gelir. Yoksa Ruhun bir daha bedene dönme¬si, ona yeniden hayat vermesi, maddî bedenin kalkıp oturması, başın kabrin taşına değmesi mümkün değildir. Allah'ın yaratış yasasına ve âyetlerin açık ifâdesine aykırıdır.

Kur'ân-ı Kerim, ölüm sonrası ruhun durumuyla il¬gili şu bilgileri vermektedir:

"Allah yolunda öldürülenlere, "ölüler" demeyin, hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız."

"Allah yolunda öldürülenleri ölüler, sanma, hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar."

"Kim Allah’a ve Elçisine itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaş¬tır.'"

"Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hük¬mettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye ka¬dar salıverir. Doğrusu bunda düşünen kimseler için dersler vardır.

"Onlardan birine ölüm gelince: Rabbim, beni geri çevir belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim, der. Hayır, bu kendi sözüdür. Tekrar dirilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten alıkoyan bir berzah {engel) vardır.

İbn Ömer'den nakledilen bir hadîste Resûlullah: "Sizden biriniz öldüğü zaman, sabah akşam o kimseye varacağı yer gösterilir. Eğer cennetlik ise cennetteki ye¬ri, eğer cehennemlik ise cehennemdeki yeri gösterilir. Ve kıyamet günü Allah cesetleri diriltinceye kadar o kimseye şu gördüğün yer, senin makamındır, denilir." Bir diğer hadislerinde ise "Kabir, ya cennet bahçele¬rinden bir bahçe, ya cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Bu âyet ve hadîslerden anlıyoruz ki, ruhlar diri¬dirler veya cennet gibi bir yerde yaşamaktadırlar, ya da cehennem gibi bir yerde azab içindedirler. Mü'minûn sûresi 23/100. âyeti, böyle azab içinde olan ruhların tekrar geriye dönüp salih amel yapmak iste¬yeceklerini, fakat bunun asla mümkün olmadığını açıkça anlatmaktadır. Ayette "Berzah" tabiri geçmek¬tedir. Bu tabir, tenâsüh inancının anahtar kelimesidir. Kur'ân'da açıkça tenasühü reddeden tek âyet, mü'minûn sûresinin 23/100. âyetidir ve anahtar keli¬mesi de "Berzah"tır. O halde berzah nedir?

Berzah, İbn Esir'e göre, iki şey arasında bulunan bir engeldir. Ehu Saîd'den rivâyet edilen bir hadîste Resûlüllah: "Dünya ile âhiret arasındaki şey, berzah¬tır" buyurmuştur. Râgıb el-İsfehânî'ye göre, Berzah, engel ve mâniadır, iki şeyin arasındaki sınırdır. Ölüm ile kıyamet arasındaki şeye de berzah denir.

Taberî'ye göre de berzah, engeldir. Müşrikler ölünce, tekrar geriye dönmek için Allah'a "Bizi geri gönder de salih amel işleyelim" diyecekler, fakat onları tekrar geriye döndürmeyecektir. Zira onları geriye dön¬dürmekten alıkoyan bir "berzah" vardır. Kıyamet gü¬nünde kabirlerinden yeniden diriltilinceye kadar orada kalacaklardır. Yine Taberî'nin naklettiğine göre, Mücâhid, Dahhâk ve İbn Zeyd, berzahı, ölüm ile yeni¬den diriliş arasındaki yer ve zaman olarak yorumla¬mışlardır.

Zemahşerî, Râzî, Kurtubî, Şevkânî, Alusî, ve Siddik Hasan Hân "berzah"ı ölümle dünyaya tekrar dönüş arasındaki engel olarak açıklamışlardır.

Bu âyet ve bu âyetin yorumlarından kesinlikle şu¬nu anlıyoruz ki, inkârcı ruhlar, kabir azabını gördükle¬rinde dünyaya tekrar dönmek isteyecekler, fakat asla dönemeyeceklerdir. İnkârcı ruhların geriye dönemeyeceklerini anlatan başka âyetler de mevcuttur. Fakat bu âyet kadar, açık ve net değildirler. Bunlar arasında en dikkati çekeni "Helâk ettiğimiz, bir ülkeye artık (dünya hayatı) haramdır. Onlar bir daha (hayata) dönemezler” âyet-i kerîmesidir.

Taberî'nin naklettiğine göre, Ebu Ca'fer e "geriye dönüşten" sorulmuş O'da bu âyeti okuyarak, Allah’ın helâk ettiği bir kavmin tekrar dünyaya dönüşünün mümkün olmadığını söylemiştir. Aynı kanaati, Fahruddîn er-Râzî" ve Kurtubî"nin de paylaştıkları¬nı görmekteyiz. Hatta Kurtubî, öldükten sonra ruhlar dünyaya tekrar dönmeyeceklerdir zira bunda hiç bir faide bulunmamaktadır, der.

Kur’an–ı Kerim'de inanan ruhların durumu ile il¬gili, inkârcı ruhlarda olduğu gibi açık bir ifade bulun¬mamaktadır. "Ancak Allah yolunda öldürülenleri ölü¬ler sanma, hayır, (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar” âyeti bize, kısmen de olsa bir işaret vermektedir. Kurtubî bu âyetin yorumunda, on¬lar her ne kadar ölseler ve cesetleri toprak da olsa, ruhları diğer müminlerin ruhları gibi yaşamaktadır. Sanki dünya hayatında devamlı yaşıyormuş gibi, ölüm anından itibaren cennet nimetleriyle rızıklandırılırlar demektedir. Fahruddin er–Râzî, "Ateş sabah akşam ona sunulur. Kıyamet koptuğu gün de: Firavun ailesini azabın en çetinine sokun" (deriz) âyetine da¬yanarak ehl–i azaba, azab verebilmek için onları kıya¬metten önce de yaşattığını söyler. "Ey huzura eren ne¬fis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir” âyetine daya¬narak da bu durumun hemen ölümden sonra olduğu¬nu, zira "fedhulı'deki "fa"nın fâ–i takîbiyye olarak kullanıldığını ifâde eder. Razî'nin bu yorumlardan amacı, kabir azabının varlığını ispat etmek içindir.

Hz. Peygamber de, kabir hayatı ile ilgili şu bilgiyi vermektedir:

"Sonra mümine: Artık rahat uyu, rahat et denilir. Bunun üzerine o mümin, "siz gidiniz şu mutlu hayatı¬mı aileme haber veriniz" der. Melekler ise buna karşı¬lık şöyle derler: Allah seni kıyamet gününde şu, müba¬rek mezarından yeniden diriltene kadar gelin ve güvey uykusu gibi uyu...

Bu hadis ve Al–i İmrân sûresi 3/169. âyetinden de anlıyoruz ki, inanan ruhlar, yeniden diriltilinceye ka¬dar gelin ve güvey Uykusu gibi bir uyku ile rızıklandırılmışlardır. Mutlu ve huzurludurlar. Cennet nimetleri gibi nimetler içinde olan bu inanan ruhlar, neden tek¬rar dünyaya gelmek istesinler? Bunun izahını yapmak güçtür.

Buraya kadar zikrettiğimiz âyet ve hadîslerin an-lamlarından ve yapılan yorumlarından anlıyoruz ki, insan öldükten sonra ruhu, adına berzah veya ruhlar âlemi dediğimiz bir yere gidecek ve orada yeniden diri¬lişin olacağı güne kadar bekleyeceklerdir. Fakat bu gi¬dişin, dünyaya bir başka bedende dönüşü asla olmaya¬caktır. Nasıl ki ana rahminden çıkan bir çocuk, yeni¬den tekrar oraya dönemiyorsa, bu dünya hayatından çıkarak kabir hayatına giden bir ruh da oradan çıka¬rak geriye tekrar dönemeyecektir.

Ölümle bedenden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar. Orada dünya hayatında olduğu gibi, faali¬yetlerde bulunma, bazı noksanları telâfi etme imkânı da yoktur. Artık amel safhası bitmiş, hesap vermek için bekleme dönemi başlamıştır. Her çeşit ibâdet ve amelin yapıldığı yer sadece dünyadır. Bundan amaç da, imtihandır, denemedir. "Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayr ile de şer ile de deni¬yoruz. Neticede bize döndürüleceksiniz” âyeti, bu ger¬çeği ifâde eder.

Ölümle birlikte mükellefiyet, yani ibâdet ve amel de sona erer. Nitekim Hz. Peygamber, ”İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak yaptığı üç şeyden dolayı, “(sadece) sevabı devam edip gider. Topluma yönelik sa¬daka, faydalı ilim ve kendisine hayır duada bulunacak evlâd'' buyurarak ölümle birlikte mes'uliyetin de so¬na erdiğini açıklamaktadır. Mes'uliyetin bitiminden sonra hesap vermek için bekleme dönemi başlar. Kur'ân'ın ifâdesiyle bir gün Allah, bizi çağırır ve hepi¬miz onun çağrısına uyarız. Sanırız ki, kabirde pek az kaldı.

"Allah, kıyamet günü için adalet terazilerini ku¬rar. Hiç bir kimseye haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu ortaya çı¬karıp getirir. Hesabı görecek olan da Allah’tır.

"Herkesin kazandığı yalnız kendine aittir. Kendi (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir.”

“O'na inandık, demektedirler. Ama uzak yerden (tâ dünyadan imanı) almak, onlar için nasıl mümkün olsun. Halbuki daha önce onu İnkâr etmişlerdi. Uzak yerden görülmeyene taş atıyorlardı. Artık kendileriyle arzu ettikleri şey arasında perde çekilmiştir.”

Bu âyetler, İslâm'ın suç ve ceza prensibini ortaya koymaktadır. İslâm'da ferdî mes'uliyet yani ferdî ceza ve mükâfat prensibi vardır. Hiç bir kimse, bir başkası¬nın günahından dolayı, ceza görmediği gibi, mükâfat da görmez. Herkes, yaptığı işin karşılığını iyi veya kö¬tü yine kendisi görür. Bu genel prensibi ile de İslâm, reenkarnasyonu reddeder. Tenâsüh'e inananlara ve hipnoz seanslarında elde edilen bilgilere göre, kâfir olan bir kişinin rûhu, bir diğer kişide Müslüman ola¬rak yaşayabilmektedir. Aynı şekilde katil, günahkâr ve âsi bir kişinin rûhu da, bir başka kişide, suçsuz, itâatkâr ve katillik suçunu işlemeden yaşayabilmekte¬dir, Yani kâfir bir kişinin ruhu, bir başka kişide katil olmadan da yaşayabilir. Değişik kişilerde değişik kişi¬liklere sahip olan bu ruh, acaba hangi kişiliği ile hesap verecektir? Müslüman olarak mı? Kâfir olarak mı? Yoksa katil olarak mı? En az iki üç, hatta yedi sekiz ki¬şide hayatını yaşadığına inanılan bir rûhun, ceza veya mükâfat görmesi nasıl mümkün olacaktır? Bu sorula¬rın cevaplarını İslâm'ın bu prensibiyle izah etmek mümkün değildir. Açıkça görülüyor ki, reenkarnasyon inancı, İslâm'ın suç ve ceza prensibi yani âhiret inan¬cıyla açıkça çelişmekte ve çatışmaktadır.

Farzedelim ki, reenkarnasyon gerçektir ve tekrar ruhlar dünyaya dönüş yaparak bir başka bedende bir başka kişilikle hayatını yeniden yaşamaktadır. Orada azab gören bir rûhun, yeni hayatında inkârcı günahkâr ve âsi olmaması, ibâdet ve tâatla günlerini geçirmesi, kabir hayatını açıkça hatırlaması ve açıklaması gere¬kirdi. Halbuki bunun böyle olduğunu kesinlikle söyle¬yemeyiz. Gerek tabiî ve gerekse hipnoz seanslarında görülen Ekmnezi hallerinde sujenin söyledikleri ve naklettikleri hep bu dünya hayatı ile alâkalı olmakta ve asla kabir hayatı ve sonrasına ait bilgiler vereme¬mektedir. Öyleyse bu durumda iki ihtimal var demek¬tir. Ya ölen kişinin ruhu, kabre girmiyor, orada hesap vermiyor, ne ceza ne de mükâfat görüyor. Herhangi bir yerde bir başka bedene girinceye kadar aylak aylak do¬laşıyor. Ya da ölen kişinin rûhu kabre giriyor, hesap veriyor, ceza görüyor veya mükâfat görüyor. Bundan dolayı da tekrar geriye dönerek dünyaya gelemiyor.

Ayet ve hadîslerin açık beyanına göre, geriye dö¬nüş asla mümkün, değildir. Yine âyet ve hadîslerin açık beyanına göre ölen kişinin rûhu, hesap vermek üzere ruhlar âlemine gitmekte ve oradan geri gelme¬mektedir. Öyleyse Ekmnezi ve şahsiyet değişikliklerini kısaca reenkarnasyonu doğrular mahiyette sujenin söylediklerini ne ile ve nasıl izah edeceğiz? Zira gerek tabiî olaylarda gerekse hipnoz seanslarında reenkar¬nasyonu doğrulayan konuşmalar ve bilgiler elde edil¬mektedir. Bu olayların makul izahını nasıl yapacağız?

Sovyet parapsikologları, reenkarnasyon hadise¬sinin trans halinde iken, esasen mevcut birtakım kabi¬liyetlerin geliştirilmesinden ibaret olduğunu, dışarıdan bir şey katılmadığını söylemektedirler.

Bu izah tarzı, onların materyalist dünya görüşüne ve anlayışına tamamen uygun olup aksini düşünmek zaten mümkün değildir.

2. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre ise, büyük şahsi¬yetlerin ruhlarını çağırıp getirme iddiaları yalan, uy¬durma ve saçmadır. Ancak habis ruhları, sefih şahsiyetlerin ruhlarını efsunlayıp topladıkları ve bu suretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları da bir gerçek¬tir.

2. Elmalı'lı'nın izahı sadece ruh çağırma ile ilgili olup tenâsühü kapsamamaktadır. Ancak bu izahı, bu konuda da bize bir fikir verebilir.

3. Gerek ruh çağırma seanslarında ve gerekse reenkarnasyon olaylarında gelenlerin ruh değil, cin veya şe5fi:amn olması ihtimalidir.

Bu ihtimal daha kuvvetli ve dinî anlayışa daha uygun olmaktadır. Zira gelen varlıkların söyledikleri şeyler ve verdiği bilgiler kısmen doğru çıksa da, çoğu kere yalan ve yanlış olmaktadır. Özellikle şahsiyet de¬ğişikliklerinde verilen bilgiler, bir fikir montajı imajım vermektedir. Eskiden beri bilinen bir diğer gerçek da¬ha vardır ki, o da cin toplama ve çağırma faaliyetleri¬dir. Ruh çağırma seanslarıyla, cin çağırma seansları arasında yapılacak bir karşılaştırma, bu ikisi arasın¬daki münasebeti ve ayniliği ortaya çıkartır sanırım.

İslâmî kaynaklarda tenâsühle ilgili geniş bilgi, İbn Hazm, "el–fasl fil Milel" adlı eserinde yapmakta ve bu konuda Resûlüllah'dan herhangi bir haberin gel¬mediğini söylemektedir.

CİN NEDİR?

Râgib el-İsfehânî'ye göre, cin, bir şejri örtmek anlamındadır. Cennet, ağaçla örtülmüş bahçe, cünûn ise, akla örtülmüş perde yani delilik demektir. Cin ta¬biriyle, gözle görülmeyen rûhânî varlıklar kasdedilir. Kur'ân-ı Kerim; bilinen, gözüken ve maddî bir yapıya sahip olan varlıklardan da bahseder. Bu rûhânî varlıklar, melek, şeytan ve cindir. Melekler, nurdan, cinler ise dumansız ateşten yaratılmışlardır. Kur'ân'da cin¬lerin yaradılışı ve davranışları ile ilgili pek çok âyet bulunmaktadır.

Şeytan ise, Kur'ân'ın açık ifâdesine göre, cinler¬den biridir ve ilk isyan eden cindir. "Meleklere Adem'e secde edin demiştik, secde ettiler, yalnız İblis etmedi. -O cinlerdendi." âyeti bunu açıkça ifâde et¬mektedir. Yine Kur'ân'ın beyanına göre, cinler insan¬lardan önce yaratılmış varlıklardır. Nasıl ki, insanla¬rın ilk âsîsi ve ilk günahkârı, kardeşi Habil'i öldüren Kabil ise, Allah'a isyan eden ruhânî varlıkların ilki de şeytandır. Ruhânî varlıklar, Ragıp İsfehani’ye göre üç kısma ayrılmaktadırlar:

a) Hepsi hayırlı olan varlıklar ki, bunlar melek¬ler

b) Hepsi şerli olan varlıklar ki, bunlar şeytanlardır.

Hem hayırlısı hem de şerlisi olan varlıklar ki, bunlar cin'lerdir.

Fahruddin er-Râzî de aynı kanaati paylaşarak, cinlerin bir kısmının hayırlı, bir kısmının da şerli oldu¬ğunu söyler." Şeytan ise, insanları kötülüğe sevkeden cinlerdir. Şeytan denilince habis ve kâfir cinlerin başı olan İblis hatıra gelir. İblis, Hz. Adem'i kıskandığın¬dan ve kibrinden dolayı, Allah'ın huzurundan kovulmuştur. Kendisine kıyamete kadar yaşama yeteneği verilmiştir. Bütün cinlerin kâfirlerine de şeytan denir. Ayrıca bütün kötülükleri telkin eden, kötü yollara iten şirret canlılara da mecâzen şey ton denir.

İbn Esîr ve Zemahşeriye göre de, İblis, cinle¬rin kâfirlerine denir. İblis, insanlara önlerinden, arka¬larından, sağlarından ve sollarından sokularak, kötülükleri güzel gösterir, onları şükürden alıkoyar ve böy¬lece onları azdırır. İblis, kendisini gizler, başka ad altında kendisini gösterir, insanlara bazı şeyleri unutturur.

İslâm Ansiklopedisine "cin" maddesini yazan D.B. Macdonald'a. göre cinlerin şeytanla olan ilişkisi pek belli değildir. Bununla beraber, Kehf sûresi 18/50. âyetinde geçen "O cinlerdendi" ifâdesi, bize bu ilişkiyi bir yönüyle açıklamakta ve cin ile şeytanın menşe' bir¬liğine dikkati çekmektedir. İnsan gibi cinin de yaratı¬lış amacı vardır ve bu da Allah'a kulluktur. Hz. Pey¬gamber, hem insanlara hem cinlere Peygamber olarak gönderilmiştir. Kur'ân-ı Kerim bu hususu, şu âyetleriyle açıklar:

"Cinlerden bir topluluk Kur ân dinlediler de, şöyle dediler: Biz harikulâde güzel bir Kur ân dinledik. O, doğru yola iletiyor. O’na inandık: Artık Rabbimize hiç bir şey ortak koşmayacağız."

"Meğer bizim beyinsiz (İblis veya cinlerin kâfirleri) Allah hakkında saçma şeyler söylüyorlar¬mış."

Bu âyetlerden de anlıyoruz ki, "cinler de insanlar gibi mükelleftirler. Cinler sözlerimizi işitirler ve dilimi¬zi anlarlar. Cinlerin mü'min olanları da başkalarını imana davet eder." Cinler arasında müşrik, Mûsevî, ve Hristiyân olanlar bulunduğu gibi, âhireti inkâr edenler de bulunmaktadır. Kur'ân'ın beyanına göre, insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlar ve onların kibir ve azgınlıklarını artırırlar. Kur'ân-ı Kerim'in bu konudaki beyanı aynen şöyledir:

"Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden ba¬zı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıkla¬rını artırırlardı."^^

Cinler, semâlara yükselmişler ve vahiy dinlenıiş- lerdir. Bir söz dujoınca da, bire dokuz katarak onu nakletmişlerdir. Cinler ateşten yaratıldıkları halde bu keyfiyetten uzaklaşarak şekil değiştirebilmişlerdir.®® Cinler prangalara bağlanarak esaret altında ağır ve in¬ce işlerde istihdam da edilmişlerdir.®^ Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılmaktadır; "Rabbinin iz¬niyle cinlerden hir kısmi, onun (Süleyman'ın) önünde çalışırlardı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdık. Ona (Süleyman'a) dilediği gi¬bi, kaleler, resimler, havuzlar kadar geniş leğenler ve sabit kazanlar yaparlardı.

Cinler, insanlara zarar verirler. Bunu da yine in¬sanlar aracılığı ile yaparlar.Cinler son derece güçlü varlıklardır. Kur'ân-ı Kerim'de cinlerin gücü ile ilgili bize şu bilgi verilmektedir: Cinlerden biri, Belkıs'ın tahtını, Hz. Süleyman tahtından kalkmadan önce Ye-men’den Filistin'e getirebileceğini söylemiş, fakat Hz. Süleyman daha çabuk olmasını arzu ettiğinden bu tek¬lifi kabul etmemiştir.®® Cinler hayat sahibi varlıklar¬dır. Fakat hayat bilinmeyen bir gerçektir.®^ Cinlerin bildiğimiz kadarıyla bünyeleri yoktur. Eş'arî'ye göre, zaten hayat için bünye de şart değildir.®^

Bir gün, bir cin Hz. Peygamber'e hücum etmiş ve Hz. Peygamber de onu yenerek mescidin direğine bağ¬lamak istemiştir. Ancak Hz. Süleyman'ın duâsı hatırı¬na geldiğinden onu bağlamamış Ve kovmuştur.®^"* Yine Hz. Peygamber'in haber verdiğine göre, cinler de in¬sanlar gibi ölümlüdürler.®^ Hz. Peygamber'in peygam¬berliğini, arap kâhinleri, cinler vasıtasıyla haber al¬mışlardır.®® Peygamberimiz de cinlerden Allah’a sığın¬mıştır.®®

Mekke’de Yusuf sûresinden sonra nâzil olan Hicr sûresinin 6. âyetinde Cenâb-ı Hak, müşriklerin Hz. Peygamber’e şöyle dediklerini nakletmektedir: "Dedi¬ler ki: Ey kendisine zikr (Kur'ân) indirilmiş olan, sen mutlaka cinlenmiş Xdelirmiş)sin." Bu âyetin meâlinde Süleyman Ateş, şunları yazmaktadır: "Eskiden Arabis-tan'da şiir bir san'at olmaktan çok, cinlerle, gizli kuv¬vetlerle temas kurulup onlardan bir takım bilgiler al-

ma mesleği idi.'- Cin herkes ile konuşmaz, ancak bir adam seçip onunla konuşurdu. Her cinnin seçtiği bir şâir vardı. Erkek veya dişi cin, bir adamı seygisine lâyık görünce, hemen o kimsenin üzerine çullanır, onu yere atar, göğsüne çıkar ve dünyâda onu kendisinin sözcüsü olmağa zorlardı. İşte şiir seremonisi böyle baş¬lardı. O aiıdan itibaren o adama şâir denirdi. Şairle cin arasında çok İçten bir ilişki kurulurdu. Her şâirin, za^ man zaman kendisine ilham veren özel bir cinni vardı. Şâir genellikle kendi cinnine Halîl (samimî dost) derdi. Şâirle ilişki kuran cin, insan isminden biriyle anılırdı. Meselâ büyük şâir el-A'şan\n cinninin adı Mishel idii. Mis/ıeZ kesici bıçak demektir.

İşte müşrikler, Hz. Peygamber'i de böyle cinden il¬ham alan bir şâir zannettiklerinden dolayı ona "mec¬nun şâir", "öğretilmiş mecnun", "kâhin" büyücü demiş¬lerdi. Mecnun cin-çarpmiş demektir. Basitçe "deli" an¬lamına gelir. Fakat kelimenin böyle bir tarihî mânâsı yardır ve Araplar, Hz. Peygamber için bu kelimejri, bu tarihi anlamda kullanıyorlardı."®^

Bu bilgilerle Enis Behiç Koryürek olayını karşılaş¬tırdığımızda, ona gelerek kendisinin Çedikci Süleyman olduğunu söyleyen varlığın kim olduğu galiba daha iyi anlaşılmaktadır sanmm.

Sonuç:

Kur'ân'm açıkça ifâde ettiğine göre, cinler gaybı asla bilemezler. Sebe' sûresi 14. âyette Cenâb-ı Hak bu hususu şu örnekle açıklamaktadır: "Süleyman'ın ölü- fnüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü ancak değneği yiyen hir ağaç kurdu gösterdi. (Kurdun yem'e- siyle) değnek yıkılınca, (onun öldüğü anlaşıldı ve) anlaşıldı ki eğer cinler, gayhı bilselerdi o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı." Cinlerin gaybı bilememele¬rine rağmen, bazı bilgiler edinebilmek gayesiyle sema¬lara yükseldiklerini ve oradan bazı şeyler duyarak öğ¬renmek istediklerini yine Kur'ân'dan öğreniyoruz.®®

Bu açıklamalardan şunu anlıyoruz ki, cinler, in¬sanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabilir, ruh çağır¬ma ve Hipnoz seanslarında bazı kişilerin geçmiş hayat¬larına dair birtakım bilgiler verebilirler. Şunun veya bunun rûhu olarak kendisini takdim eden bu varlıkla¬rın her söyledikleri doğru değildir. Bazılarının doğru olması, her söylediğinin doğru olmasını gerektirmez. Bu bir aldatmacadır ve şeytanın taktiklerine de uygun düşmektedir.

Başlıca gayesi, insanları hakdan, doğrudan ve gü¬zel şeylerden ve imandan uzaklaştırmak olan şeytan ve taifesi, ruh çağırma ve hipnoz seanslarını elbette en iyi biçimde değerlendirmeye çalışacaktır. İspirtualizm ile ilgili yayınlara baktığımızda, genellikle dinlerin tu¬tarsızlığı ve geçersizliği ve özellikle âhiret inancını ze-delemeye yönelik mesajlarla dolu olduğunu görürüz. Açıkça olmasa bile dolaylı bir inkârın varlığı söz konu¬sudur.

Müslümanlar, maddeye inandığı ve onu bir gerçek olarak kabul ettiği gibi, madde üstü varlıklara da ina¬nır. Ancak bu inanç. Kitap ve Sünnet'le sınırlıdır. Ki¬tap ve Sünnete uymayan inanç, İslâm nazannda mak¬bul değildir. Reenkarnasyon inancı da Kitap ve Sün- net'e uymayan bir inanç sistemidir ve îbn Hazm'a göre tenâsühe inananlar kâfirdir.®®

Cinlerin ömürleri uzun, nitelikleri bizden farklı¬dır. Kısa zamanda uzun mesafeleri dolaşabilir ve bazı

farklı bilgilere sahip olabilirler. Onların bizim bilmedi¬ğimiz konularda bazı şeyler söylemesi gaybı bildikleri¬ni göstermediği gibi, reenkarnasyonu da göstermez. Onların söyledikleri ve bilgileri çoğu zaman eksik, ka¬sıtlı ve yanlıştır. Pozitif düşünce ve metod, melek, cin ye şeytanı tanımıyor ve varlığını kabul etmiyor diye bunları reddedemeyeceğimiz gibi, ruhçuların iddia et¬tikleri gibi reenkarnasyonu da kabul edemeyiz. Ruha inanırız, ancak ruhun bir başka bedende yeniden ha¬yat sürmesine inanamajnz. RUh çağırma ve hipnoz se¬ansları sırasında elde edilen bilgileri, ruhun değil de, kâfir cinlerin veya diğer bir ifâde ile şeytanların vere¬bileceği ihtimalinin daha kuvvetli olduğu kanaatinde¬yiz. Ruh çağırma ve hipnoz seanslarının, istia’ze ile birlikte Kur’ân'dan bazı âyetlerin okunarak yapılması halinde, gelen bu varlıkların ruh mu, yoksa cin veya şeytan mı olduğu l^onusunda bize bir bilgi verebilir. Bir okumadan bir d© Kur'ân okuyarak yapılacak de¬neyler bize bu gerçeği gösterecektir sanırım.

Cenâb-ı Hakk'ın, inananlara uyarısı bu konuda şöyledir: "Kur'ân okuyacağın zaman, kovulmuş şeytan¬dan Allah'a şığın"^^^ "Doğrusu onun inananlar ve yal¬nız Rablerine güvenenler üzerinde bir etkinliği yok¬tur."Onun gücü sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır."^^^ Hz. Peygamber de Ayetü'l-Kürsı yi başından sonuna kadar okuyan bir ki¬şiye şeytanın yaklaşamıyacağını haber vermiştir.^®^ Bu âyetlerin ve hadîsin ışığında yapılacak çalışmalara / önemle ihtiyaç bulunmaktadır.^®^

 

 

 

 

 

KUR'ÂN AÇISINDAN ŞİİR VE ŞUARÂ (ŞÂİRLER)

Bilindiği gibi, Kur'ân, insanlara yol göstermek için gönderilen en son İlâhî kitaptır. Bu İlâhî kitap, insanın yaratıcısı ile, insanın insanlarla ve insanın eşya ile olan ilişkilerini ele alan ve bu konularda insana yol gösteren temel ilkeleri ihtiva etmektedir. Bu ilkelerden bazılarının ayrıntılarını, belli ölçüler dahilinde Hz. Peygamber tesbit edip açıklarken, geriye kalan ilkele¬rin ayrıntılarını ise ilgili ve yetkili bilim adamları tes¬bit etmekte ve açıklamaktadır. Buna göre Kur'ân ilke koymakta ve genel bilgi vermekte, ayrıntıları ise Hz. Peygamber ve O’nun ilimde mirasçısı olan bilim adam¬ları tesbit etmektedir.

Diğer konularda olduğu gibi, şiir konusunda da Kur'ân'm temel ilkesi, şiirin bir amaç değil, insanı Al¬lah'a ulaştıran bir araç olmasıdır. Diğer bir ilkesi ise, bu güzel amaca, yine güzel bir araçla ulaşılmasıdır. Bir başka ifâde ile, doğru ve güzel olan amaca, yine doğru ve güzel olan araçlarla varılmasıdır. Kur'ân'a göre in¬san, yeryüzünde Allah'ın halîfesidir. Yaratıcıya özgü bazı vasıfların dışında, yaratıcıda bulanan birçok vasıf, insanda da bulunmaktadır. Bu ise insanın ahsen-i takvîmlik vasfıdır. Yani insanın Allah'a bakan bütün manevî güzellikleridir. Bu sebeble Hz. Peygamber, "Allah güzeldir, güzelliği sever." buyurmuştur. (Müs-

lim, 1/147) İnsanda güzel olan şeyleri sevme, yani este¬tik zevk, fıtrî bir duygudur. Buna karşılık insanda bir de güzel olmayan, yani çirkin olan yön bulunmaktadır. Nefisle alâkalı bu çirkinlik, Kur'ân'da esfel-i sâfilîn olarak tanımlanmaktadır. İnsan hür irâdesiyle güzelli¬ği ve güzel olan şeyleri seçerken, bazen de nefsinin esi¬ri olarak çirkinlikleri seçebilmektedir. Hatta diyebiliriz ki çoğu zaman insan, nefsinin ve şeytanın etkisiyle çir¬kinlikleri seçmeye daha yatkın bulunmaktadır. Her ne kadar pozitif bilim, şeytanın varlığını ne red ne de ka¬bul etmese de, din bir dış etken olarak onun varlığını kabul eder. Bu Hususu özellikle vurgulamamızın nede¬ni, Kur'ân'ın şiir ve şâir konusundaki değerlendirme¬sini daha ijd anhyabilmemiz içindir.

Kur'ân'da şiir kavramı, bir yerde; şdir kelimesi dört, çoğulu şuara ise bir yerde geçmektedir ve bir sûreye ad olmaktadır. Yani 114 sûreden birinin adı şuarâ'&ır. Yukardaki açıklaıriamızdan da anlaşılacağı üzere Kur'ân'da şiir ve şâir ile ilgili ayrıntılı bilgi mev¬cut değildir. Ayrıntılı bilgi- daha ziyade Hz. Peygam¬ber'in sözlerinde mevcuttur.

Şiir, sözlük anlamı itibariyle bir şeyi zekâ ve fetânetle anlamak .demektir. Bu yönüyle ilimden daha özel bir anlamı ihtiva eder. Istılâhda ise, kasd ve irâde ile söylenen vezinli ve kafiyeli sözlerdir. Kur'ân'ın edebî san'atlarla olan ilişkisini açıklayan bilim adam¬larına göre şiirde kasd ve irâde temel unsur olduğun¬dan Kur'ân'ın vezinli âyetlerine ve hadîslere şiir adı verilmez.^ Bu nedenle Kur'ân bir şiir kitabı değildir. Nitekim "Biz O'na şiir öğretmedik. Şiir O'na yakışmaz da. O'nun getirdiği sadece hir öğüt ve apaçık hir Kur'ân'dır." (Yâsîn, 36/69) âyeti de bu hususu açıkla¬maktadır. Kur'ân'da geçen tek şiir kelimesi de bu

âyettedir. Kur'ân bir şiir kitabı olmadığı ^bi, Hz. Pey¬gamber de şâir değildir. (Hâkka, 69/41)

Aeâba neden Kur'ân'm şiir, Hz. Peygamberin de bir şâir olmadığı özellikle vurgulanmıştır? Bundan Kur'ân'in şiir ve şâirlere olumsuz bir tavır takındığı anlamı çıkartılabilir mi? Bu sorulara doğru ve sağlıklı bir cevap verebilmek için, cahiliyye dönemi araplarının şiir ve şâir anlayışlarını işi tesbit etmemizye bu tesbi- te göre Kur'ân'in tavrını değerlendirmemiz gerekecek¬tir. Kur'ân'in ilk indiği arap toplumundaki yaygın ka¬naate göre, şiir bir san'at olmaktan çok, cinlerle ve bazı gizli güçlerle temas kurup onlardan bir takım bilgiler alma mesleği idi. Cin şâirini seçer ve onunla özel ilişki¬ye girerdi. Dolayısiyle her şâirin kendisine ilham veren özel bir cinni vardı. Şâir, genellikle bu cinne halîl (Dost) adını verirdi. Bazı şâirlerin cinnine ait özel adı bile olurdu. Meselâ A'şd'nın cinninin adı Mishel idi. Mishel kesici bıçak demektir.^

Kur'ân, Hz. Peygamber tarafından okundukça, Mekkeliİer, Hz. Peygamber'i bu anlamda şâir, Kur'ân'ı da şiir sanmışlardı. Bu nedenle Hz. Peygamber'e mec¬nun şâir (Sâffât, 37/36) demişlerdi. îşte Kur'ân bu an¬layışı, reddetmekte ve Hz, Peygamber'in mecnun bir şâir olmadığını açıklamaktadır. Nitekim Şüarâ sû¬resinde bu konu şöyle ifâde edilmektedir: "Şeytanın ki¬me ineceğini size haber vereyim mi? Onlar her günahkâr yalancıya inerler. Şâirlere gelince onlara da azgınlar uyar. Görmüyor musun onları, nasıl vâdîde şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ancak inananlar, iyi işler ya¬panlar, Allah'ı çok ananlar ve kendilerine zulmedil¬dikten sonra düşmanlarına üstün gelmeye çalışanlar böyle değildir." 2^1221-221)

/

Âyetlerin genel muhtevasından da anlaşılacağı gi¬bi, Kur'ân her şâiri kınamamak^, tam aksine nefsine ve şeytana uyarak şiir söyliyen, güzeli ve güzellikleri değil de, çirkini ve çirkinlikleri öven, yalancı, iftiracı ve inkârcı şâirleri yermektedir. Nitekim âyetler nâzil ol¬duktan sonra Hz. Peygamber'in ünlü şâirleri A6dwZZa/ı h. Revâha, Kah h. Mâlik ve Hassan h.Sâbit'in kendi¬sine gelerek, bu âyetten çok rahatsız olduklarını ve Al¬lah Teâlâ bu âyeti indirdiğinde bizim şâir olduğumuzu biliyordu, dediklerini; Hz. Peygamber'in de bunun üze-rine sûrenin 227. âyetini okuyarak iman edip yararlı işler yapanların, Allah'ı çon ananların, haksızlığa uğ¬radıktan sonra haklarını arayanların bu âyette kasde- d|len şâirler olmadığını, kaynaklar bize nakletmekte¬dir.^ Hatta Hz. Peygamber'in Ahdullah h. Revâha için, "Şüphesiz kardeşiniz bâtıl söz söylemez", Hassan h. Sâbit için ise, "Onları hicvet, şüphesiz Cihrîl seninle beraberdir"^ dedi^ Ye "İlâhî O'nu (Hassan ın) Rûhu l Kuds ile te'yid et"^ diye duâ ettiği hadîs kitaplarında yer almaktadır.

Şiir ile ilgili Hz. Peygamber'in söylediği şey şudur: "Şiir de söz cümlesindendir. İyisi, iyi bir söz gibi güzel, kötüsü de kötü bir söz gibi çirkindir."'^"Bazı beyan var¬dık ki insanı büyüler. Bazı şiir de vardır ki, muhakkak hikmetlerin ta kendisidir."^"Mü'min kılıcıyla da, di¬liyle de cihâd eder.

Tecrid-i Sarih mütercimi Kâmil Miras, Abdullah

Revâha He ilgili Buharî'nin naklettiği hadîsi açık¬larken İslâm'ın şiir anlayışını şöyle ifâde etmektedir;

Maddî ve manevî hiç bir kıymet, şiir kadar insa¬nın rûhuna füsünkâr bir halde müessir olamamıştır. Şiir ihtiva ettiği öğütler ve misâllere göre ahlâkı güzel¬leştirmeye hizmet ettiği gibi, şiir kadar insanın rûhunu, fazîlet hislerini ifsâd eden hiç bir fesat vasıta¬sı da yoktur. Şiir iki yüzlü kılıç gibi, faziletlere dair ol¬sa da, çirkinlikleri ihtiva etse de ayni şiddetle müessir¬dir. İşte Resûl-ü Ekrem, birinci nev'i şiiri överken, İkincileri ise yermiştir.^®

İslâm'ın iki ana kaynağı Kur'ân ve Hadis'ten nak¬lettiğimiz bu bilgilerden anlıyoruz ki, mücerret anlam¬da şiir yasak değildir, hatta müsbet anlamda şiir teş¬vik edilmektedir. İslâm'ın yasakladığı şiir, konusu ve muhtevası, kötü olan, yalana ve iftiraya dayanan abar-tılı şiirlerdir. Çünkü İslâm, insanı bir bütün olarak gö¬rür ve onun bütünlüğünü korumayı amaçlar. İnsanın bütünlüğünü yaralamıyan bütün şiirler, konusu ne olursa olsun meşrudur.

Zira şiirin bir müdafaa veya reddiye olması zaru¬reti olmadığı gibi, İslâm'a davet vasıtası olması, O'nu öğretmesi veya İslâmî davranışları methetmesi zarure¬ti de yoktur. Yani sadece bu şartlara uymaöı da gerek¬mez. Tam aksine hayatın bütününü kaplayan ve ha¬yatla çeşitli bağlar kuran şâirler de İslâm'a uygun- dur.^^ Islâm inanca ve ahlâka ter düşen şiirleri, konu¬su icabı reddeder. Yoksa şiiri bir araç olarak reddet¬mez. Zira her araç gibi, şiir de iyiye, güzele ve doğruya araç olduğu gibi, kötüye, çirkine ve yalana da araç ola¬bilir. Şâire düşen görev, şiir gibi çok etkili ve güçlü bir aracı, iyiye, güzele ve doğruya ulaştıracak bir biçimde kullanmaktır. Nitekim ülkemizde sapık ideolojilere ve

 

zararlı cereyanlara kapılanların, İlmî ve fikrî eserler kadar, hatta ondan daha fazla edebî eserlerden yani roman, hikâye ve şiirlerden etkilendiğini görmekteyiz. Konuları, din dışı ve dine düşman, ahlâkı yozlaştırıcı ve ahlâksızlığı özendirici edebiyatın gücünü de kimse inkâr edemez. Geleceğimizi teminat altına almak için, neslimizi dindar, ahlâklı, samîmî, dürüst yetiştirmek zorundayız. Konularını ve özünü Kur'ân'dan alan bir edebiyat, halkımıza ve gelecek nesillere çok şeyler ka¬zandıracaktır. İslâmî Türk edebiyatının geçmişte yap¬mak istediği şey de budur. Yunus Emreyi hklk bütün canlılığı ve güzelliği ile okuyoruz. O'nu canlı tutan ve hayatiyetini devam ettiren şey, şiir konularının özel¬likle İslâmî olması ve bu yüzden eskimemesi değil mi¬dir? Yine Süleyman ölümsüzleştiren Hz. Pey¬

gamber'e sevgiöi değil midir? Kur'ân akla hitab ettiği kadar, gönüle de hitaba etmektedir. Farabî, îbn Sînâ, • Ebû Hanife ve Maturidî, gibi ilim ve fikir adamlarının yanında, Fuzulî, Yunus, MeyZa/ıâ gibi gönül adamları¬na da ihtiyaç vardır.

Bu konuda Ferid Kam'va 30 Mayıs 1913 tarihinde Mehmet Akif e yazdığı bir mektupta yer alain görüşleri şöyledir: "İhtimal ki şan'at san'at içindir, san'attan maksat san'attır; san'atta dinî, ahlâkî, siyasî bir gaye aramak abestir, diye senin mesleğine itiraz edenler, ' onu hoş görmiyehler vardır. Fakat o halde, yani san'at hakkındaki bu düstur kabul edildiği takdirde, onu din¬sizliğe, ahlâksızlığa da âlet ittihaz etmemek lâzım ge¬lir.

Sen san'atta gaye aramıyorsun, lâkin gayende san'at arıyorsun. Mesleğin tamamiyle maksadını temi¬ne kâfidir. Bizim de söylemek istediğimiz budur.

KURÂN VE PSİKOLOJİ ACISINDAN SOSYAL İLİŞKİLERDE HOŞGÖRÜ VE YARDIMLAŞMA

Bir arada ve toplu olarak j^aşamak zorunda olan insanlar, çoğu kez metod ve usul farklılıkları, eskileri körü körüne taklid, gerçekleri insanın aynı tarz ve öl¬çüde anlıyamaması, anlayış ve idrâk farklılığı başkala¬rına Hükmetme arzusu, bencillik, kıskançlık ve başka- lârı aleyhine menfaat sağlama gibi sebepler yüzünden birbirleriyle çekişmekte ve kavga etmektedirler. İslâm dini, insanın iyiden, güzelden ve gerçeklerden sapma yönleri olarak tanımlayacağımız bu tarafını, doğruya, güzele ve gerçeğe yönlendirmek ve kanalize etmek için bir takım prensipler getirmiş ve bu prensiplere uyuldu- ğu ölçüde insanın huzurlu ve mutlu olacağını ifâde et¬miştir. Bu prensiplerin başında ise, yumuşak ve dostça bir tavır ile yardımlaşma prensibi gelmektedir'. Bu prensipler, insanlar arasında sağlıklı ilişkilerin kurul¬masını sağlar. İnsanlar arasındaki ilişkilerde esas olan, karşı çıkmak, kaba davranmak, sert konuşmak ve düşmanca bir tavır takınma değildir. Bilâkis yumu¬şak ve dostça bir tavır takınmak, tatlı dil ve güler yüz göstermektir. Eğer bu ilişki eğitim ve öğretim ilişkisi . ise, bunlara çok daha dikkat edilmesi gerekir.

Allah Teâlâ'nın Hz. Mûsa'yı ve kardeşi Hz. Hârun'u Fir'avn'a peygamber olarak gönderirken onla¬ra şu emri Yerdiğini görüyoruz: ''Fir'avun'a gidiniz, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar" (Tâhâ, 20/43-44) Ayette yinen" (yumuşak söz) ifâdesi geçmektedir. Bu ifâde şekli, onların Fir'avn'a nasıl davranacaklarını gösterdi¬ği gibi, bizim de sosyal ilişkilerimizde nasıl davranaca¬ğımızı göstermektedir. Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber hakkındaki övgüsü de yine Ö'nun yumuşak davranışı, hoş görüşlü oluşu ve sosyal ilişkilerinde sert ve kaba olmayışı yönüne aittir. Bu övgüsünde Cenâb-ı Hak: "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderdi" (Al-i İmrân, 3/159) buyur-maktadır. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in örnek davra-, mşını, insanlara karşı kaba ve sert olmayan tavrını böyle övmektedir. Yumuşak ve dostça tavir^ Hz. Pey¬gamber'in en belirgin özelliklerinden biriydi.

Kasıtlı veya kasıtşız yaptığı bir hatadan veya işle¬diği bir günahdan dola)^ her hangi bir kişiye karşı ta¬kınılacak olumsuz tavır ve hareketlerin dinî dayanağı¬nı bu âyetlerde bulmak mümkün değildir. Bir günah veya bir hatadan dolayı kişi}^ dinden çıkmakla itham etmek, onunla konuşmamak, ona selâm vermemek ve her türlü beşerî münasebetleri kesmek, Kur'ân'in dost¬ça tavır ve yumuşaklık prensibine aykırıdır. Zira in¬sanlarla olan ilişkilerde temel kural, anlaşmazlık nok¬taları değil, bilâkis antlaşma noktaları olmalıdır. IUT sanların ilk and^ anlaşamadığı konular üzerinde tar¬tışma açması ve bu konuların etrafında dönüp dolaş¬ması, karşılıklı ilişkilerin devamına engel olur. Buna mukabil mevcut ortak noktaların bulunup onlar üze¬rinde bîr uzlaşmaya varılması, karşılıklı ilişkilerin de¬vamını sağlar. Sosyal ilişkilerde insanlara, sert ve kaba

davranmak veya düşmanca bir tavır takınmak, onların antipatisinİ kazanmak demektir, Antipati ise sevgiyi değil, nefreti doğurur. Sosyal ilişkilerde esas olan da, nefret değil sevgidir. ,

Hz. Peygamber, İnanmayan amcası Talih'e karşı iyi tavır takınır ve onu ziyaret ederdi. Hatta Hz. Peygamber'in en büyük arzusu onun Müslüman olma¬sıydı. Ama buna rağmen o, Müslüman olmadan ölmüş¬tü. "Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola iletemez¬sin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir" (Kasas, 28/56) âyeti, Hz.-Peygamber'in amcasına karşı duydu¬ğu sevgiyi 4e aynı zamanda ifâde etmektedir. Bu örnek bize, Hz. Peygamber'in inanmıyan bir kişiye karşı olan tavrını ve gerçekçi yaklaşımını da göstermektedir. Özellikle insanları, olmaları gerektiği gibi değil, olduk¬ları gibi kabul etmeliyiz. Daha sonra nasıl olmaları ge¬rekiyorsa, onu sağlamaya çalışmalıyız. Çünkü olması gerekenler, idealde ve uzakta olan şeylerdir. Olanlar ise reailetede ve gerçekte olan şeylerdir. Realitede ola¬nı anlamadan ve varlığını kabul etmeden idealde ve uzakta olanı anlamamız ve ona ulaşmamız mümkün değildir. İnsanları çelişkiye ve çatışmaya sürükleyen de bu gerçeği anlamamış olmalarıdır. Bunun için insa¬nı tanımak ve lâyık olduğu yere oturtmiak gerekir. İn¬san, ne bir melek ne de bir şeytandır. Her nedense sev¬diğimiz insanları oldukları gibi değil de, olmaları ge-rektiği gibi düşünür ve onları zihin plânında melekleş- tiririz. Sevmediğimiz insanları da aynı şekilde olması gerektiği gibi düşünür ve onları bütünüyle kötüleriz. Halbuki insanlarj zaman zaman melekleşir, zaman za¬man da kötüleşirler. Bu insan olmanın bir özelliğidir, insan iyilikle kötülük, günahla sevap, aydınlıkla ka¬ranlık, imanla imansızlık, ümitle korku arasında zik¬zaklar çizerek hayatını yaşar. İslâm bu tür hayatın iyi taraflarını hedef olarak gösterir, ve kötü yönlerini kı¬

nar. Bize insan gerçeğini olduğu gibi anlatır ve bize bi¬zi tanıtır. İslâm bize ijdlikle kötülüğün bir olmadığını, bu nedenle de devamlı iyilik yapmamız gerektiğini an¬latır. Nitekim_ Fussilet sûresinin 41/34. âyetinde Cenâb-ı Hak, "İyilikle kötülük bir olmaz, sen kötülüğü iyilikle savuştur. O zaman görçeksin ki, seninle düş¬man olan kimse sana sımsıcak dost oluvermiştir” de¬mektedir. Bir diğer âyette ise, "onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar.' (Kasas, 28/54) denilmekte ve iyilik yapanlar ve yar- dımlaşanlar Allah toafında övulmektedir.

Allah Teâlâ bu âyetlerinde, düşmanlarımıza dahi iyi davranmamızı, hatta onlara naaddî ve maneyî yar¬dımlarda ve iyiliklerde bulunmamızı istemektedir. Her insan, güler yüz ve tatlı dilden, iltifattan ve kendisi için yapılan maddî ve manevî yardımlardan ve fedakârlıklardan az veya çok etkilenir ve bir Ölçüde memnun kalır. Bu davranışlar kendisine değer verildi¬ğini veya kendisine düşmanca bir4avır takınılmadığını gösterir. Bunun için îslâm dini, sadaka^ infak, ihsan ve karz-ı hasen kavramlarıyla müzminleri fedakârlığa ve yardıma teşvik ederken, inanmıyan insanların da yar¬dım ve zekâtla kalblerinin İslâm'a ısındırılmasını (Tev¬be, 9/60) istemektedir. Yardımlaşma ve fedakârlık, sa¬dece maddî şeylerle olmaz. Bununla birlikte ıtıaneyî şeylerle de olur. İnsanlara bilgisiyle, becerisiyle, aklıy¬la ve fedakârlığı ile yardım etmek, İslâm'ın kuralların¬dan birisidir. Hz. Peygamber'in övdüğü kişi ise, yine veren ve fedakârlıkta bulunan kişidir.^ Allah Teâlâ da, müslamanlara cenneti, malları ve canları mukabilinde vaad etmektedir. (Tevbe, 9/111) Bu nedenle diyebiliriz ki, cennet maddî ve manevî fedakârlıkların ve yardım¬ların neticesinde elde edilecektir.

işin aslına bakılırsa, fedakârlık ve yardımlaşmada çift yönlü bir menfaat sözkonusudur. Vermenin, yar¬dımlaşmanın ve fedakârlığın faydası sadece verilene değil, aynı zamanda verenededir. Bu bir anlamda ha¬yat kurtarmak için kan vermeye benzer. Verilen kan, bir hayat kurtarır ama, aynı zamanda kan verenin de sağlığım korur. Bir anlamda koruyucu hekimlik göre¬vini yapar. Birisi almakla sağlığına kavuşurken, diğeri de vermekle sağlığını korur. Kazandığı sevap ve duy¬duğu psikolojik haz buna da,hil değildir. Çünkü insan vermede ve fedakârlıkta psikolojik bir haz duyar. Ve¬ren kişi, vererek mutlu olurken, alan kişi ise ihtiyacı giderildiği ve bir ölçüde rahata kavuştuğu için mutlu- dur.

Bir Müslümanın en bü5rük mutluluğu kendisinden veya malından vererek Allah rızasını kazanmaktır. Namaz, oruç gibi ibâdetlerle kendisinden, zekât ve sa¬daka gibi ibâdetlerle de malından vermek suretiyle Al¬lah rızasına erişmek, bir Müslüman için en büyük ide-aldir. Bir Medenî sûre olan Bakara'da Genâb-ı Hak, vermenin şeklini ve verilecek kişilerin durumlarını şöyle açıklamaktadır. "Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel. Eğer onları gizUyerek verirseniz hu sizin için daha hayırlıdır, ve sizin günahlarınızdan hir kısmını da kapatır. Allah yaptıklarınızı duyar. Ey Muhammed onları yola getirmek sana düşmez. Allah dilediğini yo¬la getirir. Verdiğiniz her hayır kendiniz içindir." (Ba¬kara, 2/271-272)

Sadaka ile ilgili bu âyetin başı ile sonu, Allah'ın kulları arasında hiç bir ayırım yapmadan, mü'min kâfir, müslim gayr-i müslim, iyi kötü her yoksula yar¬dım etmek gerektiğini anlatmaktadır. Çünkü onları doğru yola iletmek Allah'a ait bir husustur. Herkes, İnancından dolayı Allah'a karşı sorumludur. Yardım ederken veya yardımlaşırken insanların inançlarını araştırmak, kendi inanç ve düşüncesinde olmayan kişi¬lere yardım etmemek doğru bir hareket değildir.^ Nite¬kim İbn AbbasİRTL gelen bir rivâyette, Hz. Peygamber, daha önce yalnız Müslüman yoksullara sadaka veril¬mesini emrederken, bu âyetin nüzûlünden sonra her¬kese sadaka verilmesini emretmiştir.^ Müslim'de yer alan ve Ebû Hüreyre'den rîvâyetedilen bir hadiste ise, fuhuştan vaz geçer umuduyla fahişeye, ibret alarak kendisi de verir umuduyla zengine, yine vaz geçer umuduyla hırsıza verilen sadakadan bahsedilmekte¬dir.'^ Kurtubî nin naklettiği bir başka olayda da, Hz. Peygamber İslâm'a saldıran bir şâire yardım etmiş ve böşlece onun gönlünü almıştır.®

Bu örnekler, Hz. Peygamber'in sosyal ilişkilerde ve yardımda insanlar arasında bir ayırım yapmadan herkese iyilik yaptığını, katı ve sert davranmadığını göstermektedir. Suçluya veya suçunu itiraf eden bir sa¬habeye karşı da yine Hz. Peygamber, yumuşak tavır takınmış ve onu vicdan azabından kurtaracak çareyi de göstermiştir. "İyilikler, kötülükleri giderir" (Hûd, 11/114) âyeti, bunu açıklamaktadır.® Bu çare ise tevbe edip beş vakit namaz kılmaktır.

Aslında ideal olan şey, kişinin hata etmemesidir. Fakat gerçekte Peygamberler hariç, herkes hata edebi¬lir. İnsanlar hata etmede eşittirler. İnsanlar arasında farklı olan şey, hatanın çeşidi ve oranıdır. Her insamn bir zaaf noktası vardır ve genellikle insan, hatayı o za¬yıf noktasında işler. Hata ettiğimizde kendimizi daha

 

çabuk ve kolay affederiz ve kendimize bu konuda anla¬yış gösterilmesini bekleriz. Kendimize gösterdiğimiz bu anlayışı, niye diğer insanlara da göstermiyelim? Niye kendimiz için istediğimiz şeyleri, başkaları için de iste- mi yelim?

Sosyal ilişkilerde dikkat etmemiz gereken bir dav¬ranış şekli de güzel ve yumuşak konuşmak, asla kaba ve kırıcı olmamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "kulları¬ma söyle en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan arala¬rına girer. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” (İsrâ, 17/53) buyurmaktadır. Râzı ye göre, kullardan maksat, Müslümanlardır. ^ İnsanlar, arala;rındaki mev¬cut iyi ilişkilerin bozulmasına kaba konuşmak suretiy¬le imkân vermemelidir. Şeytan insanlar arasında kul-^ lanılan kötü ve sert sözleri vesile yaparak onların ara¬sına soğukluk sokar ve aralarını açar. Sarfedilen sert ve kırıcı sözlere verilecek cevaplar da sert ve kırıcı ola¬caktır. İnsanlar arasındaki iyi münasebetler, yerini çe¬kişmelere terkeder. Çekişmeler de düşmanlığı getirir. Tatlı ve güzel sözler ise, yaraları iyileştirir, katılıkları giderir ve onları sevgi mihveri etrafında toplar,®

îhn Kesîr e göre ise, mü'minler birbirleriyle olan konuşmalarında, hitaplarında ve sözlerinde en güzel sözleri ve ifâdeleri kullanmak zorundadırlar. Aksi tak¬dirde şeytan onların aralarını açar, sözü fiile dönüştü¬rür ve neticede aralarında düşmanlık ve çatışma mey¬dana getirir. Bunun için hiç bir Müslüman, kardeşine sert ve kaba lâflar söylememelidir.^ Şevkânî'ye göre, müşriklere sert ve kaba söz söylenmemelidir.^° Musta¬fa el-Merağî ise bu âyeti şöyle yorumlamaktadır: Müs¬lümanlar, müşriklere ve diğerlerine olan husumetleri-

 

ne rağmen onları ikna için, onlara güzel sözler söyle¬melidir. Onlara sövülmemeli ve küfür edilmemelidir.^^

Bu yorumlardan çıkartacağımız sonuca gelince, insanlar muhataplarına düşmanca tavır takmmamalı ve onlara güzel sözler söylemelidir. Kişilere değil, kötü¬lüklere düşman olunmalı, günahkârı değil, günahı kı¬namalıdır. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü söz¬ler, söylenmemelidir. İnsanlara imkânlarımız ölçüsün¬de yardım etmeli, vermenin mutlüluğunu tatmahyız.

 

 

 

 

 

 

 

 

KUR'ÂN-I KERİM VE HZ. MUHAMMED ( )

Kur'ân-ı Kerim, insanlığın hidâyeti, refahı ve mut- luluğü için Allah Teâlâ tarafından gönderilen son İlâhî kitaptır. Bu sebeple bir çağın insanına değil, her çağın insanına hitap eden ve yol gösteren kanun ve prensip¬lere sahiptir. İslâm vahyinin evrensel anlamı da bu¬dur.

Kur'ân'm muhâtabı, bütün yönleriyle insandır. İn¬san ise sırlarla dolu ve çok yönlü bir varlıktır. İnsanı, motive eden duyguları vardır. Kendisine fizikî ve sos¬yal çevrenin etkisi söz konusudur. Buna bir dış etken olarak şeytanın vesvesesi de dahildir. İnsan bu yapı¬sıyla ne bir robot, ne de klâsik bir Yunan ilâhıdır. O, sınırlı bir hürriyete ve güce sahip akıllı bir varlıktır. Bu sebeple her çağda kendisine yol gösterecek, prob¬lemlerini çözmede kendisine yardımcı olacak ve baş vurduğunda bilgi alabilecek bir kılavuza dâima ih,tiyaç duymuştur.

Hayat, bir yönüyle, her canlının doğumundan ölü¬müne kadar ortaya çıkan bütün güçlükleri çözmesi, de¬vamlı değişen şartlarla değişmeyen şartlara intibak edip uyum sağlaması demektir. Bu yüzden her insa¬nın, doğumundan ölümüne kadar uymak zorunda oldu¬ğu sayısız intibak ve uyum söz konusudur. Doğumunda fizikî çevreye, daha sonra başta ailesi, arkadaşları ve mesleği olmak üzere münasebette bulunduğu bütün sosyal çevreye intibak etmek zorunda kalan insan, ay¬nı zamanda kendisini yaratana da intibak etmek mec¬buriyetindedir. Bu intibaklarında insana, yardımcı ola-cak ve kılavuzluk edecek bir rehbere daima ihtiyaç vardır. Bu sebebledir ki, Allah Teâlâ kendi içinden se¬çip çıkarttığı elçileri vasıtasıyla insanlara yol göstere¬cek İlâhî mesajlar göndermiş ve bu mesajlarıyla onla¬rın doğru ve sağlıklı intibaklar sağlamalarını istemiş¬tir. Bu İlâhî mesajların sonuncusu Kur'ân-ı Kerim, elçi¬lerin sonuncusu ise Hz. Muhammed (s.a.) olmuştur.

KUR'ÂN-I KERÎM '

Kur'ân-ı Kerim, insanlara bir kanun, duâ, ibâdet, fikir, emir ve nehiy kitabı olmakla birlikte, onların maddî ve manevî hayatlarını da kuşatan ve onlara her sahada yol gösteren son İlâhî kitaptır. O, bu yapısı ve özelliği ile çağlar boyu inananları, hatta inanmıy anları bile etkilemiş, üzerinde düşünülen, araştırılan, okunan ve hemen hemen bütün dünya dillerine çevrilen tek ki¬tap olmuştur.

O, Allah Teâlâ'nm mutlak ve sonsuz ilminden in¬sanların anlayış ve kavrayış ufuklarına inerken, kıya¬mete kadar da gelip geçecek nesillerin dil, ırk ve inanç farklılıklarına rağmen onlara her asırda hitabedecek bir şekilde gayet açık ve net bir ifâde ve üslûbun ya- mnda, çok yönlü ve sezişli bir ifâde ve üslûp ile de in¬miş ve onları, her çağda araştırmaya ve düşünmeye sevkeden ve ilgi çekici çağrışımlarda bulunduran bir yapıya sahip olmuştur, ifâdesindeki ve üslûbundaki bu özellik dolayısiyledir ki, Kur'ân-ı Kerim, her çağa ve çağlar içinde yaşıyan bütün insanlara ve anlayışlara hitabedebilmiştir.

Kur'ân'ın bu evrensel mesajı, daha 10. asırda rö- nesansını yaparak durmadan değişen ve gelişen hadi¬seler, İlmî ve sosyal olaylar üzerine büyük ve esaslı gö¬rüşler ortaya koyan ve ö çağlardaki insanların her çe¬şit problemlerini çözeiı İslâm dininin ve medeniyetinin asıl ve temel kaynağını oluşturmuştur. Fakat zamanla İslâm kültür ve medeniyeti gerilemiş ve sadece geçmiş¬te yapılanların ve yazılanların nakledildiği şerhçilik ve nakilcilik dönemine gelinmiştir. Bu yüzden "ilimde art¬ma" mümkün olamamış, haliyle gelişen ve değişen sos¬yal şartlar muvacehesinde düşünen, araştıran ve mev¬cut problemleri çözebilen zekâlar nadir yetişir olmuş¬tur. Bu da İslâm âleminin her sahadaki geriliğinin te¬mel sebeplerinden birini oluşturmuştur.

İslâm âleminin askerî ve İlmî sahadaki geriliği ve Avrupa'nın bü alanlardaki ilerlemesi, zamanla bir kı¬sım insanları önce aşağılık duygusuna daha sonra da "Batı"nın kucağına itmiş ve neticede batı medeniyeti ve değer yargıları bu insanların arasında yerleşmeye başlamıştır. Nihayet bu kimseler nazarında İslâmiyet, batıda rönesansla birlilkte başlayan ilim-din çatışma¬sında yenik düşen Hristiyanlık gibi terkedilmesi ve bı¬rakılması gerekli zâit bir unsur olarak telakki edilmiş ve dinin insan hayatından eskimiş ve yıpranmış bir el¬bise gibi çıkartılıp atılacağı günü bekler olmuşlardır. Ancak bu fikir ve düşüncelerin İslâm âlemine yayılma¬sı ve gün geçtikçe taraftar toplaması, bir kısım İslâm âlimlerini gayrete getirmiş ve onları Kur'ân-ı Kerim'i tedkîk etmeye ve araştırmaya zorlamıştır. Başlangıcı itibariyle kötü gibi görülen bu düşünce tarzı, sonucu itibariyle İslâm âleminin uyanmasına vesile olmuştur.

özellikle ilmî ve teknolojik inkişaf grafiğinin 20, yüz yılda birden bire sıklaşan aralıklarla ve baş döndürücü bir hızla yükselmesi, Kur'ân-ı Kerim'in tedkîkini ye araştırılmasını da hızlandırmış, Kur'ân'a dayalı İslâm'm atılması ve terkedilmesi gereken bir din değil, bilâkis daha iyi öğrenilmesi, araştırılması ve incelen¬mesi gerekli bir din olduğunu göstermiştir.

Nitekim geçmişte mahiyeti pek anlaşılamıyan ve sadece arapça kelimelerin müşahade ettiği bir lügat ve sözlük anlamları verilen çok çağrışımlı ilmî âyetlerin mahiyeti bugün daha iyi anlaşılır ve izah edilir hale gelmiştir. Bugün dünyada yarım asır öncesine göre Islâm'a gösterilen teveccüh ve alâkanın sebepleri ara¬sında hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'in geniş muhtevası¬nın yanında ilme ve tekniğe set çekmemesi ve ilmî ke¬şiflerin özellikle çağımızda tecelli etmesi önemli bir yer tutar. Bunun için de Kur'ân'in iyi okunması ve iyi an¬laşılması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Ke¬rim'de insanları okumaya, tefekküre, araştırmaya ve Kur'ân'ı tedebbüre teşvik etmiş ve bu sayede kendileri¬ni hidayete erdireceğini belirtmiş ve okumayı kurtulu¬şa vesile kılmıştır. Ayrıca Kur'ân'ı okuyup da okuduğu¬nu anlıyanları, O'ndan hüküm çıkartanları ve çıkartı¬lan hükümlerle amel edenleri methedip öğerken, O'ndan jmz çevirenlerle, O'nu okuduğu halde mânâsını anlamıyanları ve ahkâmı ile amel etmiyenleri de zem¬medip kötülemiştir. Böyle kimseleri taşıdıkları halde okumadıklarından kitap yüklü eşeklere benzetir.^ O, tedebbürü, terkedenleri asla sevmez. Tedebbür ye te-fekkürden yüz çevirenler hakkında ise, "Onlar Kur'ân'ı tedebhür etmezler mi? Yoksa kalblerinin üze¬rinde kat kat kilit mi var? der.

el-Cum'a, 62/5. '

Muhammed, 47/24.

Yol göstericilik ve önderlik görevi dolajnısiyledir ki Kur’ân-ı Kerim, insanın öncelikle Yaratıcılığı ile, sonra da insanın diğer insanlarla ve kâinat içindekilerle olan münasebetlerini ele almış ve bu konularda bir takım kanun ve prensipler getirmiştir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim’in muhtevası çok geniştir. Hemen hemen her bi¬lim dalına konu verebilecek kadar âyete sahiptir. Kur’ân, dinî bilimlere kaynaklık etmekle birlikte, sos¬yal bilimler ve tabiî bilimlere dâir bilgiler de vermekte¬dir. O’nun muhtevasında inanç esasları, ibâdet, ahlâk ve muamelat konuları bulunduğu gibi, tarih, İslâm ta¬rihi, tıp, astronomi, jeoloji, sosyoloji, psikoloji, iktisat v.s. gibi konular da mevcuttur. Ancak Kur’ân’m muh¬tevasında yer alan insanın yaradılışı ve diğer insanlar¬la olan münasebetlerine dair konularda, geniş açıkla¬malar, belli kanunlar ve prensipler bulunduğu halde; insanın eşya ve kâinatla olan münasebetlerine dair ko¬nuda ise genel prensipler bulunmaktadır. Kâinatın ve eşyanın mahiyet ve kanunlarının araştırılması insan aklına ve zekâsına terkedilmiştir.

, Genellikle insan-eşya ve kâinat ilişkisinde, Kur'ân'm getirdiği genel prisnsip; eşyanın kullanılışı, diğer bir ifâde ile eşyanın ne ölçüde kullanılıp kullanı- lamıyacağı veya hangi eşyanın kullanılıp kullanılama¬yacağı yönündedir. Yoksa eşyanın mahiyeti ve nasıllığı yönünde değildir. Bunun için de Kur'ân, kâinat ve için¬deki eşyadan tafsilâtlı olarak değil de, öz ve temel esaslar dahilinde bahseder ve bunları yüce Yaratıcı'nın bir nişanesi sayar. Fakat bu tür âyetler o kadar veciz ve mu'çizdir ki, adetâ her asra bakan bir yönü yeya yüzü bulunmaktadır.

Kur'ân’m yorumunu ise, ihtiyaçlar -büyük ölçüde- belirlemiştir. Müslümanlar, içinde yaşadıkları çağda daha çok neye ihtiyaç hissetmişler ise, o konulardaki âyetleri öncelikle yorumlamaya çalışmışlardır. Nite¬

kim tefsir tarihine baktığımızda daha ziyade itikadî, fıkhî ve ahlâkî âyetlerin yorum yapıldığı tefsirlere rastlamaktayız. İtikadî ve amelî mezheplerin ortaya çıkması ve kendilerini desteklemek amacıyla bu konu¬daki âyetlerin yorumlanması da bunun bir diğer kanı¬tıdır. Bü nedenledir ki Kur'ân'ın muhtevası söz konusu olunca akla ilk gelen inanç esaşlari, ibâdet esasları, ahlâkî kurallar ve hukuk kuralları olmaktadır. Daha sonra tasavvufun yaygınlaşmasıyla tamamen mistik nitelikli İşart Ze/sirZer buna ilâve edilmiş ve böylece yukardaki muhtevaya tasavvuf da katılmıştır. Bu hu¬susu çağımızın ünlü müfessirlerinden Cevheri, iö. 1359/1940) şöyle ifâde etmektedir:

"Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de pozitif ilimlerle il¬gili âyetleri, hukukla ilgili âyetlerden daha fazla zik¬retmiş ve İlâhî inayetin bu ilimlere yönelmesi, hukuk hükümlerine yönelmesinden daha çok olmuştur. Müs¬lümanlar, bu gerçeği anladıkları zaman, astronomi, matematik, geometri, biyoloji ve jeoloji gibi ilimleri ve dünyada mevcut diğer ilimleri öğrenecekler ve bu ilim¬lerin dinden olduklarını göreceklerdir,"^

Çağımızda ise daha ziyada sosyal içerikli konular¬la, İlmî konulara ihtiyaç hissedilmekte ve bu konular¬da tefsir yazılmaktadır. Nitekim Tantavî'nin yukarda¬ki görüşü de bu mahiyettedir ve Müslümanların çağı¬mızdaki ihtiyacını dile getirmektedir. Çünkü Müslümanlar, geri kalmışlığın ezikliğim veizdırabım çok de¬rinden hissetmişler, özellikle kendilerine ait hataların ve kusurların İslâm'a ve Kur'ân'a maledilmesini kesin¬likle hazmedememişlerdir. Bu nedenle ezilmişliğin ız- dırabından bir an önce kurtulmak için Kur'ân'a yönel-mekten ve O'nu anlamaktan başka çarelerinin bulun¬madığım görmüşlerdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, inanan

bir insan için sadece bir din kitabı değil, aynı zamanda bilgi kaynaklarından da bîridir. Akıl ve duyu organla¬rının yanında Kur an, üçüncü bilgi kaynağıdır. Pozitif ilimlerin kaynağını oluşturan pozitif düşünce, beş du¬yuya, akla, gözlem ve deneylere dayanmaktadır. Vahye dayalı bilgilere ise, düşünce sisteminde yer vermemek¬tedir. Halbuki bir mü'min için, vahye dayalı bilgiler başta olmak üzere akıl ve duyu organlarına dayanan bilgiler de düşünce sisteminin temelini oluşturur. Yani bir Müslüman için bilgi kaynakları üçtür: Va/ıiy, akıl Ye duyular. Kuran vahye dayalı bir bilgi kaynağıdır. Ancak insan, vahye dayalı Kur anî bilgileri, jdne kendim sine ait bilgi vasıtalarını kullanarak algılamakta ve yo-rumlamaktadır. Bu sebeble Kur'ânî bilgiler, bir yönüy¬le vahye bağımlı bilgiler olmakla birlikte, bir yönüyle de insana bağımlı bulunmaktadır. Herkes kendi imkân ve kâbiliyeti ölçüsünde Kur'ânî bilgileri algılamakta ve bu yüzden de farklı algılamalar ve yorumlar olmakta¬dır. Tefsirler arasındaki farklılıkların asıl sebeplerin- den birisini de bu algılama ve yorumlama farklılığı teş¬kil etmektedir.

Ayetler, çağlar içindeki yorumları ile birlikte, yani nakil ve geleneklerle birlikte bize kadar ulaşmıştır. Burada Kur'ân konusunda bilmemiz gereken en önem¬li husus, Kur'ân âyetleriyle o âyetlere verilen yorumla¬rın eş değerde olmadığını ve olamıyacağını kesinlikle bilmemizdir. Çünkü âyetin kaynağı İlâhîdir, yorumla¬rın kaynağı ise insandır, insana ait bilgi vasıtalarıdır. Allah tarafından özel korunmaya alınmayan her insan, hata edebilir. Allah'n özel koruması altında bulunan peygamberler hariç, her insan yanılabilir, gerçekleri tam olarak kavrayamaz. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ zaman zaman peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Son kitapla gönderdiği son peygamber Hz. Muham¬med, Kur'ân hakkında şunları söylemiştir:

(Hz. Ali'den naklediyor) Hz. Peygamber; "Yakın¬da hir fitne olur" dedi. Ben de; "Ondan kurtuluş ne¬dir?" diye sordum. O da; "Allah'ın kitahı Kur'ân'dır ki, O'nda sizden evvelkilerin ve sonrakilerin haberleri ve aranızı bulacak hükümler vardır. O arabulucudur, boş söz değildir. O, öyle şanı yüce bir kitaptır ki, O'nu ter¬kedeni Cebbar Allah, paramparça eder. O'ndan başka¬sına yapışıp meded umanı de zelîl eder- O Allah'ın en sağlam kulpudur. O öyle bir kitaptır ki, O'na sarılan nefisler sapmaz... O'nunla söyliyen diller yanlış söyle-mez. Âlimler O'nu okumaya doymaz. Ne kadar tefsir edilse mânâsı tükenmez. Kim Ö'nunla söylerse doğru¬yu söyler. Kim O'nunla hükmederse adaleti yerine geti¬rir. Kim O'nunla amel ederse ecir ve sevap kazanır. Kim de O'nunla çağırırsa, çağırdığını hidayete çağı-rır."^

Hz. Peygamber (s.a.)'in bu hadîsinden anlaşıldığı üzere, Kur'ân-ı Kerim, sadece okunmak için değil, ayni zamanda anlaşılmak ve yaşanmak için de inen son İlâhî kitaptır. Bu İlâhî kitabın anlaşılması ve yaşanma¬sı da ancak O'nu tefsir etmek ve yorumlamakla müm¬kündür. İnsanların huzuru ve mutluluğu için prensip¬ler getiren bu son kitabın, ayrı ayrı zamanlar, mekânlar içinde yaşayan insanların bütün ihtiyâçları¬nı madde madde sıralayıp muhtevası içine alması ve her maddeye teferruatlı bir biçimde çözümler getirmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur'ân âyetlerinin ço¬ğunluğu teferruattan uzak, mücmel ve umumî kaideler Halindedir. Kur'ân'da açıkça anlaşılabilen sarih âyetler bulunduğu gibi, sarih olarak anlaşılamayan mücmel, müphem ve müteşâbih âyetler de bulunmaktadır. Kur'ân'm iyi anlaşılabilmesi için, sahasında mahir in¬sanların, mânâsı sârih olmayan âyetleri izah edip açıklaması gerekmektedir. Zira Kur'ân'ın bu yapısı ve özel¬liği, gerek nüzûlu sırasında ve gerekse nüzûlünden sonra Müslümanları tefsire ve yoruma zorlamıştır. Ayetlerin ince ve derin anlamlarını anlıyabilmek için mutlaka bir yorumcuya ihtiyaç duyulmuştur, ilk Kur'ân müfessiri Hz. Peygamber olmuş ve O'nu sahabe takip etmiştir. Hz. Peygamber'in izahı ve açıklamaları, Kur'ân tefsirinin aslı ve esaâı olmuştur. Çünkü Kur'ân O'na indirilmiştir: O, insanlar içinde Kur'ân'ı en iyi bi¬len ve en iyi anlıyandır.

KUR'ÂN-I KERİM VE HZ. MUHAMMEP

Bütün peygamberler gibi, Hz. Peygamber'in de en önemli görevi tebliğdir. Tebliğ, peygamberler için bir peyganıberlik görevidir.® Peygamberimiz ilk defa "kalk ve korkut"^ emriyle tebliğ görevine başlamış ve "yakın akrabanı korkut"'^ emriyle de davetini açığa vurmuş¬tur. Bu sebeble bir tebliğci ve davetçi olarak Hz, Mu¬hammed (s.a.)'in Kur'ân'daki vasfı "mübeşşir ve nezîr- dir. Bu davetin muhatabı ise bütün insanlıktır, "Şu Kur'ân, bana sizi ve sizden sonra erişenleri de inzâr et¬mek için vahyolundu."^ âyeti bu hususu açıklar. Dâvet, inanan insanlara da, inanmıyanlara da yapıla¬caktır. Özellikle tehdidden korkan insanlara Kur'ân ile öğüt yapılacaktır!^^ Şayet öğüt verilen kişi, mü'min ise, verilen öğüt ona mutlaka fayda verecektir.Bu-. nunla beraber "Rahhinin yoluna davet et"'^^ emri, umûmîdir. Bu dâvet, hikmetle ve güzel öğütle olmalı¬dır. "İnsanları, Rahhinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücadeleni en güzel yol hangi¬si İse onunla yap”^^, "İçlerinden zulmedenleri hariç, Kitap ehliyle en güzel tarzda mücadele edin"^^ "İşte he- nirn yolum budur, Allah'a hasîretle dâvet ederim"^^ âyetleri, yapılacak dâvetin şeklim ve metodunu göster¬mektedir.

İhn Gerir et-Taherî (ö.310/922) ye göre hikmet, Kur'ân'dır. Güzel öğüt ise. Kur an'da zikredilen kıssa¬lar ve ibret dolu olaylar dır. Kur'ân'la dâvet aynı za¬manda bir cihaddır. Bu tür cihad ise en büyük cihad- dır. "En hüyük cihadı, onlarla Kur'ân'la cihad ederek âyeti bu gerçeği ifâde eder. Hz. Peygamber de, "Allah heni tehliğ edici olarak gönderdi"^^ "Ben hir öğ¬retici olarak gönderildim"^^, "Ben azap İçin değil, rah¬met için gönderildim"^^ buyurarak Kur'ân'la kendisine verilen tebliğ görevini ayrıca beyan eder.

Ca'fer 6. (ö. 8/630)'in Habeşistan kralı¬

nın huzurunda söylediği şu sözler, Hz. Peygamber'in tebliğdeki başarısının en güzel kanıtıdır; "Ey hüküm¬dar, biz bilgisizlik Ve nizâmsızllk içinde yaşıyorduk.

Putlara tapıyor ve ölü hayvan eti yiyorduk. Her türlü haksızlığı çekinmeden yapıyor, akrabalık bağlarını çiğ¬niyor ve komşuluk haklarını tanımıyorduk. Kuvvetli¬miz, zayıflarımızı eziyordu. Uzun bir müddet bu halde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğrulu¬ğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz; bir peygamber gönderdi.""^

Hz. Peygamber'in ikinci görevi ise, kendisine indi¬rilen Kur ani açıklamaktır. "Sana öğüt verici Kur'ân’ı gönderdik ki, insanlara ne indirildiğini beyan edesin, onlar da düşünsünler""^^ âyeti ile "Hangi millete Pey¬gamber gönderdiysek, onu ancak kavminin diliyle gön¬derdik ki, her şeyi^ onlara anlatsın"^'^ âyeti, Kur'ân'ı açıklama görevini Hz. Peygamber'e vermektedir. Hz. Peygamber de bu görevi yerine getirmiş ve Kur'ân'ı be¬yan edip açıklamıştır. Ancak bu açıklama belli konula¬ra münhasır kalmış, Kur'ân'm tamamını tefsir edip açıklamamıştır. Hurûf-u mukattaa, kıyametin vakti ve ruhun mahiyeti gibi konulardaki âyetleri açıklamadı¬ğını bilmekteyiz. Ayrıca Kur'ân'ı açıklama görevi Hz. Peygamber'e münhasır kalmamış, sahabeden başla¬mak üzere İslâm âlimleri Kur'ân'ı tefsir etmişlerdir. Bu tefsir faaliyeti, günümüzde de devam etmektedir. Geçmişte yapılan yorumların önemli bir kısmı, nakil ve geleneklerle birlikte bize kadar ulaşabilmiştir. Bu ko¬nuda dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta mevcuttur. O da değişebilen yorumlarla değişmeyen yorumların birbirinden ayrılmasıdır. Kur'ân'm yoru¬munda tartışılmayan ve değişmeyen tek yorum, vahyin kontrolünde olan Hz. Peygamber'in yorumudur. Çünkü O hem tebliğ hem de tebyin ile görevlendirilmiş ve din adına yaptıkları Allah tarafından kontrol edilmiştir.

Bu nedenle masumdur. Ama Hz. Peygamber'in dışında hiç^bir kimse, bu özelliğe asla sahip değildir. Dolayısı ile hata edebilir. Hata tefsir için de geçerlidir. Bu ne¬denle Hz. Peygamber’e aidiyeti kesin olarak bilinen yo¬rumlarla, O'nun dışındaki kişilerin yorumları asla eş değerde değildir.

Kelime-f şehâdette de belirtildiği gibi, Hz. Mu- hammed'in iki ana vasfı mevcuttur; Birincisi kul oluşu, İkincisi ise Peygamberliğidir. Peygamberlik vasfı ile söyledikleri, yaptıkları ve âçıkladıkları her şey, dinin rûhundandır. Fakat kendi içtihadı ile söyledikleri ise . dinin rûhundan değildir. Nitekim Hz. Peygamber: "Ben de insanım, siz henim önüm^de dâvâlaşıyorsunuz. Belki içinizden biri, dâvasını ötekinden daha güzel ah- latahilir, hirinin konuşması Ötekinden etkili olahilir. Ben onun sözüne hakarak bir Müslümanın hakkını ona vermiş olursam bilsin ki o, ateşten bir parçadır. Artık onu ister alsın ister hıraksın"^^ buyurmaktadır. Bu konu ile ilgili bir başka hadîsinde ise "Ben de insa¬nım. Size dininiz hakkında bir şey emredersem onu alın. Ama kendi görüşümle size bir şey emredersem, ben de insanım demektedir.

Hz. Peygamber'in yanılmâları, tebyîn (açıklama) ile görevli olduğu konularda değil, hakkında Kur'ân'da bilgi bulunmıyan ve vahiyle irtibatlı olmayan konular¬dadır. Bir başka ifâde ile dünyaya ait konularda yanıl¬ma söz konusudur. Yani Allah Teâlâ'nın vahiy yolu ile bilgi vermediği, fakat Hz. Peygamber'in bir insan ola¬rak akıl ve duyu organları ile elde ettiği bilgilerde ya¬nılma olmuştur. Şayet yanıldığı konunun dinî |)ir yanı mevcutsa, p takdirde Allah tarafından uyarılmış ve ya¬pılan hata düzeltilmiştir. O'nun yanılması, insanlık

 

vasfının bir sonucudur. Yapılan batanını düzeltilmesi ise peygamberlik vasfmın bir gereğidir.

Hz. Peygamberin dindeki yerinin çok iyi tesbit edilmesi gerekmektedir. Bu tesbit sağlıklı ve doğru ya¬pılmadığı takdirde, aşırılıklara kaçılmaktadır. Bazıları O'nun her sözünü, hiç bir ayırıma gitmeden dinden ve dinin ruhundan sayarken, bazıları ise, O'nun hiç bir sözünü dinden saymama cihetine gitmektedirler. Bü iki zıt görüş arasında daha pek çok görüş taraftarları mevcuttur. Kur'ân'm getirdiği temel prensiplerden biri de mutedillik ve dengeli hareket edilmesidir. İfrat ve tefrite varan her çeşit aşırılığa Kur'ân şiddetle karşı¬dır. Bu karşı oluş, yeme-içmeden tutun da, namazda çok alçak veya çok yüksek sesle Kur'ân okumaya kadar her konuda geçerlidir. Özellikle maddî imkânların har¬canmasında aşırılığa veya cimriliğe karşı oluşu, çok bâriz bir biçimde ifâde edilmiştir. Bu nedenle Hz. Pey¬gamber konusunda da dengeli olmak, Kur'ân'm bu ge¬nel ilkesine uygun hareket edilmesi demektir. Aslında her konuda olduğu gibi bu konuda da, etraflıca araştır¬ma yapmak ve daha sonra bir neticeye ulaşmak en isa¬betli yoldur.

Bize kadar ulaşan hadîslerden öğrendiğimize gö¬re, Hz, Peygamber Kur'ân'm tamamını tefsir edip yo- rumlamamıştır. Tefsir edip açıkladığı konular, özellik¬le Kur'ân'daki ibâdetle ilgili âyetlerdir. Namaz, Hac ve zekâtla ilgili âyetleri özellikle açıklamıştır. Çünkü Kur'ân'da bu ibâdetlerin nasıl yapılacağına dair hiç bir bilgi mevcut değildir. Kur'ân bu ibâdetlerin yapılması¬nı emretmiş, Hz. Peygamber de nasıl yapılacağını gös¬termiştir. Bu açıklama ise pek tabiî olarak vahiy yoluy¬la olmuştur. Aynı şekilde bazı muamelatla ilgili konu¬ları da açıkladığı olmuştur. Ancak bütün muamelatla ilgili meseleleri açıkladığını söylememiz mümkün de¬ğildir. Yine kıyametin zamanı, sûrun üflenmesi, rûhun

mâhiyeti ve hurûf-u mukattaa gibi konuları açıklama¬mıştır. Bu da gösteriyor ki, Hz, Peygamber, Kur'ân'm bütün âyetlerini tefsir etmemiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in tebyin görevini İslâm âlimleri, O'nun vefatından sonra üstlenerek sürdürmüşler ve zamanla pek çok. âyete yeni yorumlar getirmişlerdir. Bu açıdan Kur'ân âyetlerine baktığımızda:

Kur'ân'da öyle âyetler mevcut ki, Hz. Peygam¬ber onlara tam ve kesin yorumlar getirmiştir. Bu ne¬denle bu tür âyetlere yeni bir takım anlamlar vermek mümkün değildir. Ayrıca buna gerek ve ihtiyaç da yok¬tur.

Kur'ân'da'öyle âyetler mevcut ki, eski âlimlerin

ve müfessirlerin bütün gayretlerine rağmen inandırıcı bir açıklığa kavuşturulamamıştır. Fakat bu âyetler, bugünkü modern ilimler yardımı ile daha iyi anlaşıl¬maktadır. Buna rağmen bu gibi âyetlere ileride daha başka mânâlar verme ihtimali de ortadan kalkmış de-ğildir. O konulardaki bilim dalları geliştikçe başka mânâlara da gidilebilir. Bu gibi âyetleri anlamak için sadece insan bilgisi yeterli olmamaktadır. Lisan bilgi¬sinin yânı sıra çok yönlü fen bilgilerine de sahip olmak gerekir. '

Öyle âyetler var ki, onları anlamak ve tefsir et¬mek için bugünkü modern ilimlerin ulaştığı seviye bile kâfi gelmemektedir. İleride İlmî araştırmalar artar ve ilim dalları daha da genişlerse belki bu âyetlere o za¬man bir anlam verilecek ve o âyetlerin mahiyeti anlaşı-labilecektir. Bu gün bu âyetlere eski müfessirler gibi sadece arapça kelimelerin müsaade ettiği bir lügat ve sözlük anlamı verilmektedir. Ne demek istediği ve ne¬yin kasdedildiği henüz anlaşılabilmiş değildir.

Kur'ân'da yine öyle âyetler mecuttur ki, Hz. Peygamber dahi onlara yorum getirememiştir. Bu âyetlerin mahiyeti hiç bir zaman bilinemiyecektir. Hurûf-u mukattaa, kıyametin kopması ye sûrun üflen¬mesini anlatan âyetler gibi. Bu âyetlerin mahiyeti, ge¬lecekte anlaşılabilecek âyetlerden de değildir. Aynı şe¬kilde cennetten ve cehennemden bahseden âyetlerin mahiyeti de bizce meçhuldür. Allah'ın sıfatmdan bah¬seden âyetlerle âhiret hayatını anlatan âyetlerin hepsi bu kategoriye dahil olan âyetlerdendir.

Kur'ân-ı Kerim'i ve Hz. Peygamber'in Kur'ân'a ge¬tirdiği yorumların mahiyetini ve miktarını bilmeden ne Kur'ân'ı ve ne de Hz. Peygamber'i tam olarak anlı- yabiliriz. Hz. Peygamber'i tanımak ve Kur'ân'ın tanıt¬tığı ölçüde Hz. Peygamber'i tanımak zorundayız. Yüce Rabbımızın Hz. Peygamber hakkındaki sözlerini bil¬meden, O'nun Rabbımız tarafından öğülen yönlerini ve meziyetlerini nasıl bilebiliriz? Bizim için önemli olan, bizim Hz. Peygamber'i nasıl gördüğümüz değil. Yüce Rabbımız'm O'nu nasıl gördüğü ve O'nu nasıl öğdüğü- dür. Çünkü O'nuü öğülen vasıfları, ümmeti için örnek vasıflardır. Bir mü'min için önemli olan, Allah'ın öğdü- ğü bir kişinin vasfına sahip olmak ve öğülen yönlerini ve vasıflarını örliek almaktır. Biz, istek ve arzularımızı Resûlüllah'ta aramak yerine, Allah'ın istek ve arzuları¬nı O'nun şahsında aramak zorundayız, Bunuiı için de Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Rabbımız'ın Hz. Peygamber’i nasıl ve ne şekilde öğdüğüne bakmak gerekecektir. Çünkü Resûlüllah'ın pek çok meziyetleri ve üstünlük¬leri mevcuttur. Bunlardan bir kısmı, kendini ilgilendir¬mekte, bir kısmı ise ümmeti için örnek olma vasfını ta¬şımaktadır, Çünkü mizaç ve karakter farklılığı, bütün yönleri ile O'nun gibi olmaya manidir. Ayrıca buna peygamberlik vasıflarından kaynaklanan hususları da ilâve etmeliyiz. Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da öğdüğü

O'nun vasıfları bizim için örnek vasıflardır. Ve her mü'min de bu vasıflara sahip olmak zorundadır.

Hz. Peygamber'in Kur'ân'da Allah Teâlâ tarafın¬dan öğülen ve methedilen vasfı, O'nun ahlâkıdır. "Ger¬çekten sen hüyük hir ahlâk sahibisin""^^ ayeti, hn vasfı¬nı açıklamaktadır. Hz. Aişe de O'nun vefatından sonra, kendisini ziyarete gelenlere Hz. Peygamber'in ahlâkını Kur'ân ahlâkı olarak vasıflandırmıştır. Kur'ân ahlâkından maksat, Kur'ânî ahlâk olabileceği gibi, O'nun Kur'ân'da zikredilen ahlâkı da olabilir. Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’i öğdüğü bir âyette O'na şöyle hi- tabetmektedir: "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki seri, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onların kusurlarından vaz geç. Onlar için mağfiret di¬le. Yapacağın işler hakkında onlara danış i Bir kere az¬mettin mi, artık Allah'a dayan, Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever"^^ Bir diğer âyette ise Hz. Peygamber'in ve ashabının vasıflar! birlikte zikredilir:

"Muhammed Allah'ın elçisidir. O'nun yçınında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların rükû ve secde ederek Al¬lah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzle¬rinde secdelerin izlerinden nişanları vardır.Hz. Peygamber'in hareketleri ve davranışları mü'minler İçin örnek davranışlardır. O güzel ahlâkın sembolü¬dür. Çünkü O, güzel ahlâkı tamamlamak için gönde¬rilmiş bir peygamberdir.^^

Kur'ân daki vasfıyla Hz. Peygamber, vahiy gelmiş bir beşerdir. Doğru ve güvenilir bir şahsiyete sahiptir.

Mü'minlefe düşkün ve çok merhametlidir.^^ Bunun için Allah Teâlâ, O'nu bize örnek olarak göstermekte ve "Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çök anan kimseler için uyulacak en gü¬zel bir örnek mevcuttur"^^ demektedir. Ayette "üsve" ^ (örnek) tabiri geçmektedir. Bu tabir, uyulacak ve arka-sından gidilecek ve örnek alınacak kişi demektir. ^^Ya¬şayışında ve ahlâkî davranışlarında Hz. Peygamberin örnek alınmasını bizzat Allah Teâlâ istemektedir. Bu nedenle O'nun hayatını bilmek ve günlük yaşayışımız¬da O'nun yaşayış tarzını örnek almak mü'min için bir sorumluluktur. Bunun için de Kur'ân'ı ve Kur'ân ahlâkım bilmek gerekir. Hz. Peygamber'in ahlâkı ise, Kur'ân ahlâkının pratiğe yansımasıdır. îster Kur'ân ahlâkından Hz. Peygamber'e ister Hz. Peygamber'den Kur'ân ahlâkına gidelim, sonuçta Kur'ân ahlâkının Hz. Muhammed'de sembolleşmesi karşımıza çıkacaktır. Mekke'de inen sûrelerin iki ana temasından birinin ahlâk olduğunu dikkate alırsak, Kur'ân'm ahlâka ver¬diği değeri çok daha ijd anlarız. Bu ana temalardan bi¬rincisi îman, İkincisi ise ahlâktır. Hatta bu sûrelerde iman ile ahlâk birlikte gündemde tutulmaya çalışılmış¬tır. îmanın Allah ile intibakta, ahlâkın ise sosyal çevre ile intibakta esas ve ilke olduğunu dikkate alırsak, teb¬liğde Hz. Peygamber'in başarısını daha iyi kavramış olurUz. O bir taraftan Allah ile olan ilişkisini sürekli canlı ve devamlı tutarken, sosyal çevresiyle de ilişkile¬rini canlı tutmaya ve sağlıklı intibaklar yapmaya özen gösteriyordu. Ahlâkî olgunluk ve ahlâkî davranış bü¬tünlüğü O'na bu imkânı vermişti. Çünkü şahıslara karşı rahatsız placağı ve kendisini onların karşısında rahatsız hissedeceği hiç bir olumsuz davranışı olma-mıştır. Bu yüzden kendisini daima güçlü hissetmiş ve

Tevbe, 9/28; Nahi, 16/127; Kehf, 18/6.

Ahzab, 33/21. ;

Elmah'lı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İst. 1936, 5/3883, 6/49Ö0.

insan olarak ahlâkî bir zaafı olmamıştı. Topluma karşı peygamberlik görevini yaparken, en büyük güç kayna¬ğı ise, Allah ile ilişkisini sürekli canlı ve devamlı tut¬ması (iman) ve ahlâkî olgunluk ve davranış bütünlüğü¬ne sahip bulunmasıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber sü¬rekli bu iki ana konu üzerinde durmuş, diğer konulara ise yeri ve zamanı gelince temas etnıeye çalışmıştı. Çünkü bir insanın, mutlu ve huzurlu yaşıyabilmesi, âhiretini de kazanabilmesi, bu iki konuda sağlıklı inti¬baklar yapmasına bağlıdır. Birincisi, Allah ile, İkincisi sosyal çevre iledir. İman, Allah ile ilişkimizi sağlarken; ahlâk da toplum ile olan ilişkilerimizi sağlar, j İbâdet ise bir anlamda imana dahildir. Çüıikü Allah ile olan ilişkiyi sürekli ve canlı tutan tek şey, ibâdetlerdir. İbâdetler, mü'mini Alla.h'a yaklaştıran ve O'na götüren en sağlıklı yoldur. Bir benzetme ile iman ibâdet ilişki¬sini açıklarsak; iman, rakam olarak biri, ibâdetler de birin sağında olan sıfırları gösterir. Sıfırların değeri, başındaki bir rakamına bağlıdır. Bir rakamın değeri ise, sağındaki sıfırların çokluğu ile ilgilidir. Tıpkı bu benzötmede olduğu gibi, iman, ibâdetlerin kabulünde temel esastır. İman yoksa, ibâdetlerin de değeri yok¬tur. Buna mukabil imanın değeri ise, ibâdetlerin varlı¬ğı ve çokluğü ile alâkalı bulunmaktadır. Her ne kadar imana ibâdetler dahil değilse de, bir rakamı ile sıfırlar arasındaki ilişkide olduğu gibi, iman ile ibâdetler ara¬sında benzer bir ilişki mevcuttur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de sürekli olarak iman ile amel-i salihi birlikte zikretmektedir. Çünkü imana dayalı ibâdetlerin çokluğu, insanı Allah'a daha çok yaklaştır¬maktadır. Azlığı ise O'ndan uzaklaştırmaktadır. İman- amel İkilisi, Allah ile olan ilişkiyi sağlayan, canlı tutan ye bu ilişkinin devamlılığını güçlendiren unsurlardır. İşte Hz. Peygamber, iman, ahlâk ve ibâdet konuların¬da örnek yaşayış ve davranışlarıyla, kendisine uyula¬cak ve arkasından gidilecek yüce bir insandır. Çünkü

O'nun ahlâkını öğen ve öğdüğü bu ahlâkı örnek alma¬mızı isteyen Cenâb-ı Hak'tır.

Sonuç:

Kur'ân-ı Kerim'in açıkça ifâde ettiğine göre, insan, hem iyiliğe hem de kötülüğe kabiliyetli bir varlık ola¬rak yaratılmıştır. İnsanlardaki bu ırsî kâbiliyetlere, psikoloji; eğilimler, içgüdüler ve temel duygular adını yerip sınıflandırarak bu tabiî ve fikrî kâbiliyetleri an¬lamaya ve çözmeye çalışmaktadır. Fakat lütuf ve kere¬mi sonsuz olan yüce Rabbımız; inşam, birbirine zıt bu kâbiliyetler arasında şaşkın ve perişan bırakmamıştır. O'na akıl gibi temyiz edici bir kuvvet vermiştir. O, bu kuvvet sayesinde, duygularının, davranışlarının, ve düşüncelerinin ijd ya da kötü yanlarını görüp iyi ile kö- tüyüj doğru ile yanlışı ve hak ile bâtılı ayırt etmekte¬dir. İrade ise, aklın tercihini sürekli kılan ve verilen kararın devamlılığını sağlayan bir güçtür. Bu nedenle akıl ve irâde, Allah'ın insana lütfettiği iki kuvvettir. İnsan, akıl kuvvetiyle Yaradanını tanıyacak ve O'nun mesajlarını anlayacaktır. İrâdesiyle de, O'nun emirleri¬ni yerine getirecektir. İlâhî talimatları ihtiva eden en son kitap Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu kitap mütiekîn" (Allah'ın emirlerine uyacak ve yasaklardan kaçacak kimseler için bir hidayet rehberidir. O'nun ilk tebliğeisi, açıklayıcısı ve hükümlerinin tatbikçisi ise Hz. Muhammed (s.a.)'dir. O bir rahmet peygamberidir ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Yüce Rabbı- mız O'nun hakkında şöyle buyurmaktadır:

Ey Peygamber, Biz seni doğru yolu gösteren ve gö¬zetleyen bir şahid, bir müjdeci, bir korkutucu, Allah'ın izniyle O'nun yoluna dâvet edici ve nur saçan bir kan¬dil olarak gönderdik.^^

KUR’ÂN VE MUTLULUK

İnsanların hayattan bekledikleri, sâdece fizyolojik İhtiyaçlarının karşılanması değildir; bunlarla birlikte, psikolojik İhtiyaçlarının da karşılanmasını ve hayatla¬rının bir anlamı olmasını arzu ederler. Anlamlı hayat, mutluluk içinde geçen bayattır. İnian ruhu, keder, elem ve acılardan ne kadar hoşlanmazsa; sevinç, mut¬luluk ve bazlardan da o kadar hoşlamr. Bir bakıma, in¬sanı yaşatan ümittir; İnsan, ümidini jâtirdiği an, içini üzüntü kaplar, sosyal faaliyetlerini istemiyerek durdu- .rur., - ■.

İnsanlarda ümitle birlikte, korku da veya korkü- nun yanmda ümit de vardır. İnsanlardaki korku yok olup gittiği zaman, onda, isyan, taşkınlık veya görevini yerine getirememe halleri ortaya çıkar. Bunun içindir ki, ümidin içinde biraz korku, korkunun içinde de biraz ümit olmalıdır. Açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran da açlık korkusudur. Bu iki duygu, görev duygusunu canlı tutan ve canlandıran duygulardır. Bu sebeple diyebiliriz ki, insan hayatı, ümitle korkunun bir karışımıdır. İslâmî literatürde bunun adı "Beyne'l Hav fi L!er-i2ecâ "dır. Ümitle korku arasında olmak de-mektir. Ümitle korku arasındaki hassas dengeyi koru¬yan insan, ancak kendi güçsüzlüğünü ve âcizliğini az çok anlıyabilir ve bu sebeple de, böbürlenerek şımar¬maz.;

Kulluk, bu âcizliği ve güçsüzlüğü anlamak ve bu¬nun şuurunda olmak demektir. Hiç bir varlık, ebedî te¬minat veremez. Onu ancak Allah verebilir. Bunun için¬dir ki, kulluk, ancak Allah'a yapılır. Hayâtın gayeleri arasında en Önemli yeri ve ilkini de bu teşkil eder. Zirâ kulluk görevi, insanın değerini ortaya koyar ve insana ne olduğunu ve ne olacağını gösterir. Allah'^ kul olabi¬lenler, yâni, âcizliğini ve güçsüzlüğünü anlıyarak ger¬çek değerini ve yerini bilenler, sudan sebeplerle kendi¬lerini veya birbirlerini yemeğe kalkışmazlar, huzurla¬rını kaçıracak davranışlarda bulunmazlar.

Mutlu insan, bu gerçeğin şuurunda olandır. Bu¬nun içindir ki hayat olduğu gibi, insanlar da olmaları gerektiği gibi değil oldukları gibi kabul edilmelidir. Ol¬ması gerekenler, idealde ve uzakta olan şeylerdir. Olanlar ise, realitede ve yakında olan şeylerdir. Yakın¬da ye realitede olanı anlamadan ve varlığım kabul et¬meden, idealde ve uzakta olanı anlamamız ve ona ulaş¬mamız mümkün değildir. Zâten, insanları çelişkiye ve •çatışmaya sürükleyen de bu tutum ve davranışlardır. Bunun için insanı tanımak ve lâyık olduğu yere oturt¬mak gerekmektedir. İnsanlar ne melek, ne de şeytan¬dır. Her nedense sevdiğimiz ihsanları oldukları gibi de¬ğil de, olması gerektiği gibi düşünür ve onları zihin plânında melekleştiririz. Sevmediğimiz insanlari da, aynı şekilde, düşünce plânında olması gerektiği gibi düşünür ve onları şeytanlaştırırız. Halbuki gerçekte bu insanlar, bizim zannettiğimiz gibi, ne melektir ne de şeytan. İnsanların, zaman zaman melekleştiklerini ve şeytanlaştıklarım da görürüz. Bu, insan olmanın bir özelliğidir. İnşan, iyilikle kötülük, günahla sevap, ay¬dınlıkla karanlık, imanla imansızlık, ümitle korku ve nihayet meleklikle şeytanlık arasında zikzaklar çize¬rek hayatını yaşar. Tevbe, insanları suçluluk komplek¬sinden kurtarmak için Allah'ın insanlara yerdiği bir

nimet ve bir lütuftur. Tevbenin varlığı, insanın melek olmadığını gösterir. Tevbe günahkâr insanlara mah¬sustur. Melekler için tevbe söz konusu değildir. Suç iş¬leyen insan, af edilmesini ister. İnsan anlaşılmadan; kısaca kendimizi anlamadan, başkasını anlayamayız. Bunun için Resûlüllah, kendimizi tanımamızı istemiş ve "Kendisini tanıyan Rahhini tanır" demiştir. Bu, in¬sanı tanımada, çok önemli bir Ölçüdür. Başkaları hak¬kında hüküm vermeden ve konuşmadan önce, aynı şey¬lerin kendimiz hakkında bahis konusu olduğunu söy¬lendiğini düşünmemiz, insanı tanımak için yeterli bir metoddur., Kur an-ı Kerim, bu metodu açıkça bildir¬mekte ve yaşanan bir ola3nı da bize örnek olarak göster¬mektedir. Olay, Hz. Âişe'nin başından geçen "i/k" yani iftira olayıdır. Bu olay, Kur'ârı-ı Kerim'de açık bir bi¬çimde anlatılır. Olay hakkında bilgi veren Kur'ân, da¬ha sonra "ot2w işittiğiniz zaman, inanan erkek ve ka-dınların, kendilerinden güzel zanda bulunup, bu apa¬çık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydiT' demekte¬dir.^ '

Ayet duyulan ve söylenen her şey hakkında sû-i zan değil, öncelikle hüsn-i zan beslenmesini emretmek¬tedir. Ayetten anlaşılan ikinci anlam ise, bir şey dujaıl- duğu ve işitildiği zaman, onun dedikodusunu yapmak yerine, söylenen sözün, kendisi hakkında söylendiğini İFarzederek, olayın tetkik edilmesini sağlamak veya olay kesinlik kazamncaya kadar susmaktır. Bu örnek¬te olduğu gibi, diğer konularda da, bilmediğimiz veya göremediğimiz başka gerçekler bulunabilir. Olayı yan¬lış anlamış veya eksik duymuş olabiliriz.

Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan Hz. Mûsâ ve Hızır olayı, İnsanların bu konuda ibret almaları gereken önemli bir hadisedir." Duruma göre bir peygamberin bile, bâzı şeylerin hakikatini ve özünü bilemediğini an¬latan Hz. Mûsâ ve Hızır olayı, bu konuda insanlara yol gösterecek çarpıcı bir örnektir. İnsanları ve olayları değerlendirir ve haklarında bir hükme varırken, kendi¬mizi o kişi veyâ olay kahramanı yerine koyarak düşün¬memiz ve bundan sonra bir karara varmamız gerekir; bu, günlük hayatımızın bir çok noktalarında kullanıla-bilecek bir kâidedir.

Elimizde imkân varken her türlü tedbirimizi al¬malı ve işin neticesini Allah’a havâle etmeliyiz. İyi bir kul olabilmek İçin bu, önemli bir harekettir. İslâm di¬ninin tevekkül inancı da bunu gerektirir. Elimizde olan şeyleri yaptıktan sonra gerisini Allah'a bırakmak ve olacak şeyleri tevekkülle karşılamak ve neticeye rı¬za göstermek kul olmanın gereğidir. Çünkü her şeyi bi¬len, tenzim eden, plânlıyanye zamanı gelince her şeyi yerli yerinde yaratan Allah; ebedî teminatı veren de Allah'tır. Geçici hayât karşılığında, ebedî hayatı satın almak isteyen bir insan, kaybettiklerine veya verdikle¬rine neden ve niçin üzülsün? Tıpkı sevdiği bir malı al¬mak isteyen bir kişinin, malın bedelini verdiği zaman nasıl üzülmüyor, bilâkis seviniyorsa, ebedî hayatı satın almak isteyen bir kişi de verdikleri karşısında üzülme- melidir. Allah, mü'minlerin canları ve malları karşılı¬ğında cenneti onlara satmıştır, bir başka ifâde ile Al¬lah, cennete karşılık, mü'minlerin canlarını ve malları¬nı satın almıştır.^ Canınızı, malınızı ve yerilecek her şeyinizi verirseniz, ancak Allah'tan cenneti satın alabi¬lirsiniz, Allah da ancak, bunlar karşılığında cenneti yaadetmiştir; veren cenneti alabilir, vermeyen aslâ. Nasrettin Hocanın dediği gibi, "Parayı veren düdüğü çalar." Ancak canından ve malından bir şeyler verebi¬lenler, cenneti satın alabilirler.

Hak yolunda canlarını verenlar, mallarını harca¬yanlar, ancak kendileri için canlarını ve mallarım yer¬miş olurlar.'^ Yani vermenin mükâfaatı yine kendimiz içindir. Allah için değildir. Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur.® İhtiyaç sahibi biziz; her şeye ihtiyacımız var-dır. . ■ !

Yaptığımız her işi severek yapmalıyız. Severek ya¬pılan iş, yarı yarıya kolaylaşan bir iş demektir. İsten¬meden ve sevilmeden yapılanda hayır yoktur. Bunun için yapmak zorunda kaldığımız işleri, önceleri sevme¬sek ve arzu etmesek dahî, severek yapmaya çalışmalı, işimizi yarı yarıya kolaşlaştırarak rahat ber hayat ya-şamalıyız. Hayatı kendi kendimize zehir etmemeliyiz.

Severek ve isteyerek bir iş yapmak, mutlu hayat şartlarından sadece biridir; *sâkin ve nâzik olma, her¬kese İyi davranma ve kendimize iyi ve güzel telkinler¬de bulunma da diğer önemli şartlardan bâzılarıdır. İn¬sanlara, nâzik olma, kibar davranma ve tatlı dille ko¬nuşmanın, şiddetteri ve hiddetten daha faydalı olduğu görülmüştür ve görülmektedir. Allah Teâlâ, Hz. Musa ve kardeşi İÎ2. Harun VL, peygamber olarak azgın, şı¬marık ve kendini beğenmiş inkârcı Fir'avun'a gönderir¬ken bile "O'na gidin ve tatlılıkla konuşun"^ emrini, ver¬mektedir. "Tatlı dil 5nlam deliğinden çıkarır." Bir çok sıkıntılarıri ve huzursuzlukların tatlılıkla halledildiği bir gerçek iken, mutlu bir hayat için neden istifade edilmesin?

İnsanlara iyi davranma ve alçak gönüllü olma, mutluluk yollarından bir diğeridir. Bu davranış, Kur'ân’da bizzat Allah tarafından öğülen Peygamberi¬miz'in de davranışıdır. Allah bu âyetinde, Peygamberimiz'e insanlara karşı sert ve kaba davransaydı, onları etrafından dağıtırdı, demektedir/ Diğer bazı âyetlerde ise, mü'minlerin vasıfları arasında, alçak gönüllü ve mütevazi olma hâli özellikle belirtilmektedir.^ Böyle bir davranış, en azından bize karşı yapılacak hücumla¬ra karşı koyucu bir kalkan görevi görür. Kişiye yönelen saldın ve suçlamalar ne kadar âz olursa, insan o kadar stres ve üzüntülerden uzak olur.

Şâyet styes ve üzüntü içine düşmüş isek, iyi oldu¬ğumuzu, yer yüzünde kötü durumda olan tek kişinin biz olmadığımızı/bizden daha kötü durumda olan kişi¬lerin de bulunduğunu düşünmeli ve kendi kendimize telkinlerde bulunmalıyız. Sıkıntılarımızı içimize göm- memeli, dost ve arkadaşlarımızla paylaşmalıyız. Böyle¬ce sırtımıza binen ağır yüklerin hafiflediğini görürüz. Duâ böyle durumlarda en. güzel çâre ye hafifleme yolu¬dur. Zirâ dostlar içinde en sadık ve samimî dost Al¬lah'tır. O'nunla dertlerimizi paylaşmak ve O'ndan yar¬dım ummak kadar hiç bir şey, insanı stresten kurtara-maz. Eş, dost ve arkadaşlarımız, Allah'a olan duâ ve niyazlarımızdan sonra gelir. Kader inancı ve Allah'a karşı şartsız teslim olma, stresin en etkin çaresidir. Bu çâreyi iyi kullanan insanlar, sağlığını da iyi koruyan¬lardır.

Bir kişide ruhî ve hissî bir düzensizlik, yâni sıkın¬tı ve üzüntü varsa, o kişinin bulunduğu ve yaşadığı fizîkî ortamda da mutlaka uyumsuzluk ve düzensizlik var demektir. Aynı şekilde bir yerde fizîkî uyumsuzluk ve düzensizlik varsa, 5dne orada mutlaka psikolojik bir düzensizlik ve uyumsuzluk yar demektir. Ruhî uyum-suzluk ve düzensizlikler, kolaylıkla fizîkî düzensizliğe ye keşmekeşliğe dönüşür. Bu sebeble, öncelikle ruh ve his dünyamızı tanzim etmemiz ve korktuklarımızdan emin olarak sıkıntılarımızdan kurtulmamız gerekir. İnsanları en çok korkutan, ölüm, açlık, yarın endişesi ve mesleğini ve şerefini kaybetme gibi olaylardır. Bun¬lar arasında en önemlisi ve ilk sırada yer alanı şüphe-siz, ölüm korkusudur.

Ölüm, tabiî bir kanundur. Her tabiî kanun gibi ondan da korkmak gerekir. Ancak insan, ölümden korktuğu kadar, hiç bir şeyden korkmamaktadır. As¬lında ölümden değil, ölüme hazırsızlık yakalanmaktan korkmak lâzımdır. Ölüme hazırlıklı olmak, korktuğun¬dan emin olmak demektir. Hayatta iken görevini ya-panlar ve bundan dolayı da kendilerine güvenenler, ölümden diğerlerinin korktuğu gibi korkmazlar, hatta ölümü büyük bir tevekkülle beklerler. İbâdetin dünya¬da en büyük faydası da belki budur. İbâdetin pek çok faydaları mevcuttur. Bu faydalar arasında en son ve en büyük faydası, sonsuzluğa açılan kapının önünde ve öncesinde insana güven vermesidir. Bu güveni insana ibâdetten başka hiç bir şey ve hiç bir kimse sağlaya¬maz. "Lâ aleyhim velâ hhm yahzenûn'^ (onla¬

ra ne hir korku ne de mahzun olma vardır) âyetinin ilk tecellisi de belki buradan başlamaktadır.

Ruhî gerilim ve bunun bir parçası olan sıkıntı, ha¬yatımızın bir parçasıdır. Mevsimler nasıl insan hayatı¬nın bir parçası ve insanı etkileyen bir vakıa ise, sıkıntı ve ruhî gerilimler de insan hayatmm gerçekleridir. An¬cak, bu ruhî gerilimlerin sürekliliği ve devamlılığı, in-san bedenine tamir edilmesi ve geriye dündürülmesi imkânsız zararlar vermektedir. Birikmiş gerilimlerin etkisi, daha çok ileri yaşlarda ortaya çıkmakta ve çoğu kere de insanı ölüme sürüklemektedir.

Vücuttaki gerilim; fîzîkî bozukluk, gürültü, kala¬balık, yakın bir kimsenin ölümü, çatışma, sıkıntı, endi¬şe, öfke, suçluluk kompleksi, başarısızlık ve tenkit gibi iç ve dış etkenlerden kaynaklandığı gibi, tek başına metabolizmanın bozulmasından da kaynaklanabilir.®

20. yüz;yılın başından bu yana, hastalıkların çeşit¬leri ye sebepleri büyük değişiklikler göstermiştir. Geç¬miş yüzyıllarda verem, tifo, çiçek ve kolera salgınları ölümlere yol açarken; günümüzde insan hayatını teh¬dit eden hastalıkların ortaya çıkmasında, ruhî gerilim- lerin (stres) temel faktör olduğu anlaşılmıştır. Ruhî ge- rilimlerin ortaya çıkışı kişinin belli bir amaca yönelik faaliyetlerin engellenmesi, istemediği şeylere zorlan¬ması, bedenine yahut da şahsiyetine yönelik bir saldı¬rıda bulunulması gibi sebeplere bağlı bulunduğu gibi; aşırı derecede gururlu, kibirli ve hasetçi olmak son de¬rece kıskanç olmak gibi sebeplere de bağlı olabilir.

Ruhî gerilimlerin ortaya çıkışında bir diğer önemli etken de yaptığımız hatalardır. Bunların bâzılarını şöyle sıralayabiliriz:

Çâresi olmayan ve bulünmayan bir şey için, hem kendimizi hem de çevremizdekileri üzmek,

Kendi yapamadığımız bir şeyi imkânsız saymak ve bütün mizaç ve huylan bir tek kalıba sokmaya çalış¬mak,

Yaptığımız her iş için, sempati, koruma ve ka- jarma beklemek.

Başkalarının hatâ, kusur ve zayıflıklarını hoş¬görü ile karşılamamak, buna mukabil kendimizinkiler için hoş görü ve af böklemek; bu konudaki ölçülerimi¬zin herkes tarafından kabulünü beklemek.

Olaylar ve insanlar hakkında ya hep veya hiç şeklinde düşünmek,

Aşırı genelleme yapmak, müsbet şeyleri saf dışı bırakinak ve, insan ve olaylar hakkında acele hüküm vermek.

Olayları büyütmek, duygularımıza göre hareket ederek çok duyarlı olmak.

Yaptığımız hatâlar bü kadar değildir. Bu hatâlar genellikle her insan tarafından yapılan veya yapılması kuvvetle muhtemel olan hatâlardır ve bunlar ruhî geri- limlerimizin, sıkıntılarımızın ve hatta öfkelerimizin gizli sebeplerini teşkil ederler. Bastırılan, biriktirilen sıkıntı ve öfkenin sonucu, çok defa yüksek tansiyon, peptik ülser, kolid, migren, kronik boyun ağrıları, ikti¬darsızlık, soğukluk ve hattâ intihar gibi psiko-somatik hastâlıklar ve olaylar ortaya çıkmaktadır.

Bedenî hastalıklarda olduğu gibi, ruhî ha.stalıkla- rın tedavisinde de iki önemli yaklaşım tarzı yardır: Bunlardan birincisi', hasta olanı tedavî etmek. İkincisi ise sağlam olanı hasta etmemek için koruyucu tedbir¬ler almaktır. Kur'ân'm bu konudaki temel prensibi ve yaklaşım tarzı, tedavî. değil, koruyuçü hekimliktir. Ya¬ni, öncelikle, sağlam olan bedeni ve sağlam olan ruhu korumak ve hasta olmasını önlemektir. Bunun için de Kur'ân, insanın ruh sağlığı açısından olgun olmasını, fizîkî, ruhî olgunluk, bir insanın öfkesini çevresindeki¬lere baskı yapmadan ve ortalığı kırıp dökmeden yen-mesi hâlidir. Sıkıntılarıyla başkalarına ve özellikle kendisine zarar verıûemeşidir.

Olgunluk, bir sabır işidir; uzun vadeli kazanç uğ¬runa geçici ve kısa vadeli kazanç ve zevkleri feda ede¬bilmektir. Olgunluk sebattır. Olumsuz etkilere boyun eğmeden hedefe doğru 3mrümek ve hedefe varmaya ça¬lışmaktır. Olgunluk, irâdedir. Umut kırıcı olaylar kar-şısında ezilmeme gücüne sahip olabilmektir.

Olgunluk tevâzudur. Olgun bir insan, yanıldığın¬da "hatâ ettim" veya "Özür dilerim" diyebilen insandır. Olgun insan, özü ile sözü, sözü ile de özü bir olan, bil¬mediği şeyin peşine düşmeyen insandır.^"

Ruhî olgunluk, ruh sağlığına sahip olmak demek¬tir. Psikiatristlere göre, ruhî hastalıkların beyinle ya¬kından irtibatı vardır. Beyin ise iki yarım küreden olu¬şur. Sağ ve sol bejdn yarım küreleri. Bu yarım küreler birbirlerine çok benzemesine rağmen, görevleri ve fonksiyonları birbirinden çok farklıdır. Beynin sol yarı¬sı gövdenin sağ yarısına emir verir ve düşünmemizi sağlar. Özellikle mantık, okuma-yazma, konuşma (dil) görevlerini yüklenmiştir. Beynin sağ yai’isı ise, gövde¬nin sol yansına emir vererek onu kontrol eder. Görev¬leri ise, duygu, algı, insanın uzaydaki durumu, sezgi ye hayâldir. Beynin sağ yansı ne kadar gelişmiş ise, insan - o kadar sanatçı olma kabiliyetindedir.

Akıl, beynin omirilik ve sinir sisteminden oluşan ve dünya şartları içinde, ruhun, etki için kullandığı bir araçtır. Bu araç iyi kullanıldığı takdirde ruhî tedavide olumlu neticeler elde edilmektedir. Ruhî yani psişik te¬davinin temeli ise, inançtır. Bunun içindir ki, inanç ol¬madan ruhî tedavi olınadığı gibi, aklı olmayanın da inancı olmamaktadır. İnancın varlığı ancak akıl ile mümkündür.

inanç ise, kişinin şuur altında, bir şeyin gerçek ol¬duğuna kanaat getirmesidir. Peşinen bir şeyin doğru¬luğuna İnanmaktır. Dinî literatürdeki karşılğı "iman"dır, İman, daha ziyade dinî konular ve inanıl¬ması gereken şeylere inanma demektir.

Bugün dahi, tıp ilminin önünde çözüm bekleyen pek çok mes'ele bulunmakta, denenen ilaçlara rağmen, bazen kesin sonuçlar ahhamamaktadır. Aslında hiç bir ilaç, vücudun hasta olan kısmını iyileştirmez. Sâdece, vücudun kendi kendini dengeye getirmesi için gereken teşviki sağlayarak, ilk motor gücünü verir. Hasta, şuur altında bazı gerçekleri anlayıp kanaat getirdikten son¬ra, bedende tamir edilmesi gereken yerlerin nasıl ta¬mir^ edileceğine dair hızla emirler vermeye başlar ve süratle İ5dleşir.^'^ Hasta bunu tek başına yaparsa, ken¬di kendine telkin yöntemini uygulamış olur. Çoğu kerş bu telkini doktorlar yapmaktadır.

Şuuraltı, bir şeyin gerçek olduğuna kesinlikle kâni olduğu zaman, artık o şeyin fizikî plânda mevcut olması veya olmaması önemli değildir. Ruhî tedavinin temelini şuuraltının ikna edilmesi oluşturur.

Psiko-somatik hastalıkların asıl sebebi olarak ileri sürülen stresten kurtulmanın yollarım ise psikologlar şöyle anlatmaktadır;

Sıkıntı içinde iseniz, çekinmeden birine içinizi dökünüz.

Sizi sıkan insanlardan ve durumlardan kaçınız.

Öfkenizi yenmek için başka bir iş yapınız, baş¬ka bir iş bulunuz veya jrürüyünüz.

Anlaşmazlıkları fazla önemsemeyiniz.

Başka birine ijdlik yapınız.

Çök şey yerine bir tek şeyi ele alınız.

Tenkidlere fazla Önem verip kızmayınız, yarış etmeyiniz, bırakınız başkaları sizi geçip, gitsin.

Dinlenmeye zaman ayırınız.^®

Kendinizi dünyanın merkezi saymaktan vazge¬çiniz. Dünyada işsiz kalan, hasta olan, eşinden ayrılan tek kişi siz değilsiniz.

Kontrolünüzün dışındaki şeyler için kendinizi suçlamaktan vazgeçiniz.

Her şejd ciddiye almayınız.

Kendinize güveniniz.

Davranışlarınızı değiştiriniz.

Yeni çevreler edininiz.

Suçu hep kendinizde bularak komplekse kapıl¬mayınız.

İbâdet ediniz, bol bol duâ ediniz.

Aşırılıklardan kaçınız, zirâ olmamış yeşil mey¬velerle, en fazla olgunlaşan me3rveler, en fazla, sancıla¬ra sebeb olan meyvelerdir.

Kur'ân'da ruhî gerilimler den ve bunların tezahür¬lerinden sık sık bahsedildiği görülür. Özellikle müslü- manlarm başarısı karşısında inanmayanların duyduk¬ları kıskançlık, haset ve öfke bunların davranışlarına 3*ansıyan yönleri üzerinde durulmakta ve inkârcıların ruhî ve fizîkî portreleri çizilmekte, inananların ise, ruhî gerilimler den uzak, korkusuz ve emniyette bir ha¬yat yaşadıkları ve âhirette de bu hayatın devam edece- ' ği anlatılmaktadır. Kur'ân'da sık sık Cenâb-ı Hak, ina-

nanlar için, "onlar için ne bir korku, ne de mahzun ol¬ma vardır"'^^ buyurmaktadır. Bû teminat, âhiret haya¬tı için olmakla birlikte, dünya için de geçerlidir. Yarı¬nından emin olma ve güven içinde yaşama ümidi, insa¬nın huzurlu yapar ve ruhî geriliinlerden' uzak tutar.

inkârcılarm, yarınından endişesi yardır. Bu se¬beble büyük bir güvensizlik içindedirler. Bu da, onları huzursuz etmekte ve çeşitli ruhî gerilimler e sürükle¬mektedir. Bu ruhî gerilimlerden kurtulmanın çareleri¬ni ise geçici şeylerde aramaktadırlar. Halbuki bunlar, insana ebedî temiiıat veremez, insandaki sonsuzluk duygusunu tatmin edemez. Dünya sonludur, âhiret ise sonsuzdur. Âhiret inancı insanın sonsuzluk duygusunu tatmin eder.

İnkâr psikolojisi ve bunun dışa aksetmesini Cenâb-ı Hak Kur'ân'da şöyle açıklamaktadır: "Siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler. Kitabın hepsine inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler, kendi başları¬na kaldıkları zaman size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. De ki, öfkenizle ölün, şüphesiz Allah, göğüsle¬rin özünü bilir. "Allah inkâr edenleri öfkeleriyle geri çevirdi, hiç bir hayra eremediler. "Yüreklerin öfkesi¬ni gidersin"^^ "Kâfirleri öfkelendirecek bir yeri çiğne¬yip zaptetmeleri""^^ "Sonra bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?^^ "Kâfirler, öfkelerinden çatlasa da, Allah'ın peygambe¬rine ve mu minlere yardım etmesine engel olamaz¬lar:"^.

Kur an'da ruhî gerihmler için kullanılan terimler arasında "Gayz” önemli bir yer tutar. Gayz, hoşlanma¬mak, bir şeye karşı heyecanlanmak ve öfkelenmek de¬mektir. Öfke, gazabın aslıdır; fakat ondan farklı yönle¬ri bulunmaktadır. Zirâ gazabın temelinde irâdî inti¬kam alma arzusu yatmaktadır. Gazap, dışa yöneliktir, yüzde ve vücut organlarında yansıması görülür. Gayz ise, içe yöneliktir ve kalbİe ilgili durumu ifâde eder.^^

İnsanlardaki ruhî gerilimlerin bir kaynağı da kor¬kudur. Korku, hatâ, günah ve kötülük içinde olanların başına musallat olan bir duygudur. Doğruluk, hak ve adâlet üzerinde olanların korkacak bir şeyi olamaz. İyilik ve doğruluk üzere olan insanlar, her zaman ve her dürümda korunur ve esirgenirler. Özellikle korku¬yu, Allah'a inanmıyanlar ve gerçekleri bilmeyenler du¬yarlar. Dersine çalışan ve devamlı imtihana hazır olan bir öğrenci, nasıl imtihandan korkmaz ise, her an göre¬vini yerine getiren ve ölüme hazır olan insan da ölüm-den korkmaz. İnsanın dünyada yaşaması ve ölüm, ras¬gele, düzensiz ve sebebsiz değildir. Hiç kimse, bu dün¬yadan takdir edilen şeyleri elde etmeden, Allah karar vermeden ölmez. Öyleyse ölümden korkma, anlamsız¬dır. Allah, hüküm verince de korkunun bir faydası yok¬tur. Zirâ O'nun hükmü aslâ şaşmaz. Bu sebeble Allah'a inananlar daima hazırlıklı olduklarından veya en azın¬dan hazırlıklı olmak zorunda olduklarından kendileri¬ni boşlukta ve yapayalnız hissetmezler. İnanmıyanlar ise, rûhen boşlukta ve yapayalnızdırlar. Yalnızlık duy¬gusu onları, tarifsiz bir korkuya sürükler. Yok olma düşüncesi, içindeki sonsuzluk duygusu ile çatıştığın¬dan ne yapacağını bilemez ve kısa yâdeli, gündelik iş¬lerle avunmaya çalışır. Dünyaya düşkünlük şeklinde dışa yansıyan bu çatışmanın neticesinde zararlı çıkan, yine insanın kendisidir.

inanan insanların da zaman zaman böyle bir ça¬tışmaya düştükleri olur. Fakat onları bu durumdan kurtaracak iki önemli çıkış yolu bulunmaktadır. Birin¬cisi, kadere inanma; İkincisi ise, sabır ve duadır. 'Koi- der İnancının insana sağladığı ruhî huzur ve sukûnu hiç bir şey sağlıyamaz. "Kadere inanan, kederden emin olur" Keder ve üzüntü, insan sağlığını tehdit eden en Önemli etkenlerin başmdâ gelir, Sa6ır ve duâ ise, in¬sanı sonsuza bağlar ve onun sonsuzluk duygusunu tat¬min eder. Duâ, yaratan ile yaratılan arasındaki müna¬sebetleri düzenleyen en kısa yoldur. Cenâb-ı Hak, "Duânız olmasaydı, Rabhinin yanında ne kıymetiniz buyurmaktadır.

■ Hz. Peygamberin Buharî'de nakledilen bir duâsı ise şöyleâîvv "Beşeriyetin kalbi olan Allah'ım, ızdırabı- mı gider, şifânı ihsan eyle; şifa veren ancak Şensin. Senden başkasının şifâsı yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hastalıktan eser kalmasın"^^

Duâ ile ilgili diğer öğütlerine gelince:

"Allah'ın kendine sıkıntı anında, başının dara geldiğinde icabet etmesinden hoşlanan insan, rahatlık anında da bol bol duâ etsin.^^

""Yeryüzünde herhangi bir Müslüman; günah işle¬mek veya, akrabadan alâka kesmekle ilgisi olmayan bir duâ ederse, Allah Teâlâ ona mutlaka üç şeyden birini verir. Ya duada istediği §63/; (Bu dünyada veya âhirette) verir, ya ondan istediği şeyin dengibirkötü- lüğii gider ir.

"Duâ, gelen ve gelecek olan hâlâlara karşı fayda

verir. Ey Allah'ın kulları, size, duâ etmenizi tavsiye ederim; duâ etmeyi ihmâl etmeyin.

Duâ insanı, rahatlatır. İşin neticesini Allah'a ha¬vale eden ve ondan af dileyen insan, gönül rahatlığına ve birine içini dökmenin rahatlığına kavuşur.

Sabır ilk sadme esnasında gösterilen mukavemet¬ten ibarettir."® Hz. Yakub, "güzel sabır"^^ diyor. Kür’ân sabırdan bahsediyör^^^^Sabrm sağladığı ruhî ol¬gunluğu ve neticede elde edilen mutluluğu, hiç bir şey sağlayamaz. "Sabreden zafere erer.", "İnsan, ziyan içindedir. Ancak inanıp amel-i salih işleyenler, birbir-lerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsi¬ye edenler müstesnadır.

Sabır, insana direnme gücü verir. Olgunlaştırır ve mutluluk yolunu gösterir. Sabır Ye insanın en şamîmî iki dostudur. Bu iki dosta sahip olanlar, mutlu olan insanlardır. Öyleyse mutlu olmak için, biz niye bu iki dosta sâhip olmayalım?

 

KUR'ÂN, İNSAN VE ORUÇ

Kur'ân-ı Kerim, muhtevası ve kapsadığı konular itibariyle, kurallar emredici, ahlâkı güzelleştirici ve in- sanjları hidayete erdirici mahiyet arzeder. Bu nedenle¬dir ki, O'nun muhatabı, her yönüyle; insandır. Însan ise, sırlarla dolu bir varlıktır. Zira insanı, motive eden duygular mevcuttur. Ayrıca o, kendisine etki eden fiziki ve sosyal bir çevre içinde yaşamaktadır. Buna bir de şeytanın vesvesesini İlâve edersek, O'na yol göstere¬cek ve problemlerini çözmede kendisine yardımcı ola¬cak bir kılavuza ihtiyaç hissetmesi gayet tabiîdir.

însan, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlıktır. Yerjrüzünde insanın; bedensiz, mücerret bir ruh halin¬de yaşaması mümkün olmadığı gibi, ruhsuz bir bede¬nin de yaşaması mümkün değildir. Bu nedenle Yüce Yaratan, her ikisini de yaratmış ve birini diğerine muhtaç kılmıştır. Bu yüzden bedenle ruh arasında çok sıkı bir ilişki mevcuttur. însanın düşündüğü, inandığı, hissettiği ve duyduğu her şey, vücuduna yahsımakta.- dır. Biliyoruz ki, utandığımızda kızarır, sıkıldığımızda suratımızı asarız. Bir yakının kaybedilmesinden duyu¬lan derin çaresizlik ve bunalım ile kanser, aşırı saldır¬ganlık ve tedirginlik ile kalb hastalıkları; öfke ve kız¬gınlık ile ülser arasında bir bağın bulunduğu bugün kesinlikle bilinmektedir. Aynı şekilde, inanç sistemiyle insanın ruh sağlığı arasında da bir bağ mevcuttur.

Bu hususu, Dr. Mazhar Osman, "Tahâbet-i Rûhiyye" adlı eserinde şöyle izah etmektedir: "Dinin ruh üzerinde derin bir te'siri vardır. Gerçi bu tes'sirin derecesi, memleketlere, asra ve ortama göre değişebil¬mektedir. Mutedil ve doğru bir inanca sahip olan her şahıs, sinirlerini metin bir zırhla muhafaza etmekte¬dir. Din terbiyesi, insanı bir çok fenâhklardan, cinayet doğuracak sebeplerden korur. Her din, iyiliği emreder ve çalışmayı teşvik eder, kalbde fazla kin ve düşmanlık yaşamasına tnüsaade etm^z, düşmanına bile af ve mer-hameti telkin eder."^ Yine "O'na göre hangi dine men¬sup olursa olsun, dindar olanlarda değil, dinî akidelere aşırı taassüpla bağlananlarda akıl hastalıkları görül¬mektedir. Yoksa asırlardan beri milyarlarca insana iyi¬lik telkin eden, kurtuluş yolu gösteren hiç bir din di¬mağı bozmaz. Lâkin dinsizlik... Bir şeye inanmamak, yeni nesillerin ruhlarında önemli sarsıntılar yapmıştır. Allah'a, kadere inanmayı ye tevekkülü yok etmiş, yeri¬ne ihtiras, ihtilâl, öldürmek ve ölmek arzularını yerleş¬tirmiştir.""

İnançsızlığın, sıkıntının, öfkenin, insan hayatın¬daki çelişkilerin ızdırap ve acıların kısaca ruhsal den¬gesizliğin, ruhsal ve bedensel hastalıklara sebeb oldu¬ğu bugün artık kesinlikle bilinmektedir. İnançsız, sı¬kıntılı, acılı ve ızdıraph insan, ruhsal bunalımlara düş-mekte, kendisini çevresinden ve arkadaşlarından ko¬pararak içine kapanık bir hayat sürdürmeye çalışmak¬tadır. Bunun için de insan, her çeşit hastalığı başlatan

sebepleri yok ederek veya baskı altına alarak meydana gelebilecek bozuklukları ve ahenksizlikleri azaltmaya ve gidermeye çalışmalıdır. Tıp bunu sağlamaya çalış¬makta ve koruyucu hekimliğe önem vermektedir.

Bu açıdan baktığımızda Kur'ân-ı Kerim, şu ana kadar bilinebilen eh mükemmel koruyucu hekimlik ku¬rallarını insanlara sunmuştur. Öncelikle O, insanın Al¬lah'a ve kadere inanmasını istemekte, ona sabn, tevek¬külü ve tevbeyi emretmektedir, Böylece onun rahatla-masını ve meydana gelebilecek psikoz ve nevroz gibi ruhsal hastalıklardan korunmasını sağlamaktadır. İkinci olarak emrettiği ibâdetlerle de bunu takviye etmiştir. Bu ibâdetlerin başında ise namaz ve oruç gel¬mektedir.

ORUÇ VE İNSANA KAZANDIRDIKLARI

Oruç, insanın Allah'a itâat ve teslimiyet ile bağ¬landığı ve bu sayede azim ve iradeşiııin güçlendiği bir ibâdettir. Oruç, Allah'ın ihsan ettiği nimet ve faziletle¬ri tercih ederek bedenî arzuları yenmek ve nefsî baskı¬lara tahammül etmek demektir. Orucun asıl ve esas gayesi de, insanlara nefsî ve bedenî arzularını yendire¬rek irade ve şahsiyetini güçlendirmek ve böylece âhirette takdir olunan nimetlere Onlan ulaştırmaktır.

Oruç tutmakla inşânın elde edeceği birinci pratik fayda "Takva'dır. (Bakara, 2/183) Takvâ, daima kalb¬leri uyanık bulundurarak Allah'ın rızasını ve dostluğu¬nu kazandırır. "Allah, inananların dostudur." (Baka- , ra, 2/257) ayetiyle "Allah'ın dostu, ancak muttakîlerdİT." {^Tiîal, 8/34) âyetleri bu gerçeği ifâde etmektedir. Zirâ takvâ, kalblerin bozulmasını ve insa¬nın günah işlemesini önleyen en büyük engeldir. Bu

nedenle bütün İlâhî dinlerde oruç, müntesiplerine em¬redilmiştir.

Orucun sakınma yanı takvâ ile ilişki kurulması ve muttakîlerin de Allah dostu "velî" olduğunun belirtil¬mesi, üzerinde durulması gereken bir husustur. Acaba muttakîler kimlerdir? Hangi vasıflara sahiptirler? Kur'ân-ı Kerim, tetkik edildiğinde muttakîlerin şu va-sıflara sahip kişiler olduklarmıgörmekte3dz:

Muttakîler, gayha inaxiirla.Y, Kur'ân'a inanırlar, bütün İlâhî kitaplara inanırlar, âhirete inanırlar, na- mazlanm kılarlar, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklar- dan infak ederler, (Bakara, 2/15), bolluk durumlarında da darlık "durumlarında da infaklarını devam ettirirler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar, kötü bir şey yaptıklarında veya zulme uğradıklarında Allah'ı anarlar, hatalarında bile bile ısrar etmezler, gü¬nahlarının bağışlanmasını dilerler, (Âl-i İmrân, 3/134- 135) İhsan sahibidirler, geceleri az uyurlar ve seherde istiğfar ederler ve hak sahiplerine haklarını verirler. (Zâriyât, 51/15-19)

Kur'ân'a göre bu vasıflara sahip olan kişiler, muttakîler dir. Orucun takvâ ile ilişki kurulması ise, bu özelliklerin oruçlu bir kişide bulunması içindir. Bir başka ifâde ile, oruçlu kişilerin bu vasıflara sahip ol¬ması ve orucun, hem mideye, hem organlara hem de zihne tutturulması amacına yöneliktir. Bu nedenle her ibâdette olduğu gibi, oruçta da "Allah rızâsı" Ye "ihlâs" temel esastır. Çünkü bir mü'min orucunu, Al¬lah'ın emri olduğu için tutmak zorundadır. Onda önce¬likle pragmatik bir fayda göz etmemeli dir. İnsan Al¬lah'ın emirlerinde daima bir hikmet aramış ve bulmuş¬tur. O'nun her emrinde hikmetler, her yasağında da hikmetler mevcuttur. Mü'mine düşen görev, bir taraf¬tan Allah'ın emirlerini yerine getirmek, bir taraftan da

bu emirlerin hikmetlerini ve faydalarını keşfetmeye ça¬lışmak olmalıdır.

Orucun Psiko1ojik Faydaları

İnsan, ne sadece beden, ne sadece ruhtan ibret¬tir; bilâkis o hein bed,en hem de ruhun bir anda birleş¬mesinden meydana gelen bir varlıktır. Bu nedenle her¬hangi bir insan, varlığım teşkil eden bu iki unsurdan biri lehine veya aleyhine dengeyi bozacak olursa, hu-zursuz olacak ve bu bozulmanın rahatsızlığını daima hissedecektir. Psikolojik açıdan tetkîk edildiğinde gö¬rülecektir ki oruç, beden vö ruh dengesini sağlayan en kolay ve en pratik bir araç ve ibâdettir. Zirâ insan ira¬desini güçlendiren faktörlerin başında oruç, önemli bir yer işgal eder. Başka zamanlarda bir saat dahi sigara¬yı bırakamayan sigara tiryakilerinin, ramazanda oruç müddetince sigara içmeden durmaları, orucun iradeyi ne derecede güçlendirdiğinin en ^zel örneğidir. Özel¬likle Hind fakirleri ve Yogiler üzerinde yapılan ilmî araştırmalar, açlığın diğer bir ifâde ile orucun, iradeyi güçlendirdiğini isbat etmektedir.

İnsan, iradesinin za3aflığı dolayısiyle her an hata işleyebilir. Fakat her hata işlediğinde vicdanen huzur¬suz olur ve neticede tevbe ve istiğfar ederek Yara¬tanına yönelir. İşlenen suç ister maddî ve^ bedenî, ister ruhî ve manevî olsun mutlaka uygun bir cezası vardır. Bir ^uçlu, işlediği günaha ne kadar pişman olur ve vic¬dan azabı çekerse o kadar iç rahatlığına ve huzura ka¬vuşur. Cezada önemli olan, başkalarmm kendisini ce-, zalandırması değil, suçlunun bizzat kendisini cezalan¬dırmasıdır. Bir Müslüman için de, nefsinin Rabbine karşı yaptığı isyan ve hatalar karşısında nefsini, aç ve

susuz bıtakıiıak sûretiyle cezalandırmasından daha ra¬hatlatıcı ve huzür verici ne olabilir?

Oruç, riyâ ve gösterişi olmayan tek ibâdettir. Al¬lah'tan başka hiç kiırise, başkasının oruçlu olup olma¬dığını bilemez. Sadece Allah rızası için oruç tutan bir kimse, gizli ve açık her yerde Allah'tan korkmayı (Takvâ) oruç vasıtasıyla öğrenir. Bu korku ve sakınma, (takvâ) insanda, yaptığı bir şeyin küçüklüğü bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde, yahut yerin de¬rinliklerinde de bulunsa yine onu Allah'ın ortaya çıkar¬tacağı (Lokman, 31/16) inancından kaynaklanmakta¬dır. Böyle bir duyguya sahip olan insan, vicdanî bir ra¬hatlık ve huzur içindedir. Davranışlarını bu duygunun kontı^olü altında ölçülü yapar. Böyle kimselerde ruhî bozukluklar ve dengesizlikler ise, duygu, his, düşünce ve fikir birliği oluştuğundan fikir anarşisi yerleşip kök salamaz.

Orucun, heyecan ve korkulara, sinir ve şuur bo¬zukluklarına karşı büyük ve müsbet etkileri olmakta, özellikle sert ve ağır ruhî bunalımlara karşı sinirlerin dayanma gücünü artırıcı etkisi bulunmaktadır. Böyle-, ce oruç, bir yandan insanı rühen ve fikren rahatlatır¬ken, diğer yandan da gurur ve kibir diktatörlüğünü yı¬karak zararsız hale getirir ve insanın ruhî ve manevî hayatını dengeler.

Orucun, sinir sistemini ve ruhî hayatı koruyucu¬luk görevinin yanında ruh hastalıklarını tedavi edici yönü de bulunmaktadır.

Orucun Sosyolojik Faydaları

Oruç, zengin ilie fakir arasındaki eşitsizliği gide- resn ve bunlar arasında psikolojik ve sosyolojik bir den-

ge sağlayan ibâdettir. Zirâ oruç, zengine açlığın ne de¬mek olduğunu hatırlatarak, fakire karşi daha anlayışlı ve daha yumuşak davranmasını sağlar. Böylece oruç, zengin ile fakir arasında hissî bir yakınlık kurarak, fa¬kirin zengine karşı olan düşmanlığım önler.

Oruç, insanlardaki duygu ve hisleri yüceltip in¬celttiğinden daha çok yardımlaşmaya ve sadaka ver¬meye insanları teşvik eder ve aralarındaki sevgi, mer¬hamet ve şefkati artırır.

Oruç, İçtimaî hayatta bütün milleti belli bir disip¬lin altına sokarak, onları tek bir vücut gibi yapar. Böy¬lece fertler arasında his, duygu ve düşünce birliği sağ¬ladığı gibi, genel bir seferberlik ve savaş dürumlarında da milletçe sıkıntı ve ızdıraplara katlanmayı sağlar.

Orucun sosyoloji^ faydalarından biri de, askerî yöndedir. Asker, bazen ekmek ve su bulamiyabilir. Hattâ bütün bir gün veya gece yarılarına kadar savaş¬mak zorunda kalabilir. Her sene ramazanlarda bir ay oruç tutma ahşkanhğı kazanmış bir akser, böyle bir alışkanlığı kazanmamış bir askerden daha güçlü ola¬cak ve daha fazla sıkıntılara tahammül gösterecektir. İslâm Tarihinde görüldüğü şekliyle Müslümanların, özellikle Müslüman Türk askerlerinin kazandıkları za¬ferlerde büyük irade ve dayanma gücünün, dolayısiyle orucun büyük bir payı ve yardımı olmuştur. Aym şedi¬de midelerine ve keyiflerine düşkün insanlar, İktisadî buhranlar ve savaş sıralarında çok çabuk yılmışlar, moralmen çökmüşler ve sıkıntılara tahammül göstere¬memişlerdir. Gerek İstiklâl Savaşında ve gerekse son dönemlerde ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve sıkıntılar karşısında milletimizin gösterdiği büyük sabır ve tahammülün temelinde, diğer meziyetlerle birlikte dinine olan bağlılığı ve orucun fertler üzerinde yaptığı müsbet etkiniıi de payı meycuttur.

Oruç, insanlardaki şehevî duygu ve arzuyu frenli- yerek nesli ve cerniyeti bozan ve dejenere eden zinayı da önlemektedir. Öyle ki oruç tutmayan bazı insanlar, şehvetlerinin önünde bir kartopu gibi yuvarlanıp git¬tikleri halde, oruç tutanlar, ifadelerine ve aklına sahip olmakta, kendisini zaptetmesini ye nefsini meşru ihti¬yacına göre kullanmasını bilmektedirler. Bu nedenle Resûlüllah (s.a.) nefisleri ve şehvetleri azgın olanlar hakkında "Oruç tutsun, zira orucun büyük bir hüsn-i te'siri vardır" buyurmuşlardır. Oruç tutmayanlar, sab-retmesini de bilemezler. Hele refah içinde yaşayanlar, hiç oruç tutmazlarsa, bazı İnsanî değerlerini 3dtirebilir- 1er. Oruç, insana, İnsanî değerlerini hatırlatan bir ibâdettir. Bu nedenle toplum hayatında etkinliğe sa¬hiptir. Ramazan aylarında zekât ve sadaka gibi yar¬dımların çoğalması bunun bir kanıtıdır.

Orucun Tıbbî Faydaları

Oruç, insan sağlığını koruyan en mükemmel bir koruyucu hekimlik görevi yapmaktadır. Meselâ; öğren¬ciler devamlı yedi-sekiz ay ders yaptıktan sonra yaz ta¬tiline girerler. İşçiler ve memurlar da haftanın beş gü¬nünde çalışırlar, altıncı ve yedinci günlerinde istirahat ederler. Bütün insanlar, gün boyunca zihnî ve fızîkî güçlerini harcıyarak yorulurlar, fakat uyku onlara er¬tesi gün için, yepyeni bir güç kazandırır. Bunun gibi makinalar ve çeşitli âletler de dinlenmeye muhtaçtır¬lar. Bu nedenle araba, uçak, tren v.s. gibi şeyleri bir müddet çalıştırdıktan sonra dinlendiririz. İrademizin dışında ve durmadan yirmi dört saat çalışan midemizi ve hazım cihazlarımızı da dinlendirmek, elbette ki ge¬rekli ve hatta zorunludur. İşte oruç, onbir ay çalışan

midenin, bir ay müddetle dinlenmesini sağlamakta ve dolayısiyle insan vücuduna pek çok tıbbî faydalar ka¬zandırmaktadır. Özellikle bazı Avrupa ülkelerinde aç¬lığa yani oruca dayalı tedâvî medotları uygulanmakta¬dır. Hat+â dünyanın en meşhur sağhk evlerinden biri olan Dr. Henri La/î-ma/ıin Saksonya'nın Dresten şeh¬rindeki hastahanesinde oruçla tedâvî yapılmaktadır.

Buralarda tedâvînin esâsı, vücudu ihtiyaç fazlası olup da muhtelif organları rahatsız edön gıda artıkla¬rından kurtarmak ve hazım organlarına azıcık istira¬hat imkânı vermekten ibârettir. Bu usul umumiyetle hazım ve bedeni acıları, kalb ve diğer hastalıklarını, kan dolaşımı hastalıklânnı şifaya kavuşturur.^

Oruç, vücüdun hastalıklara karşı, mukavemetini artırır. Bu önemli tıbbî hakikati, İslâm orucu farz kıl¬mak suretiyle sağlamıştır.^ Bu gün dünyada bütün doktorlar, reçete yazmakla beraber, hasta nasıl yiye¬cek, ne yiyecâi ve ne kadar yiyecek v.s. gibi konularda da izahat vermektedirler. Böylece yiyeceklerin hasta¬lıklarla yakından ilişkisi bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. İslâm'ın "mide hastalığın evidir ' düs¬turu, yenilecek yemeklerin ne kadar Önemli olduğunu gösterirken, Hz. Peygamber'in de "Oruç tutunuz, sıh-hat'bulursunuz" sözii de orucun koruyucu hekimlik açısından önemini göstermektedir. Orucun daha pek çok tıbbî faydalarını saymak mümkündür. Ancak yu¬karıda zikredilen orucun faydaları ve insana kazandır¬dıkları, farz kılınmasındaki hikmetleri açıkça ve yeter¬li ölçüde belirtmektedir.

Oruç, Allah'ın Müslümanlara farz kıldığı bir ibâdettir. Müslüman bu ibâdeti faydaları için değil, Al¬lah'ın rızâsını kazanmak ve O'nunla beraber olmak için yerine getirecektir. Her ibâdette olduğu gibi oruçta da ihlas esastır. Zira ihlas, ibâdetlerin kabulünde ilk şarttır. Kim, sağlık için veya yukarıda zikredilen fay¬daları için oruç tutarsa, o kimse Allah için değil, Al¬lah'tan başkası için oruç tutmuş olur. Bu nedenle bir Müslüman orucünu Allah'ın emri olduğu için tutacak ve âsla niyetine riyâ karıştırmayacaktır. Ancak Al¬lah'ın farz kıldığı her ibâdette olduğu gibi oruçta da büyük hikmetler ve faydalar bulunmakta ve bir Müslüman, şartlarına riayet ederek tuttuğu oruçtan maddî ve manevî pek çok faydalar görmektedir.

Bir Müslümanın hem maddî hem de manevî yön¬den oruçtan istifade edebilmesi için, sadece midesine ve nefsine oruç tutturması kâfi gelmemekte, bunlarla birlikte diğer du50i organlarına da oruç tutturması ge¬rekmektedir. Nitekim bu konuda Peygamberimiz, "Kim yalanı ve yalan ile iş yapmayı terketmezse, Al¬lah'ın onun yemeyi ve. içmeyi terketmesine ihtiyacı yok¬tur." buyurmaktadır. Bu nedenle oruçlu bir Müslüman, İslâmî yaşayışına normal zamanlardan çok dik¬kat edecek ve orucunu zedelememeye dikkat edecektir. > Yoksa günümüz Müslümanlarından bazılarının yaptığı gibi, oruçlu iken yalanı ve haramları terketmek^ daha sonra yeniden yalan ve diğer haramlara dalmak İslâmî anla5^şla aslâ bağdaşma;z.

Oruçla ilgili bilinmesi gereken diğer bir husus da, orucun günlük çalışmaya mani olmayıp tabiî vazifeleri yapmaya bir engel teşkil etmediğidir. Oruç, çalışmamak için aslâ bahane olmamahdır. Zirâ İslâm dini, bü¬tün bir gece ibâdet ederek ertesi günü gevşeklik eden ve çalışmayan bir kimsenin bu davranışını aslâ tasvip etmez. Oruç demek, normal vazifeler yanmda daha faz¬la ibâdet etmek ve gayret göstermek demektir. Bir yandan gündelik işler normal seyrinde yapılacak, diğer yandan da oruç tutulacaktır.

Ayrıca oruç, daha çok yeme ve içme mevsimi de değildir. Günümüzde oruç sanki gece daha çok yemek için tutulmaktadır. Bu anlayış ve davranış'da İslâm'ın özüne ve ruhuna aykırıdır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ayıp ye kusurlardan uzak olarak tutulan orucun, oruç tutan kimseye hem dünyada ve hem de âhirette faydası ve yararı olacaktır. Bu dünyadaki faydası, in¬sanı güçlü ve iradeli kılması, sağlığını korumada insa¬na yardımcı olması, âhiretteki faydası ise, inşam Allah rızâsına nail kılmasıdır. Bu da normal bir insanda bu¬lunması gereken bir vasıftır. Nitekim Dünya Sağlık Teşkilatı, normal bir insanı şöyle tarif etmektedir; Normal insan, önce kendisi, sonra âilesi, sonra hısım ve akrabaları, sonra komşuları ve hemşehrileri ve son¬ra bütün dünya insanları ve hepsinden önce Allah'ı ile İ5d geçinen insandır.

Allah ile iyi geçinmenin yani ona iyi bir kul olma¬nın yolu da oruç tutmaktır. Bir başka ifâde ile oruç, in¬sana Allah ile iyi geçinmeyi sağlayan en önemli bir ibâdettir. Bu da orucun insana kazandırdığı en önemli husustur. Orucun insana kazandırdığı diğer şeyler ara-sında, Allah ile iyi geçinmek, bir mü'min için vazgeçil¬mez bir tutku olmalıdır. Bunun yolu ise sağlam bir kulluk ve ibâdet şuurudur.

 

 

 

 

 

 

 

 

İNSAN, NAZAR VE KUR'ÂN

Tabiî ve pozitif ilimler, insan zihninin tabiat olay¬larına adapte olması ve^bilinen metodların kullanılma¬sıyla kurulmuştur. Bilinen metodlar ise, gözlem, deney ve bu yollardan genellemeye veya çözümlemeye git¬mektir. Îlmî şüphe, araştırmanın başlangıç ilkesi, so¬ğukkanlılık, peşin hükümlerden uzak olma ve tarafsız¬lık; İlmî anlajışın ilk ve zorunlu şartlarıdır. Bu araştır¬ma metoduyla elde edilen İlmî neticeler, sade ye tek boyutludur. Ağırlığı olan cisimler, düşer veya su 100 derecede kaynar gibi, pozitif ilimlerin kesinliği "Defer- mİ7iİ2:m" prensibi, gereğidir. Pozitif ilimlerle meşgul olan ilim adamları, onun kurallarına da uymak zorun¬dadır. Fıtrî, kevnî kaideleri öğrenmek için gösterilen gayret ilmi hızlandırır.

Pozitif ilimler, kendi sahası ve konusu dışında ka¬lan mes'elelere karşı da tarafsızdır. Zirâ bu mes'elelere karşı müsbet ve menfi bir tavır içinde değildir. Din de, pozitif ilimlerin sahası ve yetkisi dışında kalan konu¬lardan biridir. Gerçi Din Psikolojisi ve Din Sosyolojisi gibi ilimler, dinin mahiyetini, nasıllığını, vahiy, Allah, melek, cin, cennet, cehennem ve âhiret gibi dinin özü¬nü ve esasını teşkil eden konuları değil, daha ziyade

insanların davranışlarında dışa yansıyan dinî konuları incelerler. Pozitif ilimlere ait saha ve smırlar ile, dine ait saha ve smırlar bu sebeble birbirinden tamamen farklı bulunmaktadır. Dinin sahası daha geniş ve şu- müllüdür. Pozitif ilimlerin gayesi tabiat olaylarım an¬lama, sınırlandırma ve kontrol etme olduğu halde; di¬nin gayesi, bu ilimlere ait kanunları ve prensipleri keş¬fedip onlardan faydalanmasını bilen insanın hidayeti ve mutluluğudur. Din, insanlarla, insanların; insanlar¬la Allah'ın ve insanlarla eşyanın arasındaki münasebe¬ti tanzim eder ve bunlara dair hükümler getirir. Bu¬nunla beraber Din, (kâinatın yaratılışı), Tneâd

(âhiret, öteki âlem) ve hayatın başlangıcı konusunda, haber ye bilgileri de ihtivâ'etmektedir. Kur'ân-ı Ke¬rim'de bu çeşit âyetlere "Kevnî âye^Zer" denilmektedir.

Her ne kadar tanıdığımız bu âlem, bir,takım ka¬nunlara bağlı ve her şey orada belirli ve gerekli (deter- mine) ise de, yeni gelişen modern fizikte, determinizm değil, ihtimâliyât kanunları geçerli olmaktadır. Nite¬kim Lauıs de Broglie, "Madde ve Işık" adlı eserinde determinizmin krizinden bahsetmekte ve yeni fizik bi¬ze ihtimâliyât kanunları verir demektedir.^ Pozitif ilimler, temelde matematik ile bir münasebet içinde¬dir. Gözlem ve deney sonuçlarının değerlendirilmesi esnasında akla ve mantığa dayanılması sebebiyle -az veya çok-bir metafizik yöne sahiptir.^ Bu açıdan pozitif ilimlere bakıldığında, neticelerinin kesin değil, muhte¬mel ve izâfi olduğu görülür. Ünlü filozof E. Boutro- wx'un felsefesi de tabiat kanunlarının İhtimali ve izâfi olduğu tezine dayanır.

Ayrıca Bilim Felsefesi açısından da bu meseleye bakıldığında, bilimin bütün meselelerimizi çözmeye yetkili sihirli bir değnek olmadığı, ancak belirli prob¬lemlere uygulandığında etkin olduğu genellikle bilin¬mektedir. Ne var ki, bilimin kapsam ve smırlarmı ke-sinlikle belirleme, çok zor olduğundan hangi mes'ele- nin İlmî incelemeye konu olabileceği hangi mes'elelerin olmayacağı öteden beri sürüp gelen bir tartışmadır.^ Kâpsam ve sınırları kesinlikle belirleme imkânı çok zor olan ilimlerin başında, sosyal ve beşerî ilimler gel¬mektedir. Psikoloji, Sosyoloji, Etnoloji, Antropoloji, Ekonomi, Eğitim, Teoloji ve Felsefe bu ilimlerden baş- hcalarıdır.

Pozitif ilimlerin konusu ve inceleme alanı içine he¬nüz dahil olmayan mes'elelerden biri de ''nazar"dvo. Bir başka ifâde ile nazar, hangi bilimin inceleme alanı içine gireceği veya girse, bile, o biUmin konusu içine gi¬rip girmiyeceği henüz gündemde değildir. Bu nedenle ilim açısından nazar konusuna önemli bir açıklık getir¬mek, bugün için pek mümkün değildir. Bununla birlik¬te nazar, parapsikolojik bir olay olarak ele alınmakta ve İncelenmektedir. "Ruhsal olayların ötesinde kalan hâdiseler" şeklinde ifâde edilen metapsişik olaylar, "nev’i şahsına münhasır" bir araştırma dalıdır. Bu gün için pozitif bir ilim dalı haline gelmiş de değildir. Fakat bu konuda önemli çalışmaların ve araştırmaların bu¬lunduğunu söyleyebiliriz. "Tabiî hayatta veya zihin ha¬yatında bugünkü İlmî metodlarımızla açıklanması mümkün olmayan olaylara metapsişik ve parapsikolo-jik denilir."'^

Bu araştırmamızda nazar problemini, din ve pa- rapsikoloji açısından ele alacak ve mümkün olduğu öl-

çüde çözümlemeye çalışacağız. Dinin nazara bakış açı¬sıyla, parapsikolojinin bakış açısını, birleştikleri ve ay¬rıldıkları noktalan göstermeye ga3rret edeceğiz.

. Din Açısından Nazar

"Nazar", Arapça asıllı bir kelimedir ve bakmak, göz atmak, görmek ve bir işi iyiden iyiye düşünüp ta¬şınmak anlamlarını ifâde eder,® Türkçe'de daha ziyade, "göz değmesi veya bakmak suretiyle maddî ve manevî bir etki meydana getirmek" anlamında kullanılır. Bu anlamda Arapça'da nazar kelimesi yerine "ayn" veya "isâbetul-ayn” tabirleri kullanılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, ayn kelimesini bu anlamda kullanmış ve "el-Aynu Hakkun"^ (Nazar gerçektir) buyurmuştur.

Nazar kelimesi, Arapça asıllı olmakla birlikte Türkçe'de anlam değişikliğine uğramış ve "ayn ' keli¬mesi karşılığında kullamlmıştır. Manzur, ayn ke¬limesine, ayn (göz!) ile isâbet etmektir, "isâbetul ayn" ise nazarla şiddetli isâbet etmek anlamındadır, der.^ Asım Efendiye göre, bu kelime, mastar olarak kulla¬nıldığı zaman göz değmesi mânâsına gelir. Bazı gözler¬de olan isâbet hassasına ayn denir ve neye nazar etse (baksa) isâbet e4er.®

Nazar'm varlığını, bilmeyen hemen hemen yok gi¬bidir. Bütün kavim ve toplumlarca da bilinen bir konu-

dur. Kur'ân-ı Kerim, nazarın varlığından açıkça bah¬setmese de, dolaylı olarak bahsetmektedir. Kalem sûresinin 68/51. ve 52. âyetleriyle Yusuf sûresinin 12/67. âyeti, nazarın mevcudiyetine işâret eden âyetlerdir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, bu âyetlerin muhtevâsmı, nazara işaret ettirirler ve bu âyetleri na¬zarla yorumlarlar. Kalem sûresinin 68/51. ve 52. âyetlerinde şöyle denilmektedir; "Rabbi onu seçip iyi¬lerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, Kur'ân'ı dinledik^ lerinde neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi."

Taberî, hu âyeti yorumlarken, Kureyşliler'in, Resûlullah'a "isâbet-i ayn" yani nazarla zarar vermeye özel bir itina gösterdiklerini kaydeder. Ayrıca İbn Ab- bas'm "gözleriyle yıkıp devireceklerdi" âyetini "gözle¬riyle O'na nüfuz etmek istiyorlardı" şe)Amû.e aiila.jıç yorumladığını nakleder.^ İbn K^sîr de bu görüşü ay¬nen naklettikten sonra, gözdeğmesinin ve etkisinin gerçek olduğunu söyler.^® Âlûşî, (ö. 1270/1854)'nin Kelbî'den yaptığı bir rivâyette şöyle denilmektedir: Arap asıllı bir kişi, yemek yemeden iki veya üç gün ça¬dırına çekilir, daha sonra oradan gelip geçen koyun ve deve sürüsüne bakar ve "gördüğüm bu koyun ve deve sürüsünden daha güzelini görmedim" derdi. Bunun üzerine o sürü hastalanır veya yere düşerek helâk olurdu. İşte nazar etmede de maharetli olan bu kişiye, Peygamberimiz'i çekemeyen IVtekkeli müşrikler, Hz. Peygamber'e nazar etmesini teklif etmişlerdi. O da bu teklifi kabul etmişti. Allah Teâlâ, bu âyetleriyle (Ka¬lem, 68/51, 52) Resûlü'nü korumuştu" Zemahşerî (ö. 538/1143) de ünlü eseri "el-Keşşâf"ında. buna benzer, bir rivâyeti nakleder. . v

Yusuf sûresinin 12/67. âyetinde ise Hz. Yaküb'un oğullarına şöyle dediği anlatılmaktadır;

(Mısır'a) bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin {de nazar değmesin) araa ben (ne yapsam) Al¬lah'ın takdirinden hiç bir şeyi sizden sauamam. Hü¬küm yalnız Allah'ındır." Elmalı lı Hamdi Ydztr, (ö, 1361/1942) bu âyetin yorumunda,"bu tavsiyenin sebe¬bi, toplu bir Surette göze çarpılmalarından ve bir hased ve gamze uğramalarından sakınmak idi"^^ şeklinde bir açıklama getirir, Taberî nin {ö. 310/922) beyânına gö¬re, Hz. Yakub, oğullarının nazara uğramasından kork¬muştur.^"^/Ö72 A6&as, Muhammed b. Ka'b, Mücâhid, Dahhâk ve Katâde nin bu kanaatte olduklarını ve Hz. Yakub'un nazardan korkarak böyle bir tavsiyede bu¬lunduğunu nakleder.^®

Müfessirlerin bu açıklamalarından anlıyoruz ki, Kalem sûresinin 68/51 ve 52. âyetleriyle Yusuf sûresinin 12/67. âyeti, zâhiren olmasalar da işârî ola¬rak nazarın varlığına işâret etmekte ve Hz. Yakub za- manmda Filistin'de, Hz. Muhammed zamanında da Arabistan'da nazarın bilindiğini göstermektedir. Naza¬rın varlığını kabul eden dinî delillerin başında hiç şüp¬hesiz hadîsler gelmektedir. Hadîslerde nazarın varlığı açıkça kabul edilmektedir. Bu konuda Şz. Peygamber şunları söylemiştir;

"Ay n (nazar) ger çektir

"Herhangi bir şey, kaderi değiştirecek olsaydı, bu nazar olurdu"^^

Hz. Peygamber, Ümmü Seleme nin odasında bir

 

kız çocuğu gördü. Bunun üzerine "Bu kızcağızı okutu¬nuz, buna nazar değmiş"

■ ■ ■ ■ ■■ ’ f. '

&. Hz. Aişe, Resûlüllah (s.a.) bana göz değmesine

karşı okunmamı emretti, dedi.

Bu hadîslerin haricinde tesbit edebildiğimiz bir kaç hadîs daha mevcuttur. Bu hadîsler, hadîs kitapla¬rından ziyade tefsir kitaplarında yer almaktadır. Bun¬lardan birinin aYAaım ş^ıd\L^. "Nazar gerçektir, zira na¬zar, deveyi kazana, insanı kabre sokar."^'^ Bu hadîslerden de anlıyoruz ki, nazar vardır ve Hz. Pey¬gamber nazarın varlığını kabül ederek Ondan sakınıl- masını ve koruyucu önlemler alınmasını istemiştir.

Nazar ile kıskançlık arasında çok yakın bir müna¬sebet mevcuttur. Elmalı h Hamdi Yazır, bu ilişkiyi şöyle ifâde eder: "Kıskançlıklarından az daha Hz. Pey¬gamberi nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözle¬rin de karşılarmdakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessür¬le kendinden bir gayze düşer, türlü türlü sû-i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî bunun hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman isâbet-i ayn, na¬zar değmesi yeya. nazar ta'hir olunur.

Nazarı kabul edenler veya etmeyenler bulunmuş¬tur. Mahiyeti ne olursa olsun nazar vardır. Mekkeli müşrikler, Kur'ân'ı işittikleri zaman onun belâgâtinin yüksekliğini ve fîz. Peygamber'in ona mazhariyetim son derecede kıskanmış ve hemen hemen yiyecek gibi bütün nazarlarını o'na dikmiş ve onu yok etmek iste¬mişlerdir.^^ Önemli tefsirlerde nazar konusu, özetle an¬latıldığı gibidir. Bazı yorum farklılıkları ve bazı farklı bilgiler hariç, aynı bilgiler, hemen hemen bütün tefsir¬lerde mevcuttur. Acaba bilim, bu konuda ne demekte¬dir? Dahia önce belirttiğimiz gibi, pozitif ilim ve pozitif ilim düşüncesine sahip ilim adamları tarafından, nazar pek kabûle şayan görülmemektedir. Zirâ izah edilmesi ve pozitif metodlarla açıklanması zor bir konudur. Özellikle tıp doktorları tarafından, bir hastalık sebebi olarak da kabul edilmez. Nazarın etkisine ve gücüne inanılmak. Fakat parapsikoloji ile uğraşan biliin adam¬ları ve bu konuya inanan kişiler, nazarın bilimsel yö¬nünü araştırmaya başlamışlar ye bir hayli mesafe de katetmişlerdir. Özellikle Sovyet Rusya'da bu tip araş¬tırmalar yoğunluk kazanmakta ve önemli sayılabilecek neticeler elde edilmektedir.

. P a r a p s i k olo j i' d e Nazar

Nazar, adı değişse de mahiyeti değişmeyen bir kavramdır. Mahiyeti ve etkisi açısından İslâm literatü¬ründeki nazar kavramı arasında hiç bir fark yoktur. Nazar kavramının Batı'dakı ifâdesi psikokinezid\Y. Nazar olayında, iyi niyet ve yoğuşmaya göre "alıcı ve verici uçlardan gelen bir ark" oluşmaktadır. Gıpta, özenme, imrenme gibi dostça duygular, hattâ ebeveyn¬lerin çocuklarına sevgisi, nazarın küçük dozda "uğr at¬ma" sebebidir. Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve süzülür. Asıl uğursuz nazar, "hased" duygusundan ge¬lişir. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikâm mevcut¬tur. Nazarın'dozajında, bu hased duygusunun şiddeti çok önemlidir. Hased duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarm gücü de o kadar şiddetli olur.

Sovyetler'in yaptıkları çalışmalara göre, hassas bir kimseyi yere devirmek de dahil, dalgın dalgın ba¬kışlar, bir etkiye sahip bulunmaktadır."^ Onların ünlü araştırıcılarından biri de Vladimir L. Durov'du. O, bir bilim adamı olmamakla birlikte, ciddî ve samîmi bir araştırıcıdır. Durov, insan ya da hajr^anlarm gözlerin¬den ışınlar çıktığı inancındadır. Ayrıca, o en vahşî hay¬vanların bile insan bakışlarıyla ehlileştirildiğini müşâhede etmiştir. Bir insanın ensesine bakmakla or¬taya çıkan te'siri araştırmıştır. Rus bilim adamları bu araştırma neticelerini değerlendirmişler ve "gözlerden çıkan ışınlarla etkinin variığma Kozalaksı Bez'in sebeb olduğu kanısına" varmışlardır.^®

"Gözlerin elektromanyetik ışınlar yolladığı konu¬su, bugün de Sovyetler Birliği'nde yoğun bir biçimde araştırılmaktadır. Yayının dalga boyu yaklaşık yüzde 8 mm. dir. Yani radyo dalgaları ile Inflaruj dalgalan ara¬sındadır."^® "Görüş ışını (ray of vision)'nm elektroman¬yetik karakteristiği hayvanlar arasında görülen misâller ile de ispatlanabilir. Meselâ; Tarla faresini ve¬ya bir tavşanın üzerine hücum etmeden önce konsant¬re olmuş bakışlarıyla ekseriye kurbanını paralize eden ve Asya çöllerinde yaşayan (Echis carinatus) adlı zehir¬li bir yılanı örnek verbiliriz. Ayrii,avlama metodu (ast- roscopus) adlı bir balık türü tarafmdan da kullanılır."

"Astroscopus balığı, günün mühim bir kısmın kar¬nı deniz dibine temas eder biçimde bekler durur, ağzı ve gözleri arkasındadır, yani sırtındadır. Balığın göz kasları bir elektrik hücre sistemini ihtivâ eder, küçük bir balık onun görüş sahası dahiline .geldiği zaman, astroscopus balığı gözlerini ayı üzerine konsantre ede¬rek onu derhal paralize eder, zavallı küçük balık ken¬dini büyük balığın ağzında bulur. Kurbanı paralize eden şey nedir? Gayet tabiîdir ki, küçük balık görünür görünmez astroscopus, elektrikî impulslar çıkararak kurbanının sinir sistemine gönderir ve onu paralize eder. Hayvanın gözlerinden intişar eden bu radiasyon, retina tabakasına intikal eden küçük balığın imajı ile görme duygusunun sebeb olduğu bir refleks hareketin¬den başka bir şey değildir."^'^

"Durov konsantre olmuş bir insan bakışıyla koba¬yın âdetâ dona kaldığını isbatlamıştır. Ancak ihsan, bakışlarını değiştirdiği zaman kobay derhal kendisine gelmektedir. Koba3nn gözünün biraz altına ve biraz üs¬tüne doğru bakıldığında verilen bir emre de itaat ettiği tesbit edilmiştir. Bu durama göre görüş ışını, (the ray of Vision) gözden intişar eden yönelmiş "bioradias- yon"lu dar bir huzmeden ibarettir. Kasıtlı yani kon¬santreli bakış, görüş ışını ile birlikte retinadan keza beyinin optik lobunda bulunan emsalsiz radiasyon ay- gıti mikroanteninden intişar eden azami radiasyon miktarını taşır. Enerji çıkışı, beynin optik bölgesi sinir hücrelerinden husule gelmektedir. Bu maksimum güç, etkileyici bir tesir meydana getirmektedir. Bir şahsın konsantre olmuş bakışı, diğerlerinin retina tabakasına ve oradan da beynine nüfuz etmektedir. Bir şahsın ve¬ya bir hayvanın gözüne yöneltilen konsantreli bakış hafifçe değiştirilirse, bu bakış etkileyici tesirini kaybet¬mektedir,

Bilindiği gibi gözümüz, mercek objektifli bir fotoğ¬raf makinesidir. Göz merceğimiz ile bir büyütece etki¬yen fizik yasaları tıpatıp aynıdır. Buzu uygunca yonta¬rak elde edeceğimiz bir mercekle, kutuplarda bile ateş yakabiliriz. Bunun ilkesi son derece basittir. Buz mer¬cek, gün ışınlarını odağında toplar ve yoğuşan enerji, ısı enerjisine dönüşüp söz gelimi elimizdeki kağıdı tu¬tuşturur.

Göz merceği yalnızca dışarıyı gören bîr pencere değildir. Tıp bugün "göz dibi" muayene yöntemiyle dı¬şarıdan da içeriyi görebiliyor, beyin ve bedendeki tü¬mörleri teşhis edebiliyor. Öyleyse göz, iki yanlı gören, gösteren bir penceredir. Ayarlanabilir göz merceği, kem gözlünün menzilini de ayarlar. Buna yakalanan kişi kendi iç göz küresince odaklanmış olur. Yüklenen yabancı enerji, optik sinir (görme siniri) aracılığı ile be¬yindeki görme bilgi-işlem merkezine iletilecek iken ge¬ri besleme sistemi tarafından yabancı prosese, uyku merkezine aktarılır. Uyku merkezi de aldığı magnetik uyarıyla "esneme" denen uyku hazırlığına girer. Tıp es- nemejd tabiî olarak tanımlamıştır. Bu, kısaca, oksijen yetersizliğinden oluşan bir reflekstir. Oysa esnemenin bu tanımı, "bulaşıcı esnemeyi" açıklayamıyor. Esneyen bir kedi yavrusu bile yığınla insanı esnetebilir. Esneme gerçekten "yabanci işgalci bir gücün etkisine girme" hazırlığıdır. Hipnotizma, magnetizma, nazar, beddua ve benzeri uğratmalar, trans^yamk uyku halleri, ya¬bancı bir kimlik tarafından benliğimizin tutsak alın¬ması, uyku merkezinin yabancı magnetik alana teslim olması demektir.^®

. Nazara K a r ş ı K o r u n ma Y olları

Hastalık ve şifâ konusunda Kur'ân-ı Kerim'in in¬san zihnine yerleştirmek istediği şey, "Hastalandığım¬da hana şifâyı veren Allah’tır, "^‘^ anlayışıdır. Kur'ân'da inananlara şifâ ve rahmet olan âyetler vardır Kur'ân'm amacı, inananları korumak ve kollamaktır. Mü'minler, Kur'ân’da dünya ve âhiretlerine ait dertle¬rinin şifâsını bulurlar. Kur'ân İnsanın hastalanmasını ve sağlığını yitirmesini istemez. Şayet hastalanırsa, o zaman da Hz. Peygamber'in şu emri uyarınca tedâvî olması gerekir: "Ey Allah’ın kulları tedâvî olunuz. Al¬lah verdiği her hastalığın şifâsını da yaratmıştır."^^ Önemli olan, hasta olduktan sonra tedâvî olmak değil, hastalığa yakalanmamak ve sağlığı korumaktır.

Nazar insanlara etki eden ve onların sağlığını bo¬zan önemli sebeplerden biridir. Hz. Peygamber'in ifâdesiyle "Nazar gerçektir ve deveyi tencereye, insanı kahre koyar."^^ Gerçek bir hastalık sebebi olan nazar¬dan korunmak için, gerekse nazara uğrayan kişinin nazardan kurtulması için okumak gerekir. Râzî'ye gö¬re, nazara uğrayan kişi. Kalem sûresinin 68/51. ve 52. âyetlerini okumalıdır.^® Aynı kanaati hemen hemen bütün müfessirler paylaşmaktadır.^® Hz,'Peygamber, nazara uğrayan bir kız çocuğunun; okunmasını istemiş¬tir.^^ Ebû Sa'îd kanalıyla rivâyet edilen bir hadîste, Hz. Peygamber'in muavvizeteyn sûreleri (Felak ve Nâs sûreleri) nâzil oluncaya kadar insanların ve cinlerin nazarlarından Allah’a sığındığı açıklanmaktadır.^^ Hz. Âişe de, Resûlüllah'm, nazara karşı kendisine okunma¬sını emrettiğini söylemektedir.^®

Ebû Davûdün Enes h. Mâlik,‘^^ İbn Mâce’nin Hz. Aişe vasıtasıyla yaptığı nakillerde, Hz. Peygamber; nazara karşı okuyarak tedâvî etmeye müsaade etmiş¬tir. Kendisine bir hastalık geldiğinde de Hz. Peygam¬ber, Allah'a duâ etmiş ve "Ey insanların Rabbi, sıkın¬tımı gider, şifâsını ver, şifâ veren sensin, senin şifândan başka şifâ yokturdemiştir. Ayrıca Hz. Pey¬gamber, "Fatiha sûresi, her hastalığın şifâsıdır. "Devaların en hayırlısı, Kur'ân'dır." buyurmuştur. "Namaz kıl, zirâ namazda şifâ uarrfır. " demiştir.

Hz. Aişe, "Resûlüllah (s.a.) göz değmesine okun¬masını bana emretti" demiştir."^® Buharî'nin ilk şârihlerinden Hattabî, (ö. 388/998) Resûlullah'tan na¬zara ve göz değmesine karşı Ayetü'l Kürsî gibi Allah'ın isim ve sıfatlarım hâvî âyetlerin okunmasını emrettiği¬ni söyler. O'na göre bu okunma, ruhânî tedavidir".'^® Elmalı'lı Hamdi Yazır'a göre de, göz değmesi, nefse ait bir iştir, bu nedenle ruhanî bir nefes ve telkinin fay¬dası çok açıktır.^^

Nazara karşı Hz. Peygamber'in okuduğu âyetlerin başında Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerindeki âyetler gelmektedir. Bu âyetler arasında "Hased ettiği zaman hesetcinin şerrinden"Allah'a sığınma emri vardır. Bu emirle nazar arasında yakın bir münasebet mevcuttur. Allahj hased eden kişinin şerrinden kendi¬sine sığınılmasını emretmektedir. Hz. Peygamber de, nazara karşı bu âyetleri okumuştur. Nazarın oluşma-

sında hased duygusunun ve kıskançhğın etkin bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Okunan bu âyetler, kem göz¬lerden çıkan ışınlara karşı, sanki koruyucu bir kalkan olmakta veya insan vücudunun etrafında koruyucu bir manyetik alan meydana gelmektedir. Böylece kem göz¬lerden çıkan etkileyici ışınlar, bu koruyucu alana çarp¬makta ve geri yansımaktadır. Nazar ve şe3İ:âmn vesve¬sesine karşı en güçlü önlem de budur. Bunun dışındaki önlemleri meselâ, nazar boncuğu ve saire gibi maskot¬ları, İslâm Dini kesinlikle reddeder ve âslâ bunları meşru görmez. Nazar boncuğu ve saire gibi maskotlar, bâtıl veya tahrif edilmiş dinlerden Müslümanların ha-yatına girmiş bâtıl itikadlardan sayılır.

Okumanın nazara karşı en etkileyici bir önlem ol¬duğu kesin olmakla beraber, okumanın nasıl etki ettiği hususundaki görüşler, birer varsayımdan ve tahmin¬den ibârettir. Okumanın nasıl etki ettiğini ve nasıl bir önlem olduğunu kesinlikle bilemiyoruz. Ancak nazara karşı en etkilejdci önlemin okumak Olduğunu biliyo¬ruz."^® Sovyet Rusya'da psikokinezi (nazar) konusunda bir çok deneyler yapılmakta ve bü olayı açıklayan bazı teoriler ileri sürülmektedir, Bu teorilerden biri de in¬san vücudunun dışında onu çevreleyen bir kuvvet ala¬nının bulunduğudur. Buna -Canlı organizmalarda gö-rülen bu enerji alanına- Awm denir. Zihin bu enerji alanım-etkiler.

Aura enerji bedenimiz, fiziksel acılardan, dış et¬kenlerden, fiziksel değişimlerden ise hiç etkilenmiyor. Duygusallıkta, düzgünlüğünü jdtirip yumuşamakta; savaş, kin, öfke gibi durumlarda çiçeğimsi, kızılkahye bir renk oluşturuyor. Kişi gerilim (stres) içindeyse, au- ra ışıması tümüyle kızıl-kahve rengine dönüşüyor. Öf-

Celal Kırca, Kur an-ı Rerîm'de Fen Bilimleri, İstanbul, 1984, s. 218. ,

A. Davut Targan, Güner Ünal, Evren-Evrim ve İşpirtüalizm, Ankara Tarihsiz, s. 123.

ke ariında saçaklar, dikenleşir kibir ve büyüklük komplekslerinde canlı renglerle bezenmiş sert bir fırça¬yı andırır.®^ însan aufa'sıyla nazar arasında kurulacak bir münasebet, kısmen de olsa nazarın İlmî açıklaması¬nı sağlıyabilir. Zirâ bu konuda yapılan çalışmalar, jrıla- nm sekizinci renkten başka dokuzuncu renk olan mor ötesini de gördüğünü doğrular mahiyettedir. H F (yük¬sek alan) fotoğraf tekniği ile yılanın nazar mekanizma¬sı, yani göz magnetizması filmleri, bize dokuzuncu ren¬gin nazar İle ilişkisini yorum olarak getirmektedir.®^

. F o 1 k 1 o r d a N a z a r

Din'de ve parapsikolojide nazarın varlığı kabul edil.diği gibi folklorik araştırmalarda da nazarın varlığı kabul edilmektedir. Zirâ yapılan araştırmalarda halk, nazarın varlığını kabul etmekte ve buna çare olarak değişik usul ve yollara başvurmaktadır. Bunlar arasın¬da nazar boncuğu takmak, maskotlar kullanmak, kapı¬lara at nalı veya at kafası takmak gibi şeyler ön sıra¬larda yer ahr. Bulgaristan'da yaşayan Türkler arâöin- da yapılan bir araştırmada, nazar değmesin diye ço¬cuklara, hayvanlara, genç kızlara, mavi boncuk; püs¬kül veya iplik takıldığı, tesbit edilmiştir.IDoğü Anado¬lu'da hamile kadına daha çok nazar değdiği iiıâhcı yay¬gındır;®^

Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğrencile¬rinden Nureddin Durmuşlar'ın Adıyaman ve çevresinde ve Mustafa ün Adana ve çevresinde lisans tezi olarak yaptıkları sosyolojik araştırmalarında bu yörelerde yaşayan halkımızın hemen hemen tamamına yakınının nazara inandıklarını tesbit etmişlerdir.®® Bunlardan Adıyaman ve çevresinde yapılan araştırma¬ların sonuçlarına göre, toplam deneklerin nazar hak- kmdaki bilgileri, % 67'sininki din e, % 33 unkü ise /bZ^Zor'a dayanmaktadır. Erkeklerin % 4 u nazar ko-nusunda yeterli bilgiye sahip iken % 94 u yeterli bilgi¬ye sahip değildir. % 2 ise çevap vermemiştir. Kadınla¬rın ise % 30'u yeterli bilgiye sahip olduklarını söyler¬ken, % 70'i ise yeterli bilgiye sahip olmadıklarım söyle¬miştir.

Erkeklerin % 54 u okunarak, % 18'i muska ve ha- meli takarak, % S’i nazar boncuğu takarak, % Si başka şeyler takarak, % 12'si ise bunların dışında başka şey¬ler yaparak nazara karşı Örilem alı^aktadırlar.

Kadınların % 52'si okunarak, % 6'sı muska ve ha- meli takarak, % 22'si nazar boncuğu takarak, % 2'si başka şeyler takarak, % 18'i ise (cevapsız) nazara karşı önlem almışlardır. Erkeklerin % 66'sı nazara karşı al¬dığı önlemleri bilerek değil de, halktan öyle gördüğü için yaptığını, % 14'ü ise bilerek yaptığını (% 20 ise ce¬vap vermedi) söylemişlerd.ir. Kadınların ise, % 38'i bi¬lerek (% 16'sı cevapsız) önlem almışlardır.

Din eğitimi görenlerin % 30'u nazar konusundaki bilgilerinin yeterli, % 70'i ise yetersiz olduğunu söyle¬mişlerdir. Din ektimi görmeyen kişilerin ise, % 91'inin nazar konusundaki bilgisi yetersiz, % 7'sininki yeterli, (% 2'si cevapsız) dir. Toplam ankete katılan 100 kişi¬den % 17'sinin nazar konusundaki bilgisi yetersizdir.

Dinî eğitim görenlerle dinî eğitim görmeyenlerin nazara karşı aldığı tedbirler mukayese edildiğinde şu çarpıcı tablo ortaya çıkar: Dinî eğitim görenlerin % 63.6'sı okunarak, %15.9'u muska ve hameli takarak, % 13.6'sı nazar boncuğu takarak, % 2.3'ü bunların dışın¬da bir şey takarak nazara karşı tedbir almaktadırlar. % 4.6'sı ise cevap vermemiştir. Dinî eğitim görmiyenle- rin % 44.6'sı okunarak, % 8.9'u muska ve hameli taka¬rak, % 16'sı nazar boncuğu takarak ve % 7.2'si ise baş¬ka şeyler takarak tedbir almışlardır. % 23.2 si ise ce¬vap vermemiştir. Toplam ankete katılanların % 53 u nazara karşı okunarak tedbir almaktadır. Çoğunluk okunarak nazara karşı önlem almaktaysa da bu oran yeterli değildir. Zirâ bir çok kişinin nazar boncuğu ve muska gibi şeylerden halâ meded umduğunu görüyo¬ruz. Bu araştırma, nazarın folklorumuzda da yaşadığı¬nı göstermektedir.

Netice: /

Nazar, folklorumuzda ve dünya folklorunda yaşa¬yan bir gerçek olaydır. Batı'da psikokinezi adıyla bili¬nen nazar, Sovyet Rusya'da da bilinmekte ve bu konu¬da önemli araştırmalar yapılmaktadır, Kur’ân, nazarın varlığına dolaylı olarak temas etinekte ve daha ziyâde hadîsler, nazarın varlığını açıkça ifâde etmektedir. İslâm Dini, folklorumuzda yaşayan nazardan korunma önlemlerini reddetmekte, bunun yerine okunarak na¬zardan korunma3Q emretmektedir. Okuma, insanı na¬zardan korumakta ve etkisini yok etmektedir. Okuyan ve günlük namazlarını kılan bir insan, nazara uğra¬maz ve ondan emin olur.

 

 

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

KUR'ÂN ve EĞİTİM

TEBLİĞ METODU AÇISINDAN KUR'AN'IN NÜZÛLU

Hz. Muhammed, İslâm dinini insanlara, sadece getirmekle kalmamış, üstelik bu dini, onlara en mü¬kemmel biçimde öğretmiştir. O, bir yandan içinde bu¬lunduğu toplumu eğitirken, bir yandan da öğreticilik görevinde bulunmuştur. Hz. Peygamber'in asıl görevi, tebliğ olmakla birlikte^ O, eğiticilik ve Öğreticilik göre¬vini de üstlenmiş ve bunu açıkça ifâde etmiştir. Nite¬kim Hz. Peygamber, "Allah beni tebliğ edici olarak gönderdi."^ ve "Ben bir öğretici olarak gönderildim."^ buyurarak her iki görevini, gayet net bir şekilde açık¬lamıştır.

Eğitim ve öğretimde istenilen ve arzu edilen şey, kolay anlaşılandan zor anlaşılana, basit olanmdan kar¬maşık olanına, maddî olanından mücerret olanına ge¬çilmesi ve böyle bir metodun takip edilmesidir. Kur'ân'ın ilk muhatabı cahiliyye Arapları ve daha son¬ra O'na muhatap olacak diğer insanlar için, yeni bir din olan İslâm'ı yaymak, tebliğ etmek ve öğretmek için de aynı yol takib edilmeli, kalblere sokulmalı ve oraya

İ5ni yerleştirilmeliydi. Hz. Peygamber bir mübelliğ^ eği¬tici ve öğretici olarak bu hususa önemle ria;yet edip, tertip, mantık ve fikir silsilesine hârfîyyen uyduğu gi¬bi, Cenâb-ı Hak'da, Kur'ân'm nüzûlünde bu metodu uygulamış ye O'nu kısım kısım, parça parça Peygam¬ber'e indirmiştir.Bu husus, Kur'ân'm 23 senede in¬sanların ihtiyaçlarına ve kâbiliyetlerine göre değişik zaman ve mekânlarda inmesinin hikmetleri arasında ilk sırayı almakta ve insanların psikolojik ve sosyolojik hayatlarının tabiî gelişmesine de uygun bulunmaktadır.

Kur'ân'ı tebliğ eden, anlayan, yorumlayanye emir ve yasaklarını uygulayan Hz. Peygamber olmakla be¬raber, O'nu peygamberine indiren de Cenâb-ı Hak'dır. Hz. Peygamber'i, nübüvvet ve risâlete hazırlayan, O'nu eğitip yetiştiren de jdne Allah'tır. Bu sebeble Hz. Pey¬gamber'in bir mübelliğ, eğitici ve öğretici olarak takip ettiği usul ve metodun, Cenâb-ı Hakk'ın kontrolünde bir metod olduğu anlaşılmaktadır. Zirâ Hz. Peygam¬ber'in getirdiği dinin yeniliklerini, içine aldığı kavram¬ları ve savunduğu fikirleri, nasıl insanlara sunduğunu ve nasıl bir metod takip ettiğini bilmemiz, Kur'ân'm tebliğ metodunu bilmemiz demektir. Her ne kadar nü¬büvvet ve risâlet Hz. Peygamber'le sona ermiş ve O'ndan sonra yeni bir peygamber gelmiyeceği açıkça ifâde edilmişse de,® risâlet sahibi Hz. Peygamber'in tebliğ, eğiticilik ve öğreticilik vasıflarının kesinlikle de-vam ettiği de açıklanmıştır.® Hz, Peygamber'in nübüv¬vet ve risâlet vasfında olmasa da tebliğ ve öğreticilik vasfında Müslümanlar, O'nun halefi ve mirasçıları ol¬muştur.

Kuran, Hz. Peygambere tam 23 senede nâzil ol¬muştur. Bu müddetin 12 sene 5 ay 13 günü Mekke'de, geriye kalan 9 sene, 9 ay, 9 günü de Medine'de geçmiş¬tir.^ Bü 23 senelik nübüvvet müddeti içinde Kur'ân, Hz. Peygamber'e birden ve topluca değil de, parça pâr- ça ve kısım kısım inmiş, ancak Levh-i Mahfuz tertibi üzerine indirilmemiştir. Kur'ân'm şu andaki tertibi, Levh-i Mâhfuz'daki tertibine uygundur. Yani Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'daki tertibi ile elimizdeki Kur'ân'ın tertibi arasında bir fark yoktur.

Zer^eşî, bu konuda bilgi verirken "Kur'ân, Levh-i Mahfuz'daki tertibine uygun tertip edilmiştir"^ demek¬tedir. Yine Zerkeşî'ye göre, Kur'ân'ın nüzûl tertibi baş¬ka, tilâvet tertibi başkadır.®

Acaba neden Hz. Peygamber Kur'ân'ı nüzûl sırası¬na göre tanzim etmedi de, tilâvet sırasına göre tanzim etti? Veya Kur'ân, acaba neden tilâvet tertibi, yani eli- . mizdeki mevcut Kur'ân'ın tertibi üzere Fatiha sûresinden başhyarak sırasıyla indirilmedi de, 96. sûre olan "Z^ra'" sûresinden indirilmeye başlandı? Acaba neden nüzûl tertibi başka, tilâvet tertibi başkadır? Ne¬den Kur'ân, birden ve topluca indirilmedi de parça par- çia, kısım kısım indirildi?

Bu soruların mutlak doğru ve kesin cevaplarını ve hikmetlerini ancak Allah bilebilir. Bizim kesin olarak bunları bilmemize de imkân yoktur. Zirâ bu konuda bi¬ze intikal eden herhangi bir hadîs veya haber bulun¬mamaktadır.

KUR'ÂN'IN NÜZÛLÜ

"Nüzûl”, hİY şejdn yukarıdan aşağıya inmesi de¬mektir. "înzâl" ise bir şeyi yukarıdan aşağıya indir¬mek demektir. Tenzîl de aynı anlamda kullanılmakta¬dır.^^ Bununla birlikte "Tenzîl"de, yavaş yavaş ve par¬ça parça indirmek, anlamı mevcuttur. Kur'ân-ı Kerim, tenzîl suretiyle yavaş yavaş ve parça parça inmiş ve bu tür inişe, "müneccemen riüzûl" adı verilmiştir.^^

Kur'ân-ı Kerim'in, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak irâdesi ve kelâmından Cibrîl vasıtasıyla peygamberimiz Hz. Muhammed'e gelinceye kadar, üç ana indirilişi olmuş¬tur. Bu indirilişler, gerek Kur'ân-ı Kerim'de ve gerekse Hadîs-i Şeriflerde açıkça beyân edilmektedir.

KUR'ÂN'IN İNDİRİLİŞ MERHALELERİ;

Kur'ân'm, Cenâh-ı Hakk'ın m u t- lak i r â d e s i ve k el â m ı n da n Levh-i Mahfuz'a indirilişi:

Bu indiriliş, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanmak- tadır. "Ey Muhammed!. Doğrusu sana vahyedilen hu kitap, Levh-i Mahfûz'da hulunan şanlı hir Kur'ân'dır."Doğrusu hu kitap, sadece arınmış olan¬ların okuyabileceği, saklı hir kitapta mevcutken âlemlerin Rahhı tarafınc^an indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerim'dir."Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209) bu iki âyette geçen "hevh-i Mahfuz" ile "/z Kitâhin Meknûn" (saklı bir kitap)'un aynı şey olmasının ihtimal dahilin¬de olduğunu söyler.^® Zirâ O'na göre bu iki âyetten maksat, Kur'ân'm korunması ve muhafazasıdır. Nite¬kim Kur'âri-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ı biz indirdik ve mutlaka onu biz koruyaca- ğiz. bujmrmaktadır:

Bu indirilişin ne vaktini ne de şeklini bilmeye muktediriz. Allah'dan başka hiç kimsenin bunu bilme¬si de aslâ mümkün değildir. Bu indiriliş, bir defa olmuş ve aslâ parça parça olmamıştır. Ayetin zâhirî anlamın¬dan anlaşılan mânâ da budur. Zirâ Kur'ân'in Peygam- berimiz'e parça parça indirilişinin sırlarını ve hikmet¬lerini bu tür indirilişte düşünmek aslâ mümkün değildir.ıs

Bu indirilişin hikmetini, bizzat Levh-i Mahfûz'un var oluşunun umumî hikmetiyle açıklayabiliriz. Cen^b-ı Hak, Levh-i Mahfûz'un var oluş hikmetini şöy¬le açıklamaktadır: "Yerj'^zMn.e ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o, Kitab’da (Levh-i Mahfûz) yazılmış bulunma¬sın. Bu Allah'a çok kolay dır."

KUR'ÂN'İN LEVH-İ MAHFÛZ'DAN İNDİRİLİŞİ

Kur'ân-ı Kerim, ikinci olarak Levh-i Mahfûz'dan dünya semasına indirilmiş ve orada muhafazaya alm-

mıştır. Bizzat Kur'ân-ı Kerim bu indirilişi açıklamakta ve şöyle demektedir;

"Biz O'nu mübarek bir gecede indirdik.

h) "Biz O'nu kadir gecesinde indirdik.

"Ramazan ayı ki, onda Kur ân indirildi.

B u iiç âyet de aynı şejd ifâde etmekte ve Kur' ân-ı Kerim'in indirilişini açıklamaktadır. Birinci âyet, Kur'ân'ın mübârek bir gecede; ikinci âyet, kadir gece¬sinde; üçüncü âyet ise. Ramazan ayında indirildiğini beyân etmektedir. Ebû Şâme, mübârek gecenin Kadir gecesi olduğunu söylemektedir.^^

Bilinen ve gerçek olan bir husus var ki, Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'e bir defada değil, yavaş yavaş ve parça parça tam 23 senede nâzil olmuştur. Öyleyse bu âyetlerde beyân edilen indiriliş, Hz. Muhammed'e olan indiriliş değildir. Bu âyetlerde beyân edilen indiri- lişten maksat, Kur'ân'ın dünya semâsına olan indirili- şidir. Hemen hemen bütün müfessirlerin ittifak ettiği görüş de budur.^^

Ayrıca bu konuyu açıklayan hadîsler mevcuttur. Belki de müfessirleri, bu kanaate sevkeden, âyetlerin zahirî anlamı ve tarihî yâkıamn yanında bu hadîsler olmuştur. Tarihî vâkıadan maksat, Kur'ân'ın parça parça ihdirilişidir.

Pek çok rivâyet tefsiri, 767i A66as'dan şu riyâyetleri nakletmişlerdir:

îkrime diQTi\ Kur’ân, kadir gecesinde tek bir ki¬tap halinde dünya semâsma indirildi. Bundan sonra da

O, yirmi küsur senede Hz. Peygamber'e indirildi.

Saîd 6. Cübej/r'den: Kur'ân, zikirden fasledildi ve dünya semâsındaki Beytul-İzzet'e konuldu. Cibrîl daha sonra O'nu Hz. Peygamber'e indirmeye başladı.

Saîd b. C^öej^r'den: Kur'ân dünya semâsma bir defada indirilmiştir.

"Kur'ân tek bir kitap olarak indi, dünya semâsındaki Beytü'l-İzzet'e konuldu."

Celâleddiri es-Suyûtî (ö. 911/1505) îbn Abbaş'dan mevküf olarak nakledilen bu hadîslerin hepsini sahih olarak kabul etmekte ve kendisi de ei-îtkân adlı ese¬rinde bu hadîslere yer vermektedir.^®

ez-Zürkânî ise, hadîslerin sahih olduğunu söyle¬yen Suyûtî'ye katılmakta ve "İbn Âbbas'm bu hadîsleri kendi reyi ile söylemesi imkânsızdır. İsrâiliyyâttan ol¬ması ise aslâ mümkün değildir" diyerek, bu hadîslerin merfü olduğunu söylemektedir.^^

Elmalı'lı Hamdi Yazır da bu rivâyetleri aynen nakletmekte ve bu konuda şöyle bir açıklık getirmek¬tedir. "Kur'ân, tek bir kitap olarak kadir gecesinde

Levh-i Mahfûz'dan dünya semâsına indirildi ve Bey- tü'l-İzzet'e konuldu. Cibril onu sefere adındaki meleğe imlâ etti. Daha sonra da O'nu Hz. Peygamber'e parça parça indirdi. İlk indirdiği âyet ile son indirdiği âyet arasında yirmi üç senelik bir zaman geçti.

Ancak İ&72 Cerîr et-Tah er ı nin naklettiği iki rivâyette, a) Kur'ân'm topluca dünya semâsına indiği,

Kur'ân'm evvelinin kadir gecesinde nâzil olduğu be¬lirtilmektedir. Bunun için müfessirler, tefsirlerinde bu iki yön üzerinde durmuşlardır."^®

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur'ân topluca dünya semâsına inmiş ve Cibril, Kur'ân'm ilk âyetini Pey- gamberimiz'e kadir gecesinde getirmiştir.

Ancak bazı İslâm âlimleri, bu görıışe katılmamış¬lardır. Meselâ, Mâlikî fukahasındanel-Arahî (Ö. 533/1138) "Ahkâmu'l-Kur'ânında. "Allah ile Cibril, Cibril ile Hz. Muhammed arasında bir vasıta olamaz" diyerek bu görüşü reddetmektedir.^® Fakat çoğunluk Kur'ân'in, önce dünya semâsındaki "Beytul-Izzet"e, oradan da Hz. Peygamber'e indiğinde hemfikirdirler.

Kur'ân-1 Kerim'in Hz. Peygamber' e yirmi üç senede parça parça ve zaman zaman inzâli.

Hz. Peygamber 40 yaşında peygamber olmuştur. Mekke'de peygamber olarak 13 sene kalmış ve hicret¬ten sonra 10 yıl yaşamıştır. Böylece Hz. Peygamber'in 23 yıllık nübüvvet hayatı olmuştur. Bu müddet içinde vahiy, Hz. Peygamber'e devamlı gelmiş ve asla kesil-

memiştir. Son vahyinden bir müddet sonra da peygam¬berimiz vefat etmiştir. Bizzat Kur'ân-ı Kerim, âyetlerin parça parça indiğini beyân etmekte ve şöyle buyur¬maktadır:

"Kur'ân'ı, insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm indirdik ve onu gerektikçe indirdik.

"İnkâr edenler: Kur'ân ona bir defada indirilme¬liydi, derler. Oysa biz onu böylece senin kalbine yerleş¬tirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır oku- ruz."^'^

Nitekim Kur'ân, hazan küçük bir sûre, bazen de beş veya on âyetlik bölümler hâlinde nâzil olmuştur. "İfk o/ayj" üzerine inen Nûr sûresinin 24/11-21. âyetleriyle Mü'minûn sûresinin ilk on âyeti bu ölçünün açık örnekleridir.^^

Bu konu o kadar sağlam ve kesindir ki, hiç bir İslâm âlimi bu mevzuda ihtilâf etmemiştir. Bütün âlimler bu konuda görüş birliği içindedirler. Meselâ İbn Fûrek: "Tevrat bir defada indirildi. Zirâ o, okuma yazma bilen bir peygambere indirilmişti. Kur'ân, parça parça indirilmiştir. Zirâ o, okuma yazma bilmeyen ümmî bir peygambere indirilmiştir."^^ demektedir.

Kur'ân-ı Kerim'in, Hz. Peygamber'in hayatında toplanmamış olması da bunu isbat etmektedir. Zirâ va¬hiy devamlı gelmekteydi. Vahiy geldiği müddetçe de Peygamberimizin Kur'ân'ı cem' etmesine imkân yoktu. Bunun için de Kur'ân Hz. Peygamber'in hayatında cem'e dilmemiş, ancak vefaatından sonra Hz. Ebû Be¬kir döneminde bir araya getirilerek bir kitap halinde toplanmıştır.

KUR'ÂN-I KERİM'İN PARÇA PARÇA İNDİRİLİŞİNDEKİ HİKMETLER

Kur’ân-ı Kerim, insanları doğru ve hak yola götü¬ren bir hidâyet kitabıdır. Bunun için de muhatabı in¬sandır. Bu nedenle Kur'ân, insanın Yaratıcısı ile, insa¬nın insanlarla ve insanın eşya ve kâinatla Olan münâsebetlerini ele almış ve bir takım kanun ve pren¬sipler getirmiştir. Fakat Kur'ân-ı Kerim, insanın Yara¬tıcısı ve diğer insanlarla olan münâsebetlerine dair ge¬niş açıklamalarda bulunduğu ve kesin kaideler ve prensipler getirdiği halde, eşya ve kâinatla olan münâsebetlerine dair kesin kanunlar ve prensipler ge¬tirmemiş, sadece genel prensipler getirerek bu konu¬nun araştırılmasını insan zekâsına terketmiştir,^^

Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim, Müslümanlar için yalnız mukaddes bir Mtaptan ibaret kalmamış, ay¬nı zamanda edebiyat, kıssa, sağlık vepozitif ilimler v.s. gibi konularda da Müslümanlara rehberlik görevinde bulunmuştur.

Kur’ân'm rehberlik görevinde bulunduğu konular¬dan biri de eğitim ve öğretim, diğer bir ifâde ile "^e6- konusudur. Kur'ân-ı Kerim, İnsanların Müslüman olmasında, İslâmî bir kadronun oluşmasında ve bu kadronun oluşması için Müslümanların eğitilmesinde en önemli rolü oynamış ve bu konuda da müstesna bir yeri ve tarifi imkânsız bir fonksiyonu olmuştur.

Câhih5rye döneminde Araplâr, tamamen maddeci bir hayat yaşamakta ve hattâ mânâyı da maddede ara¬makta idiler. Yani mânâsı da maddeden ibâretti. Böyle bir yaşajnş ve anlayış içinde olan Arap toplumu, nâzil olan âyetlerini, kelimelerini ve meflıumlarım tam anlamıyla anlıyamıyorlardı. Anlamaları da ilk anda pek mümkün değildi. Hattâ imkânsız gibiydi. Ancak Kur'ân-ı Kerim, onları, maddî hayat, maddî düşünce ve maddî Allah telâkkisinden kurtarmak için öyle bir me¬tod ve öyle bir üslûpla geldi ki, yirmi üç sene gibi çok kısa, bir müddet içerisinde böylesine şartlanmış bir top¬lumu, düştüğü bataklıktan kurtarıverdi.

Bu, Kur'ân'm bir zaferidir ve diğer zaferlerinin ya¬nında apayrı bir yeri vardır. Bu, bir mu'cizedir, Kur'ân mucizesidir.

Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın mutlak irâdesinden ve kelâmından Levh-i Mahfûz'a, oradan da birinci dünya semâsına topluca indiği halde acaba neden Hz. Pey¬gamber'e topluca inmemiştir de parça parça yirmi üç senede inmiştir? .

Bu soruya verilecek en doğru ve en makûl cevap¬lar, Kur'ân-ı Kerim'in parça parça indirilişindeki hik¬metleri de açıklayacaktır. Nitekim bu soru, pek çok İslâm âliminin kafasını meşgul etmiş ve onlara cevap¬lar arattırmıştı. Bu âlimler, Kur'ân'in parça parça indi-rilişindeki hikmetleri ise şöyle açıklamışlardır:

Kur'ân-ı Kerim, şayet Levh-i Mahfûz'a indiği gi¬bi Hz. Peygamber'e de birden ve topluca inseydi, baş¬kaları tarafından daha önce düşünülüp tertiplenmiş ol¬ması zannıni verebilirdi. Fakat Kur'ân'm parça parça iiıdirilişi, böyle bir zannı ortadan kaldırmıştır.

Kur'ân, birden inseydi, ihtivâ ettiği hükümler de birden inmiş olacağından yeni yeni Müslüman ola¬cak kimselerin, bu hükümlerle de sorumlu olması zo¬runlu olacak ve bu da onlara çok zor ve ağır gelebile¬cekti. Meselâ: Müslümanların sayıca az oldukları sıra¬da bile cihad etmeleri geı^ekecekti. Böyle bir uygulama ise İslâmiyet'i daha doğmadan öldürmek demek olur¬du. Peygamberimiz Bedir Savaşı'nda bile Cenâb-ı

Hakk'a, sana ibâdet eden bir avuç insana yardım et¬mezsen, sana yeryüzünde ibâdet edecek hiç bir kimse bulamazsın, diye duâ etmişti.^®

A5n:ıca böyle bir uygulama, tedriç ve kolaylaştırma kaidesine aykırı ve İslâmiyet'in çabukça yayılmasına engel olabilirdi. Nit,ekim üfe. Aişe'den Buhârî'nin yap¬tığı bir riyâyet, bu konuyu hiç bir tereddüde yer vermi¬yecek şekilde açıklamaktadır: Resûle inen ilk sûre mu¬fassal bir sûre olarak inmiştir. O sûrenin içinde cennet ye cehennemin hatırlatılması vardır. İnsanların kalbi İslâm'a ısınınca, helâl ve harama dair hükümler gel¬miştir. Şayet ilk inen âyet, "İçki içmeyiniz" olsaydı, mutlaka onlar, "biz içkiyi terketmeyiz" derlerdi. Ve yi¬ne "zina etmeyiniz" denilseydi, yine onlar, "biz zinaj^ aslâ bırakmayız" derlerdi.

Peygamberimiz, tebliğ vazifesini yaparken pek çok güçlüklere ve sıkıntılara uğramış ve dayanılmaz acılar yaşamıştır. Cenâb-ı Hak, bu eziyetler karşısında Resûlü'nün kalbini takviye etmek ve ona moral gücü kazandırmak İçin, zaman zaman âyetler indirmiştir. Bu âyetlere örnek olarak Lokman Sûreşi'nin 31/23. âyetini zikredebiliriz. Bu âyette Cenâb-ı Hak: "Ey Mu¬hammed! İnkâr edenin inkârcüığı seni üzmesin onla¬rın dönüşü bizedir. O zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalblerde olanı şüphesiz bilir." de¬mektedir.

Şayet Kur'ân-ı Keriın, birden nâzil olsaydı, buna imkân bulunamıyacak ve dolayısıyla Resûl'e, ilimde mirasçı olan âlimlerin örnek alacağı bir sünnet de ol- mıyacaktı.

Peygamberliğin ilk anından itibaren geçen 23 sene içinde, dinî, sosyolojik, İdarî, siyâsî, hukukî v.s.

İbn. Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Beyrut, Tarihsiz 11/279.

Buhâri, Sahih, K. Fezâilü'l-Kur'ân, 6. İst. 1979. VI/101.

gibi pek çok olay zuhur etmiş ve bu olayları müteaki¬ben bir takım hükümler ve emirler gelmiştir. Kur anın birden ve topluca inmesi halinde ise, buna imkân ol¬mayacaktı.

Nübüvvetle birlikte, gerek Müslümanlar ve ge¬rekse gayr-i müslimler tarafmdan bir çok konularda. Hz. Peygamber'e sorular sorulmuş ve izâhlar istenmiş¬tir. Bu sorular için mutlaka bazı âyetlerin inmesi gere¬kiyordu. Zirâ Resûlüllah'm bu gibi sofulara kendi içti¬hadı ile cevap vermesi imkânsızdı. Mutlaka Allah'ın bu sorulara cevap vermesi ve bir açıklık getirmesi zorun¬luydu. Ruh ve Ashab-ı Kehf hakkında sorulan sorular, bu cinsden sorulardı. Kur'ân'm bir defada ve topluca inmesi halinde, bu sorulara, Kur'ân lisâniyle cevap vermek imkânı olmayacaktı.

Kur'ân âyetleri zaman zaman ve parça parça nâzil oldukça, Müslümanlar, bu âyetleri, büyük bir şevk ve arzu ile ezberliyebiliyorlar ve kolaylıkla hâfız olma şerefine erişebiliyorlardı. Kur'ân'ın birden nüzûlü, bu şevk ve kolaylığı büyük ölçüde oltadan kal¬dırabilirdi. Bunun için Cenâb-ı Hak.'. ''Kur'ân'ı, insan¬lara ağır ağır okumaları için bölüm bölüm indirdik"^^ buyurmaktadır.^®

Bu ve buna benzer daha pek çok sebepler ve hik¬metlerden dolayı, Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri, vahiy yo¬lu ile parça parça, bölüm bölüm nâzil olmuş ve İslâm'ın kısa zamanda inkişâfını sağlamıştır.

TEBLİĞ AÇISINDAN KUR’ÂN'İN NÜZÛLÜNDEKİ HİKMETLER

Bu hikmetlerin yanında, Kur'ân'm parça parça nüzulüne dair daha pek çok hikmetler bulunabilir. Zirâ Kur'ân'in parça parça indirilişine dair hikmetler sadece bu kadar değildir. Ancak bu kadar hikmet bize, Kur'ân'm tebliğ metodunu göstermeye kâfi gelmekte- ’.dir..

,Bu metoda göre, Cenâb-ı Hak, önce iman esasları ile ilgili âyetleri indirmiş, insanların bozuk ve yanlış itikatlarını düzeltmiş, fakat helâl ve harama dair hü¬kümlerle emir ve yasaklarını bir müddet geciktirmiş¬tir. Ancak bazı yasaklarını, tekâmüle uygun bir biçim¬de getirmiş ve bu yasaklarda tedricîlik kaidesini uygu¬lamıştır. Te'hir ettiği veya ihtiyâç anına kadar uygula¬masını geciktirdiği hükümleri ise, bir defada ve tekâmüle yer vermeksizin tatbik mevkiine koymuştur.

Hz. Adem'den itibaren Hz. Muhammed'e gelinceye kadar, bütün peygamberlerine Cenâb-ı Hak, ahkâma ait mes'eleleri tedricî bir tekâmülle inzâl ettiği gibi, Hz. Mühammed'e de inzâl ettiği ahkâmda tedricî bir tekâmül sırası takibetmiştir. Mekke'de nâzil olan âyetlerde, iman, sabır, güzel ahlâk, sosyal yardımlaş¬ma ve güzel öğütle imana dâvet konularının ele alındı¬ğı, bunun tam aksine Medine'de nâzil olan âyetlerde ise, ibâdet, sulh, savaş ve muamelât konularının açık¬landığı görülmektedir.

Nüzûl sırasına göre Kur'ân âyetleri, Mekkî ye Medenî diye bir tasnife tabi tutulmuş ve bu tasnifte en meşhur görüş olarak Hicret esas alınmıştır.^® Bir tarih başlangıcı olarak kabul edilen Hicret, aynı zamanda tedricî tekâmül gösteren hükümlerle ihtiyaç anına ka¬dar uygulamasını geciktirdiği hükümler açısından da büyük bir öneme sahiptir. Hicret öncesi nâzil olan âyetlere Mekkî âyetler, Hicret sonrası âyetlere ise Medenî âyetler adı verilmektedir. Mekkî âyetlerde, iman, ahlâk ve sosyal yardımlaşma konuları ön plânda ele alınmakta, insanların yanlış ve mânâsız inançları ya kınanmakta ya da reddedilmektedir. Böy¬lece insanların öncehkle kuvvetli bir imana sahip ol¬maları amaçlanmaktadır.

Nitekim Mekke'de inen âyetlerde Cenâb-ı Hak, Müslümanları, namaz, şadaka ve oruçla mükellef tut¬muştur. Ancak namaz, başlangıçta sabah akşam olmak üzere iki vakitte kılınmakta ve bir duâ niteliği taşı¬makta idi. 40 günlük sayısı, rekâtları ve kılınış şekille¬ri itibariyle namaz, ancak Hicret'ten yaklaşık bir bu¬çuk sene kadar önce farz kılınmıştır. Bu demektir ki, namaz, bi'setten sonra bugünkü şekliyle hemen farz kılınmamış, böyle bir uygulamanın tatbik mevkiine ko¬nulabilmesi için 11 yıllık bir sürenin geçmesi beklen¬miştir.

Cuma namazının farz kılınışı ise Hicret esnasında olmuş ve Peygamberimiz ilk Cuma'yı Salim h. Avf oğullarının oturdukları EaniiTîa vâdisinde kılmıştır.

Oruç, İslâm'dan önce de biliniyordu. Buharî'nin Hz. Aişe'den rivâyet ettiği bir hadîsten anlıyoruz ki, KureyşIiler, câhilijo^e döneminde Muharrem ayının 10. gününde oruç tutarlardı.^^ Peygamberimiz de Aşûra gününü oruçlu geçirirdi. Oruç, Hicret'in ikinci senesi içinde Bedir Savaşı'ndân bir ay, veya bir kaç gün önce

Şaban ayında farz kılınmıştır. Bedir Savaşı ise, Hic¬ret'in ikinci senesi Ramazan ayının 17. günü olan Cu¬ma günü olmuştu.

Orucun farziyetini bildiren ve hükümlerini açıkla¬yan âyetlerin tamamı Medenî bir sûre olan Bakara sûresi içinde yer almaktadır. Mekkî âyetlerde oruçla il¬gili herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak oru¬cun Arapça karşılığı olan "Savm" kelimesi, bir tek Mekkî âyette geçmekte ve burada da susmak anlamın¬da kullanılmaktadır.^^ Mekkî olan bu âyette "Ben Al- 'lah’a oruç adadım, onun için bugün hiç kimseye bir söz dedenilmektedir.

Oruç, ilk vahyin gelişinden yaklaşık 14 yıl, nama¬zın farz lalımşmdan ise 3,5 5^1 sonra farz kılınmıştır.

Mâlî bir ibâdet olan zekât, arzuya bağlı bir yardım ve sadaka anlamlarında Mekke'de eıriredilmiştir.^® Ni¬tekim Mâuiı sûresinde "ffesap gününü yaldnlıyanı bi-. liyor musun? îşte o, yetimi hırpalar, yoksulun doyurul¬masına taraftar olmaz"^^ denilmektedir. Ancak bugün¬kü anlamda ve îslâm devletinin bir malî kaynağı ola¬rak zekâtın farz kılınışı, Hicret'in ikinci yılında olmuş- tur.^^ Tafsilâtı ve diğer hükümleri ise daha sonraları tedricî olarak gelmiştir. "Zekâtınızı veriniz"^^ âyeti mutlak anlamda ve umumî olarak zekâtın farziyetini ifâde etmektedir.

Cihad emri ile ilgili âyetler de Hicret'in ikinci ya¬lında nâzil olmuştur; Mîras hukuku ile ilgili hükümler ise Hicret'in 3. yılında, içkinin haram kılınışı 4. yılın¬da, kadınların durumu, örtünme, evlenme ve boşanma¬ya dair hükümler, 4. ve 5. yılda, hırsızlık cezası 6. yıl¬da, faizin yasaklanması da 8. yılda ve hac ibâdeti ise 9. yılda emredilmiştir.

İlâhî emirlerin birden değil de, te'hirli ve tedricî bir şekilde gelişi, İslâm esnekliğini, kolaylıklığım ve müsamahasını gösterir. Kur'ân,"AZZaA size kolaylık diler, zorluk dilemez''^, "Allah din işlerinizde size hiç hir güçtük yüklemedi"^^ demektedir. Allah hiç bir kim¬seye kaldıramıyacağı yük yüklememiştir. Yüklediği yüklerin bir kısmını, ihtiyaç zamanına kadar ya gecik¬tirmiş, ya da tedricî bir tekâmüle tabi tutarak insanla¬rın yeni emirlere alışmasını sağlamıştır. Bir kisım yük¬leri ise, birden ve kesin emirler şeklinde insanlara yüklemiştir. Birden ve kesin emirler şeklinde insanla¬ra yüklediği bu hüküml^şri, zaman zaman tekrar ede¬rek, bu hükümlerin zihinlerde canlı tutulmasını sağla¬mıştır. Mekkî bir sûre olan ve Mi'rac olayını anlatan İsrâ sûresinde, birden ve kesin emirler şeklinde insan¬lara yüklenen ve bazı emirleri geçmişte verilmiş emir-lerin bir tekrarı olan hükümlerin bariz örneklerini gö¬rebilmekteyiz. Bu sûrenin 22: âyeti ile 37. âyeti arasın¬daki âyetlerde, İslâm ahlâkının da esâslarının tesbit edildi^ hükümler şöyle açıklanmaktadır:

Allah'a ortak koşmayınız.

Anne ve babanıza hürmet ve itâat ediniz.

Her hak sahibine hakkını veriniz.

İsraf etmeyiniz,

İşlerinizde aşırılığa kaçmayınız.

Çocuklarınızı öldürmejdniz.

Zinâya yaklaşmayınız.

Haksız yere hiçbir kimse3d öldürme3riniz.

Yetime haksızlık ederek malını yemeyiniz.

Ölçü ve tartılarınızda doğruluktan ayrılmayınız.

Bilmediğiniz şeylerin peşine körü körüne düş¬meyiniz.

Yeryüzünde gurur ve kibirle yürümejdniz.

Mekke döneminde iman ve imanla ilgili koriuların yanında ahlâkî emirlerin ve hükümlerin de yer alışı, insanların önce düşünce, inanç ve irade yönünden eği¬tilmelerini daha sonra da ahlâkî açıdan yetiştirilmele¬rini amaçlamaktadır. Böyle bir eğitim ve öğretimden sonradır ki, dinî ve İçtimaî hükümlerin uygulanmasına geçilmiş ve bu hükümler, insanlarııi ruhî, fikrî ve ahlâkî olgunluğa erişeceği bir zamana kadar geciktiril¬miştir.

Namaz, oruç, zekât, cihad, sulh, hacc, kısas, ör¬tünme, boşanma ve saire gibi emirler, ihtiyaç aninâ ve zamanına kadar geciktirilen emirler arasında yer alır¬ken, içki ve kumar gibi ferdî alışkanlıklarla kölelik gibi sosyal ve hukûkî konularda tedricî bir tekâmülün var¬lığı görülmektedir. Emirlerdeki tedricî tekâmülün en bariz örneği içkinin haram kılmışıdır. îçki ile ilgili il^k âyet. Medenî bir sûre olan Bakara sûresinde, yer al¬makta ve bu âyette şöyle denilmektedir: "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki, onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için faydalar vardır. Fakat günahları, faydalarından büyüktür.

Bu âyet, içki içenlerin dikkatini mutlak zararına çekmekte ve zar arının faydasından çok olduğunu açık¬lamaktadır. Müfessirler, bu âyetin, Hz. Ömer'in "Ya Rabbî, bize içki hakkında doyurucu, bir beyanda bu¬lun" şeklindeki duâsı üzerine nâzil olduğunu kayde-derler.®^ Zirâ o çağda özellikle Medine'de içki içenlerin sa5nsı çok fazla idi.Pek çok Medineli Müslüman da henüz içki haram kılınmadığı için içki içmeye devam ediyordu. Bir çok konuda emir ve yasaklar getiren Kur'ân, acaba bu konuda ne diyecekti? Hz. Ömer, Kur'ân'ın bu konudaki görüşünü öğrenmek isteyenle¬rin başında bulunuyor ve Cenâb-ı Hakk'ın bu konuya bir an önce açıklık getirmesini istiyordu.

Bakara sûresi, Medine'de ilk nâzil olan sûrelerden biri olduğundan bu âyetin, Hicret'ten bir iki sene sonra nâzil olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zirâ içki içme¬yi yasaklayan ikinci âyet Nisâ sûresinde, üçüncü ve son âyet ise Mâide sûr esindedir. Tefsircilerin çoğunlu-ğuna göre Nisâ sûresi, Bakara'dan, Mâide sûresi de Nisâ sûresinden sonra nâzil olmuştur.®® İşte İçki ile il¬gili ilk açıklama, Hz. Ömer'in ısrarlı talebi üzerine, Müslümanların o merhaledeki psikolojik yapılarına uy¬gun bir biçimde gelmiş ve ilk plânda kesinlik ifâde et-miyen bir görünüm arz etmiştir. Âyet onlara sanki şöy¬le demektedir:"Her ne kadar içkide, ticaretinden dola¬yı, sizin için ekonomik faydalar, sağlığı vehmettiren yanaklarınızın kızarması gibi zahirî görünümler, sar¬hoşluk anlarında ortaya çıkan cömertlik gibi içtimâi ve savaş esnasında g;özün dönmesi neticesine varan cesa¬ret gibi psikolojik faydalar bulunuyorsa da, zararları, bu faydalarından daha çoktur."®® İçkinin haram kılın¬ması için bu sebeb yeterlidir. Amaç, içki içenlerin ka¬fasında bir istifham uyandırmak ve onları bu konuda şüphe ve tereddüte sevketmektir. Daha sonra bu şüphe ve tereddüt onları, yasaklanacak olan içkiyi terke zor¬layacaktır.

İçkinin haram kılınışındaki ikinci adım, "Ey iman edenler-, siz 'sarhoşken, ne söyleyeceğinizi hilinceye ka¬dar namaza yaklaşmayın"^'^ anlamındaki âyetle ol¬muştur. Böylece Müslümanların sarhoş olma imkânları ve zamanları daraltılmış ve içki tüketimi, tahdid altına alınmıştır. Çünkü o dönemde namaz farz kılındığı Halde henüz içki haram kılınmamıştı. Müslü¬manlar, bir yandan namazlarını kılarlarken, diğer yandan da içkilerini içiyorlardı. Günde beş vakit na¬maz kılmakla yükümlü olan bir Müslüman, namaz va¬kitleri arasındaki zaman, sarhoşluktan çıkacak kadar uzun olmadığı için ya içki içmiyecek ya da içtiği takdir¬de namaz kılamıyacaktı. Bir Müslümanın böyle bir du¬rumda namazı terkederek içki içmesi, elbette tabiî ve normal bir davranış olmazdı. Kâmil bir mümin, namaz İçin içkiyi terkedecekti. Nitekim öyle de oldu ve müslü- manların çoğunluğu, sarhoş olmamak için içkiye ya terkettiler ya da içki kullânımını asgarî düzeye indire¬rek azalttılar. ,

Bu iki merhaleden sonradır ki, son ve kesin emir gelmiş ve içki içilmesi yasaklanmıştır. Bu emrinde Cenâb-ı "Ey iman edenler, içki, kumar, tapmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın işlerin¬den pis bir iştir. Bunun için bunlardan kaçının ki kur¬tuluşa eresiniz"^^ buyurmuştur. Kur'ân'in bu kesin em¬ri üzerine, henüz içki içmeyi terketmemiş olan Müslümanlar da içkiyi bırakmışlar ve ellerindeki içkileri son damlasına kadar dökmüşlerdir.

en-Nisâ, 4/43.:

el-Mâide, 5/94.

Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin özellikle ahkâm âyetlerinin genellikle bir veya bir kaç nüzûl sebebi bu¬lunmaktadır. Bu âyetlerin kanunlaştırdığı hükümler, ya bir soru üzerine ya da Müslümanlar arasında mey¬dana gelen bir tartışmamn akabinde nâzil olmuşlardır. Yani İlâhî vahyin nüzûlü, bir ihtiyacı karşılıyor ve o zamana kadar hakkında hukukî, ahlâkî ve imânî bir esas belirlenmemiş konularda oluyordu. Kur'ân'ın nüzûlündeki bu özellik, ferdin yetiştirilmesinde, eğiti¬lip öğretilmesinde de ÖnemU bir etken olmuştur. Bu özellik, önce Allah'ın Resûlü'nü eğitip yetiştirmiştir. Allah'ın İResûlü de ümmetini aynı metodla eğitip yetiş¬tirdi. .

Mekke döneminde Müslümanlar, azınlıkta idiler. Ne sayı bakımından ne de otorite ve mânevi güç yö¬nünden bir ağırlıkları vardı. Henüz siyası bir birlik ku¬racak kadar da teşkilâtlanmamışlardı. Ortada devlet olmadığı için de, devlet işleri diye bir problemleri yok¬tu. Bu mevcut durum bir realite idi. Bu realiteyi, Kur'ân'ın nüzûlünde biz, apaçık bir şekilde görmekte¬yiz. Mekkî sûrelerde hukûkî hükümler bulunmadığı gi¬bi, namaz hariç ibâdete ait hükümler de bulunmamak¬tadır. Meselâ: Mekkî olarak kabul edilen Yunus, Ra'd, Furkan, Yâsin ve Hadîd sûrelerinde ahkâm âyetlerine rastlanmamaktadır. Bü sûrelerin ekseriyetleri, iman esasları, yaratma, Allah'ın sıfatları, inanmıyan insan¬ların acıklı sonları ve İbret verici kıssalar gibi konulara aittir.

Peygamberimizin uyguladığı metod da, bu fikri doğrular mahiyettedir. Nitekim O, bu devirde bütün gayretlerini içinde yaşadığı toplumu, Allah'ın birliğine çağırmaya hasretmiştir. İnsanların gönüllerini ve yüz¬lerini, taptıkları putlardan Allah'a çevirmeye çalışmış¬tır. O, bir yandan insanları, İslâm'a davet edip, bir olan Allah'a imana çağırırken, diğer yandan da, kendi¬sine iman eden muvahhidleri, îslâm düşmanlarının hi¬le ve tuzaklarından korumaya gayret etmiştir. Bunun¬la da yetinmemiş, ahlâken Müslümanların yücelmesini amaçlamış ve sağlam, dürüst, karakterli, doğru, na- niuslu Müslümanlar topluluğunu kurmuştur.

Hicret'le başlıyan Medine döneminde ise, müslü- manlarm sayıları çoğalmış, devlet kuracak bir yapıya kavuşmuştur. Müslümanlar hem sayı bakımından hem de otorite ve manevî güç bakımından yeterli bir düzeye eriştiklerinden devletini kurmuş ve böylece İslâm'ın iz¬zet ve şerefi daha da yücelmiştir. Mekke dönemindeki ferdî ve şahsî ilişkilerin yanında ferd ve devlet ilişkile¬ri de başlamış ve devlet, bir takım hukukî müeyyideler ve cezalar koytnak mecburiyeti ile karşı karşıya kal¬mıştır. Bu açıdan bakıldığında Medine dönemi, kanun koyma devri olmuştur. İzdivaç, talâk, miras, had'ler ve diğer konularda hukukî temeller, bu dönemde vaz'edil- miştir. Bundan dolayıdır ki, Medine döneminde nâzil olmuş olan sûrelerde, iman, ahlâk ve kıssalardan bah¬sedilmekle beraber, ibâdet, hukuk ve ceza konularına ait hükümler de bulunmaktadır. M'esalâ: Tevbe, Nûr ve Ahzab sûreleri, bu tür sûrelerden bir kaçıdır.

Kur'ân muhtevası ve nüzûlü açısından incelendi¬ğinde, onda üç ana önemli konunun bulunduğu görü¬lür:

îtikadî konular,

Amelî konular,

Ahlâkî konular.'

İtikadı konular, Allah'a, meleklerine, kitaplarına. Peygamberlerine ve âhiret gününü içine almakta ve inkârla ilgili her türlü akîde ve inanç şiddetle yeril¬mektedir. iman esasları, dinin aslı ve esasıdır. Bunlar¬dan birini veya birkaçını inkâr etmek, dini kabul etme¬mek anlamım taşır. Bu sebeble Kur an, nüzûlünün bi¬rinci merhalesi olarak kabul edebileceğimiz Mekke dö¬neminde itikadî ve imânî konulara ağırlık vermiş, ön¬celikle insanların inanç, düşünce ve fikir yönünden sağlıklı bir yapıya kavuşmalarını amaçlamıştır.

İnanç, düşünce ve fikir yönünden sağlıklı bir yapı¬ya sahip olmayan topluluklara, ahlâkî ve hukukî kaide ve müeyyideleri uygulamak ve olumlu neticeler almak mümkün değildir, iman esaslarına şuurlu bir inanma olduğu takdirde, inananların ahlâken düşmeleri ve ko¬nuları hukukî kaide ve prensiplere karşı gelmeleri, na¬dir görülen olaylardandır.

Mekke döneminin ikinci özelliği, imanî konuların yanında ahlâkî konulara da yer vermesi ve Kur'ânî ahlâkın Müslümanlara öğretilmesidir:' Bîr Müslüman- da bulunması gereken faziletler, bu dönemde Kur'ân tarafından Müslümanlara bildirilmiş ve Hz. Peygam¬ber tarafından da uygulanmıştır. Bu öyle bir uygulama olmuştur ki, Hz. Aî^e'nin de belirttiği gibi, Resûlüllah'ın ahlâkı Kur'ân'in pratik hayata tam ve mükemmel bir yansıması olmuştur. Denebilir ki, Resûlüllah'ın ahlâki Kur'ân ahlâkı, Kur'ân ahlâkı da Resûlüllah'ın Birini diğerinden ayır¬

maya aslâ imkân yoktur. Kur'ân'in getirdiği ahlâk sis¬temi, Resûlüllah'ın şahsında en mükemmel bir biçimde yaşanma imkâmna sahip olmuştur.

Kur'ân'm getirdiği ahlâk sistemi, aslında itikadî ve imanî esasların tamamlaj^ıcısı ve mükemmelleştiri- cisidir. Kur'ân ahlâkî esasları ve prensipleri vaz etmiş, Resûlüllah da uygulamasını göstermiştir. Bu sebeble¬dir ki Resûlüllah, "en güzel ahlâkı" için

gönderildiğini söylemiştir.

Kur'ân, iman esaslarmı ve ahlâk kaidelerini geti¬rip, Müslümanları bu esaslara göre eğitip yetiştirdik¬ten sonradır ki, amelî ve hukûkî konulara dair hüküm¬lerini getirmiş ve böylece en mükemmel bir uygulama ortamı ve imkânı hazırlamıştır. Hattâ bu amelî ye hukûkî hükümleri bile, birden ve topluca getirmemiş, tedricîlik kaidesine özellikle itina göstermiştir. Çok ev¬lilik, riba ve saire gibi câhiliyyet âdet ve gelenekleri, birden bire bıçakla kesilir gibi yasaklanmamış, müsait bir ortamın ve zamanın oluşması beklenmiştir. Böyle bir metod, dinî emirleri, zorlamadan ve can sıkıntısına meydan vermeden uygulama imkânını da sağlamıştır. Müslümanlar, her gelen hükmü, gönül rızasıyla ve bü¬yük bir heyecanla kabul etmişler ve tatbik etmişlerdir, işte Medine döneminin en bariz özelliklerinden birisi de budur.

Tebliğde dâvetçinin vasıfları kadar, dâvetçinin söylediği sözlerin ve muhtevâsımn da önemi büyüktür. Hattâ söylenen sözün muhtevâsı, dâvetçinin vasıfların¬dan önce gelir. Zirâ muhatabı, birden bire kaldırama¬yacağı bir yük altına sokmamak ve onu söylenecek söz¬lerle korkutmamak gerekir. Dinin bütün emir ve ya-saklarım, İslâm'ı yeni öğrenmeye çalışan birine bir an¬da vermiye çalışmak ve teferruata daİmak, onu ilk an¬da ürkütebilir. Bunun için öncelikle İslâm'ın genel esaslarından ve ana unsurlarından, tebliğe başlamak gerekir. Esastan ve kökten işe başlamak suretiyle nihaî hedefe ulaşmak, esasen Kur'ân'ın metodudur. Mekkî âyetlerin muhtevâsı ile Medenî âyetlerin muhtevası, bu metodun en^zel örneklerini verir.

Günümüzde en çok işlenen ve ele alınan konuların başında, Medine dönemi ve Medenî âyetler yer almak¬ta, fakat ayni ölçüde Mekke dönemine ve Mekkî âyetlere yer verilmemektedir. Halbuki böyle bir uygu¬lama, temelsiz bir binaya çatı yapmaya benzemektedir. Mekke'siz bir Medine düşünmek veya Mekkî âyetlerin muhtevâsım ve getirdiklerini bir kenara bırakarak sa¬dece Medenî âyetlerin muhtevâsım ele alıp incelemek, temelsiz binaya çatı yapmaktan farksızdır. Medine dö¬nemi amel dönemi ise de, Mekke dönemi iman ve ahlâk dönemidir. Kur'ân, imansız bir amelin makbul olmıya- cağmı sarahaten belirtmektedir. Ahlâk ise imanın ta¬mamlayıcısı ve onun koruyucusudur. İman ve onun ta¬mamlayıcısı ahlâk olmadan, sadece amelle yetinmek, ne kadar eksik ve yarım ise, amelsiz iman ve ahlâk da

o kadar eksik ve yarımdır. İşte tebliğde Mekkî âyetlerin öncelikle ele alınmasındaki özellik de burada¬dır.

Nazarî olarak, fert veya toplumlar, İslâm'ı Mekke ve Medine dönemleriyle birlikte bir bütün olarak yaşa¬mak zorunda iseler de, realitede bu, her zaman müm¬kün ölmamak^dır. Çeşitli sebeplerden dolayı, fert ve¬ya toplumlar, İslâm'ı özlenen ve istenen bir biçimde ya- şayamamakta ve tatbik edememektedirler. Her ne ka¬dar toplum içinde İslâm'ı bir bütün olarak yaşayan ve uygulayan Müslümanlar mevcutsa da, yaşayamayan¬lar ve veya yeni Müslüman olanlar da mevcuttur. Böy- lesine farkh fertlerden oluşan bir toplumda, bir tebliğci acaba nasıl bir tebliğ metodu uygulanrrialıdır? Genel¬likle uygulanan metod, Medine dönemi metodu olmak¬tadır. lialbuki toplum içinde Mekke dönemini yaşayan, hattâ inanmıyan insanlar da bulunmaktadır. Onların varlığını yok farzederek, sadece belli bir kesime tebliğ¬de bulunmak, İslâm'ın hedeflerine ters düşen bir uygu¬lama olmaktadır. İslâm'ın muhatabı bütün insanlardır. Belli bir zümre değildir. Tebliğci bu genel prensipten hareket ederek kendisine sağlam ve faydalı bir metod bulabilir. Aslında bu metod, Kur'ân'ın nüzûlünde en açık bir şekilde bulunmaktadır. Kur'ân'm o çağda değil de çağımızda indiğini farzederek, bize geldiği kadarıyla ve nüzûl sırasına göre Kur an'ı ele alıp muhtevâsım öğ¬rendikten sonra tebliğde bulunmak, Kur'ân'ın nüzûlündeki tebliğ metoduna uygun davranışta bulun¬mak demektir. Böylece hem Kur'ân'ın nüzûl tertibinde¬ki metoduna yani Kur'ânî metoda, hem de Resûlüllah'ın vahyin kontrolünde olan sünnetine uyul¬muş olunacaktır. Gaye kadar gayeye götüren vasıta da önemlidir. Gaj^"-! İslâmî bir metodla, İslâmî bir gayeye ulaşılması mümkün değildir. Gaye ne kadar doğru olursa olsun, vasıta yanlış ise netice de yanlış olur ve hedefe varılamaz. Bunun içiiı İslâm, gayenin doğrulu¬ğu ve sağlamlığı kadar, vasıtanın da doğruluğunu is¬ter. Doğru ve sağlam bir tebliğ metodu ise, Kur'ân'ın tebliğ metodudur. Kur'ân'ın muhtevâsı gaye ise, nüzûlü de vasıtadır. Kur'ân'ın gösterdiği hedefe ve ga¬yeye jdne Kur'ân'ın metodu ile ulaşılaıbilir.

KUR’ÂN’A GÖRE İNSANLAR ARASI İLİŞKİLERDE GENEL İLKELER

Hz. Peygamber'e göre "Din nasihattir"^ ve "samîmiyeitir"^ Samimiyet, her konuda olduğu gibi, din eğitiminde de, tek yoldur. Samimiyet, sempatik ol¬mayı gerektirir. Sempati duygusu, insanlarda görülen tabiî duygulardan biridir. Sempati duygusu, duygu or¬taklığı veya hissî bağhlık demektir. Bu duygu, din duy¬gusuna çok yakın ve benzer bir duygudur.^ Sevginin te¬melinde , sempati duygusu vardır, insan, sempati duy¬duğu kimselere veya fikirlere karşı sevgi besler. Sevgi de insanı, imana götürür. Aynı şekilde antipati duydu¬ğu kimselere veya fikirlere karşı ise, nefi-etle bakar. Nefi'et ise insanı, inkâra götürür. Bu hayatın değişmez bir kuralıdır. Din eğitiminin temel kuralı da budur. Eğitimin esas amacı da, karşılıklı dostluk, yardım ve hürmet etme duygularının gehştirilmesidir.^ Din eğiti-minin asıl amacı da, insanda doğuştan mevcut olan din duygusunun geliştirilmesi, doğru ve sağlam bir zeımne

. /

otutturulmasıdıf. Genel eğitim, insanda mevcut duy¬guları geliştirirken, din eğitimi insanda mevcut din duygusunu geliştirmeye çalışır. Kur'ân'a göre bunu ge¬liştirmenin yolu ve usûlü, insanın hem duygusuna hem de aklına hitabederek insanı, eğitmektir.

Din, inanma demektir. İnanmak ise, kesin kanaat sahibi olmak demektir. Bu da bir kalb işidir, bir iç âlem mes'elesidir. Fakat aynı zamanda kafa işi ve akıl işidir.® Dünyada hiç bir kimse, zorla bir şeye inanma¬mıştır. İnanma, ya duyguyla ya da akılla olmuştur; İnanmada, en kolay ve en rahat yol, duygu ve aklı bir¬likte kullanmaktır. Kişiden kişiye ağırlığı değişse de, bu iki yol en emin ve en sağlam yoldur. Bazı kişilerde duygu yönü, bazı kişilerde akıl ve muhâkeme yönü ağır basar. Ama inanma, mutlaka bu iki yoldan biriyle olur. Kur'ân-ı Kerim, bu iki yolla kişileri etkilemek ve onları eğitmek için, bazı prensipler ortaya koymuştur. Bu prensipler, özel durumlar hariç, genel prensiplerdir ve hayatın her yönünde ve her kademesinde geçerli olan kurallardır. Zirâ din eğitimi, sadece eğitim kurumla- rmda değil, hayatın bütününde olmalıdır. Hayatın bü- tütüne talip olmayan bir din eğitimi, noksandır ve ye¬tersiz kalmaya mahkûmdur.

İslâmî kurallar ve emirler, azimet ve ruhsat diye iki kısma ayrılır. Azimet olan kurallar veya bu kuralla¬rın azimet olması, bunların genel ve devamlı olması demektir. Ruhsat ise, özel ve geçici durumlarda genel ve devamlı kurallardan ayrı olarak farklı kuralların uygulanmasıdır. İslâm'ın bu temel prensibi, diğer ko-nularda olduğu gibi eğitim konusunda da geçerlidir. Kur'ân'm'getirdiği temel din eğitimi prensipleri der¬ken, azimet ifâde eden prensiplerini kasdetmekteyiz. Bu prensipler ise şunlardır:

Yumuşak ve dostça tavır.®

Güzel konuşma.'^ .

Kalbleri ısındırma.®

Düşündürme ve akıl yürütme,® ,5. Müjdeleme ve kolaylaştırma.

Korkutmâ.^^

YUMUŞAK VE DOSTÇA TAVIR ■ ■ ^ Din eğitiminin amacı, insanlara dini Öğretmek ve onları dinî açıdan eğitmektir. Bü yapılması gereken dinî bir görevdir. İslâm'ın tebliğ edilmesi demektir. Bu tebliğde, tebliğ edenle tebliğ edilenler arasında hiç şüp-hesiz sağlıklı ilişkilerin kurülması gerekir. İnsanlarla sağlıklı ilişkiler kurmadıkça, onlarla diyalog kurmak çok zor dür. Bunun için de karşılıklı güvenin sağlanma¬sı gerekir. Bunun yolu da, kişi veya gruplara karşı, dostça tavır-takınmak, barışçı duygularla hareket et-mek ve aslâ düşmanca bir tavır takınmamaktır.

İnsanlar arasındaki ilişkide, Kur'ân'ın getirdiği temel prensip, karşı çıkmak, kaba davranmak, sert ko¬nuşmak ve düşmanca tavır takınmak değildir. Bilâkis yumuşak ve dostça bir tavır takınmak, tatlı dil ve gü¬ler yüz göstermektir. Eğer bu ilişki, eğitim ve öğretim ilişkisi ise, bu kurallara ve bu prensibe çok daha dik¬kat edilmesi gerekir.

Allah Teâlâ, Hz. Musâ'yı hardeşi Hz. Harûn ile birlikte Fir'avn'a peygamber olarak gönderirken onlara şu emri yermektedir: "Fir'avn'a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar^^^ Kyeiie, "kavlen ley yinen" (yumuşak söz) , ifâdesi geçmektedir. Bu ifâde onların Fir'avn'a karşı takınacakları tavrı içermektedir. Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber hakkındaki övgüsü de, yumuşak davran¬ması, beşerî münâsebetlerinde sert ve kaba olmaması yönüne aittir. Bu övgüsünde Allah Teâlâ: "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davjan- dın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, çevrenden da¬ğılır giderlerdi" buyurmaktadır. Bir din eğitimcisi ve tebliğeisi olan Hz. Peygamber'in örnek davranışını ve insanlara karşı tutumunu, Allah Teâlâ böyle öv¬mektedir. Yumuşak ve dostça tavır, Hz. Peygamber'in en belirgin özelliklerinden biriydi. Kasıtlı ve kasıtsız yaptığı bir hatadan veya işlediği bir günahtan dolayı, her hangi bir kişiye karşı takınılacak olumsuz tavır ve hareketlerin, dinî dayanağını bu âyetlerde bulmak mümkün değildir. Bir günah veya bir hata için, herkesi dinden çıkmakla itham etmek, onlarla konuşmamak, onlara selâm vermemek ve her türlü beşerî münâsebetleri kesmek, Kur'ân'm dostça tavır ye yu¬muşaklık prensibine kesinlikle aykırıdır.

İnsanlarla ilişkilerde temel kural, anlaşmazlık noktaları değil, bilâkis anlaşma noktaları olmalıdır. İnsanlar, öncelikle anlaştıkları noktalarda diyalog kur- lamı ve bu konular üzerinde tartışma ortamı hazırla¬malı. İnsanların ilk anda anlaşamadığı konular üzerin¬de tartışması ve bu konuların etrafında anlaşmaya çalışması, karşılıklı münâsebetlerin devamına engel olan bir davranıştır. Buna mukabil, mevcut ortak noktala¬rın bulunup onlar üzerinde tartışılması ve bu konular etrafında uzlaşılmaya çalışılması ise, eğitim için zo¬runlu bir harekettir. Eğitimcinin görevi, insanlara iyi¬yi, güzeli, doğruyu anlatmak ve bunun için de onlara iyi davranmaktır. Zirâ iyilikle kötülük aslâ bir değil¬dir. İyi davranış, mutlaka karşıh^nda iyi davranışı bulur. Kötü davranış ise, karşılığında kötü davranışı görür. Eğitimde güven, samimiyet ve iyi ilişkiler, temel kurallardandır. Bu nedenle karşısındakinden kendisi¬ne güven duymasını isteyen kişi, önce kendisi başkala¬rına güven duymalıdır. Dostluk, sevgi ve anla5^ş bekli- yen kişi de, dostluk, sevgi ve anlajaş göstermelidir.

Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak, kendisine düş¬man olan kişilere bile iyilik yapılmasını emretmekte ve bu hareketin, dostluğa yol açacağını açıklamaktadır. Ayette, 'İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü iyilik¬le, savuştur. O zaman göreceksin ki, seninle düşman olan kimse, sana sımsıcak bir dost oluvermiştir. de¬nilmektedir. Bu davranış, Kur'ân'a göre olgunluk işâretidir. Bu olgunluğa ancak, sabredenler erişebilir.^® Bu emriyle Allah Teâlâ, düşmanlarımıza dahi dost gibi davranmamızı, hattâ onlara maddî ve manevî iyilikte bulunmamızı istemektedir. İnsanlar arasında esas olan şey, düşmanlık değil, dostluktur. Düşmanlık, geçi¬ci bir durumdur. Hz. Peygamber, Mekke'nin fethinden sonra kendisine düşman olan kişileri bile affetmiştir. Hattâ öldürülmesini emrettiği kişileri bile, daha sonra çeşitli vesilelerle affetmiş ve hayatlarını bağışlamıştır. Bü örnek, Resûlüllah'ın insanlara düşman gözüyle de¬ğil, dost gözüyle baktığını göstermektedir.

İnsanlar arasındaki her çeşit ihşkide, özelhkle din eğitiminde dostça tavır kadar, tath dil ve yumuşak sö¬zün de büyük rolü bulunmaktadır. Allah Teâlâ'nm "kavlen leyyinen" (yumuşak söz) ifâdesi, aynı zaman¬da, sert olmayan, ılımlı ve tatlı bir konuşmayı da kap¬samaktadır. Bir atasözünde "tatlı dil, yılanı deliğinden çıkartır" denilmektedir. Karşımızda bir Fir'avn da olsa, bir yılan da olsa, ona tatlı dil ile hitabedilecektir. Hiç bir insan, Fir'avn kadar kötü olamıyacağına veya en az onun kadar kötü olacağına göre, neden onunla yumu¬şak ve tatlı konuşulmasın?

Kur'ân-ı Kerim'de, "Eğer ortak koşanlardan biri eman dileyip, yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin, sonra onu güven içinde bulu¬nacağı yere ulaştır. Böyle yap, çünkü onlar bilmez bir topluluktur."^^ buyrulnıaktadir. Şayet insanlar, banş içinde yaşamak isterlerse, onlarla barış yapılması is-tenmektedir.^^ Yine insanlar, barış içinde yaşamak is¬terlerse, onlara saldırmak ve düşmanca tavır takın¬mak da yasaktır.^® Kur'ân'm saldırmamak ve savaş aç¬mamak şartıyla bütün inkârcılara karşı genel tavrı bu¬dur. Bu barış demektir, dostça tavır demektir. İlk anda muhataba karşı düşmanca bir tavır takınmak, onu bir dost gibi kabul etmemek, onun antipatisinİ kazanmak demektir. Antipati ise, sevgiyi değil, nefreti doğurur. Nefretin de sonu inkârdır. Eğitimde esas olan nefret değil, antipatik olmak değil, sempatik olmak ve sevgi kazanmaktır. Bu da dostça tavır takınmaya bağlıdır.

Hz. Peygamber, inanmadığı halde amcası Tâlib'e karşı dostça tavır takmır ve onu ziyaret ederdi. En büyük arzusu onun Müslüman olmasıydı. Ebû Tâlib, ölüm döşeğinde iken bile, onun inanmasını istemişti. Fakat sosyal etkilerin tesiriyle Ebû Tâlib inan¬mamış ve inkâr içindeyken ölmüştü. Hz. Peygamber'in, onu inanmaya zorlamasını Allah Teâlâ, hoş karşılama¬mış ve "sevdiklerini hidâyete erdiremezsin, ancak Al¬lah erdirir"^^ Ayetiyle omı uyarmıştı.

Hz. Peygamber, kendisine saldırılmadıkça, saldır¬mamış ve düşmanca tavır takmmamıştır. Herkese git¬miş, herkesle konuşmuş ve herkese İslâm'ı anlatmıştır. İnsanlar arasında, tebliğ açısından bir ayırım yapma¬mıştır. Hattâ tebliğ ve eğitimde, inanmıyamy inanana tercih etmiş fakat bu da Allah tarafindan hoş karşılan-mamıştır.^® İslâm'ın din eğitimindeki temel prensip bu¬dur. Bunun dışındaki uygulamalar, ya zaruretin bir so¬nucudur, ya da bu prensibin dışında bir uygulamadır. Zaruretler ve ruhsatlar, geçicidir, asıl prensipler sü¬rekli ve devamlıdır. Bir din eğitimcisi, öncelikle geçici olan şeyleri değil, devamlı ve sürekli olan şeyleri tercih etmelidir.

GÜZEL KONUŞMA

Kur'ân-ı Kerim, yalnız imandan, ahlâktan, ibâdetten, doğruluktan ve hidâyetten bahsetmez, aynı zamanda güzelliklerden de bahseder. Kur'ân, insanla¬rın, bitkilerin, hayvanların güzelliklerinden bahsettiği gibi, göklerin, yıldızların ve galaksilerin de içine dahil olduğu bütün kâinatın da güzelliklerinden bahseder. Bizzat Kur'ân'in kendisi güzellikler kitabıdır. O'nun güzelliği, muhtevada olduğu kadar, ifâde ve üslubda da bulunmaktadır.

Kûr’ân'da kavramıyla birlikte zikredi¬

len konular arasında, "güzel konuşma"^^ da yer almak¬tadır. "Güzel konuşma"nm yanında, "güzel netice "güzel isimler"^^, "güzel kelime"^\ "güzel iş , "güzel mücadele"^^, "güzel yaklaştm"^^, "güzel makcLm"^^ ve "güzel kavramları özellikle dikkat çekriıektedir.

Kur'ân'a göre, kâinat güzellikler şaheseri olduğu kadar,insan da güzellikler sembolüdür^ Kur'ân'ın ifâdesiyle insan, "a/ısen.-i takvîm"^^dir. Gerek kâinat, gerekse içindekileri yaratan "AZZa/^i^i^zeZdir"^^, "Gii- zelliği sever. Bunun için Allah, her şeyde ihsanı (gü¬zellikleri) yaratmıştır. Savaşta düşmanı dahi öldürür¬ken, zarif olmamızı istemiştir.^^ Mezarın içinde hafif bir kazılış hatâsı vardır. Bu hatâyı gören Hz. Peygam¬ber, derhal bu hâtanın düzeltilmesini istemiştir. Bu¬nun üzerine ashabdan birisi, "Bu ölüyü rahatsız eder mi?" diye Resûlüllah'a sormuş o da, "Gerçekte höyle şeyler ölüyü ne sıkar ne de ona rahatsızlık verir, fakat hu sağ olanların gözüne güzel görünmek içindir'*^^ de¬miştir.

Bir başka gün, saçı sakalı birbirine karışmış ve dağılmış bir şekilde bir adam, Hz. Peygamber'i Mescid-

Nebevide ziyâret etmek istemişti. Hz. Peygamber, ona işaret ederek saçını ve sakalını düzeltmesini iste¬di. O adam da bunu dertial yapmış ve tekrar Hz. Pey¬gamberin yanına gelmişti. Bu olaydan sonra Hz. Pey¬gamber, "Saçları şeytan gibi gelmekten böyle gelmek, sizin için daha hayırlı değil mi?" demişti.^® Hz. Pey¬gamberi böyle düşünmeye ye davranmaya sevkeden hiç şüphesiz, çok tekâmül etmiş estetik bir zevke sahip oluşu yanında, Kur'ân'm muhtevâsındaki şaşırtıcı gü¬zelliklerdir. Kur'ân, pek çok âyetinde yer yüzündeki güzelliklerden bahsetmekte, dikkatimizi bunlara çek-mektedir.

Hz. Peygamber, (im Tieşri işlerinde çalışacak kim¬selere ihtiyaç duyduğu zaman, halîm, selîm ve güzel söz söyliyebilen, belağat sahibi, îslâm ilâhiyatı konu¬sunda iyi yetişmiş, zâhid ve dinin en küçük bir hükmü¬nü dahi yerine getiren kimseleri seçer®^, onlara din eği¬timi ve öğretimi görevi verirdi. Vahlik seçiminde ise, daha başka meziyetler arardı. Valilerine söylemiş ol¬ması muhtemel aşağıdaki söz, Hz. Peygamber'e atfedi¬lir: "Şayet bana bir haberci gönderecek olursanız, bunu vechiXjüzü) nûrânî, yakışıklı ve adı güzel olanlardan Nitekim kendisi de yakışıklılığından ve gü¬zelliğinden dolayı Dıhye'jı iki kere Bizans İmparatoru 'a göndermişti.

Hz. Peygamber, hem güzel konuşur, hem de çok güzel Kur'âpı okurdu. Buharî'nin naklettiğine göre, Şer ra h. Azib Resûlullah'tan daha güzel Kur'ân okuyan bir kimse görmediğini ve işitmediğini ifâde etmiştir.^®

Cüheyr h. Mut'im de, Hz. Peygamber'in Tûr sûresini okuduktan sonra Müslüman olduğunu söylemektedir.^® Hiç şüphesiz bunda Kur'ân’m muhtevâsı ön plânda bu¬lunmaktadır. Bununla beraber Hz. Peygamber'in güzel sesinin ve Kur'ân'ı güzel okuyuşunun da etkisini hesa¬ba katmalıyız. Zirâ Hz. Peygamber, sesinizle buyurmaktadır.

İnsanı belirli duygularla yaratan ve onu en iyi ta¬nıyan Allah Teâlâ, insanlara tebliğini ulaştıracak ve onları eğitecek olan Hz. Peygamber'e "Kullarıma söy¬le: En güzel sözü söylesinler, Çiinkü şeytan aralarına girer. Zirâ şeytan insanın apaçık düşmanıdır.emri-ni vermektedir. Kullardan maksat, Müslümanlardır."^^ Kur'ân âyetlerinin çoğunda kul lâfzı, mü'minlere ait bulunmaktadır. Mü'minler kendilerine muhalif kişilere İslâm'ı anlatırken, delillerini sunarken bunu, güzel sözlerle yapacaklardır.Her durumda ve her konuda söylenecek sözün en güzelini seçeceklerdir.^® Böylece aralarındaki mevcut iyi ilişkilerin şeytan tarafından bozulmasını önlemiş olacaklardır. Şeytan, insanlar arasında kullanılan kötü ve sert sözleri vesile yaparak onların arasına soğukluk sokar ve aralarını açar. Sar- fedilen sert ve kırıcı sözlere verilecek cevaplar da sert ve kırıcı olur. İnsanlar arasındaki iyi münâsebetler, yerini çekişmelere terkeder. Çekişmeler de düşmanlığı getirir. Tatlı ve güzel sözler ise, yaralan ijdleştirir, ka¬tılıkları giderir ve onları sevgi mihveri etrafında top¬lar.^®

İbn Kesîr e göre, mü'minler birbirleriyle olan ko¬nuşmalarında, hitaplarında ve sözlerinde en güzel söz¬leri ve ifâdeleri kullanmak zorundadırlar. Aksi takdir¬de şeytan onların arasını açar, sözü fiile döndürür ve aralarında düşmanlık ve çatışma meydana getirir. Bu-nun için hiç bir Müslüman, kardeşine sert ve kaba lâflar söylememelidir.^^ Şevkânı ye (ö. 1250/1834) göre müşriklere karşı da sert ve kaba söz söylenmemeli- dir.48

Sosyolojik tefsir ekolüne mensup çağdaş müfessir- lerden Mustafa el-Merağî (ö. i364/1945)'ye göre bu âyetin anlamı, Müslümanların, müşriklere ve diğerle¬rine olan husumetlerine rağmen, onları ikna için onla¬ra güzel sözlerin söylenmesi ve aslâ onlara söğülmeme- si ve küfür edilmemesidir.^® Bu âyet, Hz. Ömer hak¬kında nâzil olmuştur. Kendisine bir adam küfretmiş, bunun üzerine Hz. Ömer onu öldürmeye teşebbüs et¬miş ve neredeyse bir fitne zuhur edecek hale gelmişti. Ayet bu olay üzerine nâzil olmuştur.

Bu yorumlardan çıkartacağımız neticeye gelince, Müslümanlar, özellikle eğiticiler, muhataplarına düş¬manca tavır takınmamah, onlara güzel sözler söyleme¬lidir. Kişilere değil, kötülüklere düşman plmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıdır. Kişiye neîîs mü¬dafaası yaptıracak kötü sözler söylenmemelidir. Bilâkis kişiyle fikrini birbirinden ayırmalı ve şahsiyeti¬ni koruyucu güzel sözler söylenmelidir.

Din eğitiminde güzel sözlerin ve ifâdelerin önemi¬ni hiç kimse inkâr edemez. Üslûbu ve muhtevası güzel bir ifâde insanı yumuşatır ve katı tavrını terketmede ona yardımcı olur. Üslûbu ve muhtevâsı kaba ve çirkin bir ifâde ise, insanı daha da katılaştırır ve katı tavrir nin devamını sağlar. Bu nedenle Çenâb-ı Hak, kulları¬ma söyle, insanlara güzel söz söylesinler demektedir. Bu demektir ki, din eğitimcisi, ağzına argo kelimeler ve kâba sözler almıyacak, güzel konuşacak ve nâzik olacaktır.

Hz. Peygamber, "Beyd/ıda sihir vardır derken, güzel sözün gücünü anlatmakta ve yermeyi, yerici be¬yanlar da bulunmajrı, fitnenin iki unsuru saymakta¬dır.®^ İnsanları kmayıci, yerici ve hicvedici sözleri ke¬sinlikle yasaklamaktadır,®^ "Şiirde hikmet vardır. İmam Şafii'ye göre, şiir bir sözdür, güzeli güzel, çirkini de çirkindir.®® Şiirin hikmetli oluşu, onun hem ifâdesinin hem de anlamının güzel oluşundândır. Gü¬zel konuşma ve nâzik tayır, din eğitiminin temel pren¬siplerinden biridir ve temel prensibi de olmalıdır.

ni. KALBLERİ ISINDIRMA

Her insan, güler yüz ve tatlı dildein, iltifattan, kendisi için yapılan fedakârlıklardan ve yardımlardan az veya çok etkilenir ve bunlardan bir ölçüde memnun kalır. Bu davranışlar, kendisiııe değer verildiğini veya kendisine düşmanca bir tâvır takınılmadığmı gösterir. Karşılıklı sempatinin ve güven ortamının doğmasına, yardımcı olur. Biliyoruz ki, sempatinin sonucu, sevgi; sevginin sonucu da inanmadır. Peygamber'in uygula¬dıkları ve Kur'ân'ın da teşvik ettiği prensiplerden birisi

de budur. Meselâ Hz. Mûsa mn Medyen swyıt'na ulaş¬tığında hayvanlarını sulamakta güçlük çeken iki genç kıza yardım etmesi ve daha sonra bu iki kızın babası tarafından işe alınması®®, Kur'ân'in zikrettiği bir olay¬dır.

Kur'ân-ı Kerim, "sacZa^a"®'^, "m/afe"®®,

"ihsan"^^ ve "karz-ı hasen"^^ kavramlarıyla, mü'minle- ri fedakârlığa ve yardıma teşvik ederken, aynı zaman¬da yoksul, düşkün ve yetimin gözetilmesi®^, köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması®^, misâfirlerin doyurulup yatırılması®^ ve insanların kalblerinin İslâm'a ısındırılması (müellefe-i kulûb)®® gibi emirle¬riyle de dikkatimizi bu konuya çekmektedir. Özellikle zekât verilecek sekiz zümre arasında İslâm'a

■ısındırılması gerekenler" in zikredilmesi, ve verme ile kalbin yumuşaması arasında doğrudan bir ilişkinin kurulması, din eğitiminde bu prensibin önemini daha da artırmaktadır. ^

Hz. Peygamber, bu parayı manevî konulara ve İslâm'a karşı yakın alâka duymayan kişilere ve kabile başkanlarına vermiş ve böylece onların kalblerini İslâm'a ısındırarak taraftar kazanmak istemiştir. veya en azından İslâm'a olan kin ve düşmanlıklarını azalt¬mıştır.

Hz. Peygamber'in bu uygulamasını, Hz. Ehû Be¬kir halîfe olunca da aynen devam ettirmiş ve toplanan zekâtlardan kalbleri İslâm'a ısındırılacak kişilere Öde¬mede bulunmuştur. Fakat Hz. Ömer halîfe olunca, aralarında f/yey/ıe b. Hım'm da. bulunduğu bu kişilere ödemeyi durdurmuş ve İslâm'ın Uyeyne b. Hısn gibi ki¬şilerin dostluğunu kazanmaya artık ihtiyacı kalmamış-’ tır, diyerek toplanan zekâtlardan bunlara vermemiş¬ti^®® Bu konuda nakledilen bir diğer olay da şudur: Me¬dine'de devlet muhasebesi işlerinde çalışan ve İslâm'ı heiıüz kabul etmemiş olan bazı gayr-i müslimlerin kalblerini kazanmak maksadıyla onlara bir takım he-diyeler verilmesi Hz. Ömer'e teklif edilmişti. Hz. Ömer de buna kızmış ve maddî kazançlar için ihtidâ/eden kimselere İslâm'ın ihtiyacı yoktur, diyerek bu teklifi reddetmişti.®'^

Hz. Peyg;amber tarafından uygulanan ve ilk halîfesi Hz. Ebû Bekr tarafından da uygulaması devam ettirilen bir Kur'ân âyetinin Hz. Ömer tarafından ilga edilmesi veya neshedilmesini düşünmek herhalde, mümkün değildir. Hz. Ömer'in bu uygulamasını, ilga ve neshe bağlamak, bir âyetin ancak bir âyetle veya bazı âlimlerce sünnetle olabileceğini, bunun dışında hiç bir şeyin âyeti neshedemiyeceğini bilmemek demek olur ki, bu da böyle düşünen fakihler için hiç de hoş bir netice değildir. Belki bazı hanefî hukukçuları, Hz. Ömer'in bu özel (hâs) uygulamasını, genel bir uygula¬ma (âmm) sanarak böyle bir sonuca ulaşmışlardır.

Taberî, (ö. 310/922) Câmiu'l Beyân adİı tefsirinde Tevbe Sûresinin 60. âyetini açıklarken, bu konudaki görüşleri ve rivâyetleri naklettikten sonrâ şöyle de¬mektedir: Allah vergileri iki gaye için emretmiştir: Biri Müslümanların arasındaki fakirlerin yardımına koş¬mak, diğeri de İslâm'a yardım etmek ve onu güçlendir¬mek için. İslâm'a yardım etmek ve onu güçlendirme hususunda fakirlere olduğu kadar zenginlere de saka¬da verileceği muhakkaktır. Zirâ bu durumda, istifade edilecek kişinin ihtiyaçları dikkate alınarak sadaka ve¬rilmekte ve sonüç olarak İslâm dinine yardım dikkate alınmaktadır. Kalbleri kazanılacak kişilere, zengin da¬hi olsalar İslâm dâvâsmm iyileşmesi ve kuvvetlenmesi için yardım yapılması da bu tür yardımlardandır. Bu durumda günümüzde bir kimsenin çıkıp da, artık kalb¬leri kazanmaya ihtiyaç kalmadı, çünkü Müslümanların sayışı arttı ve düşmanlara karşı kendisini müdafaa edecek güce geldi demesi haklı sayılmaz.®® <

îbn Arabi {ö. 542/1147)'ye göre, İslâm güçlüyse kalbleri ısındırmak için insanlara yardım etmiye gerek yoktur. Şayet yardıma ihtiyaç duyulursa, Hz. Pey¬gamber'in yaptığı gibi yapılır ye devlet gelirlerinden bir kısmı bu kimselere verilir. Zirâ Hz. Peygamber, "îslâm zayıf olarak başlamıştır ve yeniden ilk başladı¬ğı gibi zayıf hale gelebilir" buyurmuştur.®®

Hanefî huhukçularından İTâşâm (ö. 587/1191)'ye göre ise, bu konuda görüş ayrılığı mevcuttur. Bazı âlimler ki hanefî âliriıleri bu gruba dahildir, müellefe-i kulûb artık yoktur, Hz. Peygamber'in vefatından ^onra ödeme durdurulmuştur derler. îmam, Şafiî'nin bir gö¬rüşüne göre, bu hüküm devam etmektedir. Diğerleri ise, bunlar arasında İmam Şafiî de vardır, müellefe-i kıüûb'un hissesi devam etmektedir, Hz. Peygamber in sağhğında bunu alan kimselere, bu hisseleri daha son¬ra da ödenmiştir, binânealeyh bugün de İslâm’ı henüz yeni kabul etmiş kişilere onlan memnun etmek ve hidâyetlerini sağlamlaştırmak için verilmelidir, derler. Aynı şekilde düşman tarafinda bulunan başkanlara dahi, şayet güçlü ve kudretli iseler ve İslâm’a bu ne¬denle zararlan dokuniacaksâ hisseleri ödenecektir. Çünkü Hz. Peygamber'in bu gibi kimselere Ödemede bulunurken mevcut olan sebepler, bu gibi kimseler için de geçerlidir.^®

Alûsî (ö. 1270/1854)'nin naklettiğine göre, Zührî, Ebû Cd'fer, Muhammed b. Ali ve Ebû Sevr âlimler, müellefe-i kulıibun devam ettiği görüşünde- dirlier.^^ Hattâ Zührî, bu konuda nesih olduğunu bilmiyorum demiş tin Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209) ise, bu âyetin hükmü, Müslüman olsun veya olmasın herkese genel (âmni)dir. Doğru olan husus, bü hükmün mensulı olmadığıdır,^^ demektedir.

Medenî sûrelerden biri olan Bakara'da Cenâb-ı Hsik., "Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel. Eğer on¬ları gizleyerek verirseniz hu sizin için daha hayırlıdır, ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır. Allah yaptıklarınızı duyar. Ey Muhammed onları yola getir¬mek sana düşmez. Allah dilediğini yola getirir. Verdi¬ğiniz her hayır, kendiniz içindir.''^^huymno[id^İBâii.

Sadaka ile ilgiH bu âyetlerin başı ile sonu, Allah'ın kullan arasında hiç ayınm yapmadan, mü'min kâfir.

Müslüman gayr-i müslim, iyi kötü her yoksulai yardım etmek gerektiğini anlatıyor. Çünkü onlan doğru yola iletmek Allah'a ait bir şeydir. Herkes inancından dola¬yı Allah'a karşı sorumludur. Yardım ederken insanın İnancını araştırmak^ kendi inanç ye düşüncesinde ol¬mayan yoksula yardım etmemek doğru bir hareket değildir. Nitekim îbn Abbas'ın bir rivâyetine göre, Hz. Peygamber, bu âyetin nüzûlünden sonra herkese sada¬ka verilmesini emretmiştir.

Müslim'in Sahih'inde nakledilen bir ha(üs, bu so¬nucu desteklemektedir. Ebû Hüreyfe'deıı rİYkyet edi¬len bu hadîste Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur:

"Bir adam: Ben bu gece sadaka vereceğim, dedi. Sadakasını götürdü ve geceleyin bir fahişenin avucuna koydu. Sabahleyin insanlar:

Sen bir fahişeye sadaka veriyorsun dediler.

O adam: Allah'ım, fahişeye sadaka verdiğim için sana hamdolsun, bu gece de sadaka vereceğim dedi. Götürüp bir zenginin avucuna koydu.

Sabahleyin insanlar: Sen zengine sa^ka veriyor¬sun dediler.

O adam: Allah'ım zengine sadaka verdiğim için sa,na hamdolsun, bu gece yine sadaka vereceğim dedi. Bu d^fa da götürüp sadakasını bir hırsızın avucuna koydu. Yine insanlar, sen geceleyin hırsıza şadaka ve¬riyorsun, demeye haşladılar.

O adam: Allah'ım fahişeye de, zengine de, hırsıza da verdiğim sadakadan dolayı sana hamdolsun dedi. Ona gizliden gelinip şöyle denildi: Senin sadakan kabul edildi. Sadaka verdiğin kimselere gelince, belki fahişe uslanır, fuhuştan vazgeçer, zengin ibret alır da o da Allah'ın verdiğinden verir ve belki hırsız da hırsız¬lığından tevbe eder.

Kurtubî'nin ıpLdil^etti^ bir başka olay da şudur: Hz. Peygamber, Islâm'a saldıran bir şâir için, gidiniz ve dilini kesiniz, demiştir. Bunun üzerine o şâire mem¬nun kalacağı kadar mal vermişlerdi. Bu da onuh dilini kesmek demekti.'^®

Öyle görülüyor ki, Mekkî âyetlerde emredilen sa¬daka, yardımlaşma ve fedakârlık. Medenî âyetlerle de destekleniyor, hattâ kapsamı biraz daha genişletilerek sadaka verilecek kişiler arasına inanmıyanlar da dahil ediliyordu. Özellikle zekât verilecek sekiz zümre içine kalbleri İslâm'a İsındırılacak kişilerin dahil edilmesi ve bunlara farz olarak toplanan zekâttan verilmesi, İslâm'ın anlatılmasında ve güçlenmesinde önemli bir rol oynadığı şüphesizdir.

İşin aslına bakılırsa, fedakârlık ve yardımlaşmada çift yönlü bir menfaat sö,zkonusudur. Vermenin, yardımlaşmanın ve fedakârlığın faydası, sadece verile¬ne değil, aynı zamanda verenedir. Bu, hayat kurtar¬mak için kan vermeye benzer. Verilen kan, bir hayat kurtarır ama, aynı zamanda kan verenin sağlığını da korur, veya koruyucu hekimlik görevini yapar. Birisi, almakla sağlığa kavuşurken, diğeri de vermekle sağlı¬ğını korur. Psikolojik bir yaklaşımla, birisi alma duy¬gusunu doyuma ulaştırırken, diğeri de verme ve fedakârlıkda bulunma duygusunu tatmin eder. Bir di¬ğer ifâde ile, veren kişi, vererek mutlu olurken, diğeri İhtiyacı giderildiği için mutludur. Bir Müslümanın en

büyük mutluluğu, kendisinden ve malından bir şeyler vererek Allah rızaSım kazanmaktır. îslâm’a göre bir Müslüman, ancak vermek ve yapmak suretiyle Allah rızasını kazanabilir. Yani, namaz ve oruç gibi ibâdetlerle kendisinden, zekât ve sadaka gibi ibâdetlerle de malından vermek suretiyle Allah rızası¬na ulaşabilir veya bu rızaya giden yola girmiş olur.

Vermek sadece maddî olan şeylerle olmaz. Bilâkis bununla birlikte manevî olan şeylei-le de olur. Eğitim¬de, özellikle din eğitiminde vermenin önemi inkâr edi¬lemez. Bir din eğitimcisi, kendisinden, varlığından ve imkânı ölçüsünde malından vermedikçe kalbleri kaza¬namaz ve sempatik olamaz. însanlara, bilgisiyle, bece¬risiyle, aklıyla ye fedakârlığı ile yardımda bulunan bir eğiticinin başarısı, hiç şüphesiz bunları yapmayan bir eğiticiden daha fazla olacaktır. Bir din eğitimcisi, önce¬likle insanların kalblerini İslâm'a ısındırmak ve İslâm'a karşı olan tavırlarını yumuşatmak zorundadır. Bu yumuşatma, maddî ve manevî fedakârlıklarla, sa¬bırla ve zamanla olur. Bir din eğitimcisinin yapacağı maddî ve manevî fedakârlık, kendisini alan el değil, veren 6l durumuna getirecek ve Hz. Peygamber'in öğ- düğü bir kişi yapacaktır.^® Allah da Müslümanların malları ve canları'mukabilinde cenneti vaad etmek-tedir.®® Bu nedenle diyebiliriz ki cennet, maddî ve manevî fedakârlıkların neticesinde elde edilecektir.

DÜŞÜNDÜRME VE AKIL YÜRÜTME

Kur'ân-ı Kerim'in önemle üzerinde durduğu ve önem yerdiği konulardan biri de, insanların düşünme-

 

si, aklını kullanması ve bu vasıtayı kullanarak Hakk'a ulaşmasıdır. Kur'ân bir yandan insanları düşünmeye davet edip şartlanma}^ ve-körü körüne bir şeye bağlan¬mayı kınarken, diğer yandân da verdiği örneklerle on¬ları akıl yürütmeye zörlamâktadır. IJiç şüphesiz iman, bir kalb işidir, yani imanın merkezi kalbdir, Örasij Yü¬ce Yaratıcı'nın muhatabı ve nazargâhıdır.®^ Kalb, Al¬lah'a yaklaşan, O'na yönelen ve O'nun için amel eden şeydir.®^ Kur'ân'a göre, insanın düşünen, anlıyan, kav- rıyan, inanan ve şüphe eden yanı da yine kalbdir.®^ Bu anlamda kalb, maddî değil, manevîdir ve cismanî kalb- le yakın bir ilişkisi vardır.^^

Kalbe ait bu fonksiyonlardan bir kısmının, beyinle ilgili bulunduğunu bugünkü ilim bize haber vermekte¬dir. Bu takdirde kalbin bejdnIe bir ilişkisi bulunmakta¬dır. Anlamak kalbin değil, beynin görevleri arasında¬dır. Kur'ân-ı Kerim: "Kalbleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar" demek suretiyle, anlamayı kalbe bağla-maktadır. Bundan da anlıyoruz ki, kalbin beyinle yâ- kın bir ilişkisi mevcuttur. Bu ilişkinin derecesini henüz bilemiyoruz.^^

İnsanı inanmaya götüren yollardan birisi, onun his ve duyguları ise, diğeri de aklı ve tefekkürüdür. Kur'ân-ı Kerim, düşünme ve akıl yürütme ile ilgili olan "nazar, "tedebbür", "tefekkür" m "araştırma"yı emre¬den âyetlerin yanında "akü" ve onunla ilgili kavramla¬rı bolca zikretmek suretiyle, bizi düşünmeye ve akıl yürütmeye âdeta zorlamaktadır. Hem Kur'ân-ı Kerim hem de Allah'ın en büyük eseri olan kâinat, O'nun var-

lığına ve birliğine işâret eden delillerle doludur. Bu de¬liller her yerde ve her şeydedir. Bakan bir göze göre bazen bir kuşta, bazen bir gezegende ve bazen de yıkık bir harabededir.^^ Kı^:ân, insanları, tabiatın değişmez . kanunlarını araştırmaya, bu kanunların oluşumunu düşünmeye ve böylece ufukları geniş bir hayat yaşa-maya çağırmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim'de Genâb-ı Hak, bu konuya çok önem vermekte ve tabiat olaylarını kendi varlığının bir delili olarak göstermektedir. "Şüphesiz göklerde ve yerde insanlar için (Allah'ın varlığına) işaretler var¬dır. Sizin yaradılışınızda ve (yeryüzünde) yaydığı canlılarda, kesin olarak inananlar için âyetler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın gökten rı- zık (sebebi) indirip onunla ölümden sonra yeri dirilt¬mesinde, rüzgârı yönetmesinde cıklını kullanan bir top¬lum için işâretler vardır. İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir."^^

"O'nun âyetlerinden biri de^ size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla, ölümden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler var- dır."^^

Bu âyetler, insanı aklını kullanmaya davet etmek¬te ve aynı zamanda da aklın üzerinde düşüneceği konuları açıklamaktadır. İnsan, tabiat olaylarına, sos¬yal olaylara ve kısa tabiata bakarak bunlar üzerinde kafa yoracak, düşünecek ve neticede Allah'ın varlığını ve birliğini bulacaktır. Genâb-ı Hak, insanı eserden müessire, resimden ressama, varlıklardan yaratıcıya götüren metoda ve onu bu konularda düşündürerek bir sonuca varma prensibine, büyük bir önem vermiştir. "Öyle ki, tabiat olaylarma ve pozitif ilimlere ait âyetleri, hukuka ait âyetlerden daha fazla zikretmiş ve İlâhî inâyetin bunlara yönelmesi, fıkıh hükümlerine yönelmesinden daha çok olmuştur.Bunun sebebi de hiç şüphesiz, imanın, amelden önce gelmesidir. Önemli olan, insanların inanmasıdır. Amel daha sonra gelir. Zirâ imansız bir amelin hiç bir faydası yoktur. Ancak sadece iman da yeterli değildir. İmanı korumak ve de¬vamını sağlamak için amele ihtiyaç vardır. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, öncelikle insanların inanmasını arzu et¬mekte ve imanla alâkalı konuları daha fazla zikret¬mektedir,

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemide, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre: hazır bekleyen bulutları evirip çevirme¬sinde elbette düşünen bir topluluk ipm (Allah'ın yarlı¬ğına) tİeZj/Zer vardır.'^^ Hz. Peygamber "bu âyeti, oku¬yup da düşünmeyenlere yazıkldr demiştir.®^

Kur'ân bu tür âyetleriyle, muhataplarını düşün¬meye ve araştırmaya davet ederken, aym zamanda dü¬şündürme ye akıl yürütme prensibini de ortaya koy¬maktadır. Akıl ve irâde, Allah'ın bütün insanlara bahşettiği iki kuvvettir. İnsan^ bü iki kuvvetten akıl vasıtasıyla Yaratah'mı tanıyacak, irâdesiyle de Yara- tan'mm emirlerini yerine getirecektir. Kur'ân-i Ke¬rim'deki emirleriyle Allah, insana lütfettiği aklı, kendi¬sinden kullanmasını isteıriiş ve verdiği örneklerle de onu düşünmeye sevketmiştir. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in or-taya koyduğu önemli prensiplerden biridir. Bir din eği¬timcisi de Kur'ân'in ortaya koyduğu bu prensibi esas alarak, insanları düşünmeye ve akıl yürütmeye sevkedici konular üzerinde önemle durmalıdır. İnsanları dü¬şündürmek, asla vaz geçmediği bir prensip olmalıdır. Bu nedenle dinî konuşmalarında ve verdiği misâllerde, hissî olmanın yanında düşündürücü de olmalıdır. İn¬sanlara en azından "abaca?" sorusunu sordurtabilme- lidir. Bu Soru3aı kendi kendine soran bir inşan, o konu¬da düşünmeye başlamış demektir. Düşünen bir insan ise, er veya geç hakikati bulabilecek kişi demektir. Önemli olan bir insanın düşünmeye başlamasıdıı:. Bir din eğitimcisinin en önemli görevi de, insanı düşünme¬ye sevketmesidir, ona "acaba?" dedirtmesidir.

Özellikle günümüzde halkın dinî eğitim ve öğreti¬mi ile uğraşan din adamları, daha ziyade onların duy¬gularına hitabetmekte ve dramatik konuşmalarıyla on¬ları etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu uygulama, bazı konular ve özel durumlarda olumlu neticeler verebilir. Ancak etkisi kısa sürelidir. Daha etkili ve güçlü hissî konuşmalar karşısında te'sirini kaybeder. Sürekli etki ve te'sir ancak düşünce ve tefekkür sayesinde olur. Bu nedenle din adamları, etkisiye te'siri uzun süreli olaü prensibi, yani düşündürme prensibini tercih etmelidir¬ler. "Düşünüyorum o halde varım" diyen Descartesin bu sfözünü aslâ unutmamalıdırlar. Var olmanın şartı, düşünmektir, o halde din adamının bir görevi de dü¬şündürmek olmalıdır. Konuşmaları, insanları düşün¬dürecek ve kafa yoracak konular üzerinde yoğunlaş¬tırmak gerekir. Aksi takdirde Kur'ân'in çok önem ver¬diği bu prensip, askıda kalmaya mahkûmdur. Bizim görevimiz, bu prensibi askıya almak değil, bilâkis ona işlerlik kazandırmaktır. Bunun için de Kur'ân'ı anla¬mamıza yardımcı olan her türlü bilgiden ve ilimden is¬tifade etmek ve inanan veya inanmıyan herkese sağ-lam bir Kur'ân kültürü sunmak lâzımdır. Bu da Kur'ân'ı en İ5d bir biçimde anlamak ve gelişen ilimlerin ışığında onu yorumlamakla ölür.

Çağımız insanının eksik olan yönlerinden birisi de, yeterli, sistemli ve doğruya daha yakın bir Kur'ân kültürüne sahip olmayışıdır. Kur'ân-ı Kerim, bizi dü¬şünmeye ve mııhakemeye çağırmaktadır. İnsanın biz¬zat kendisi ve etrafını saran tabiat, Allah'ın kudretini isbat eden en güzel delillerdir. "Yer yüzünde tam bilgi sahipleri için İlâhî hakikatin alâmetleri vardır. Sizin kendinizde de öyle; Halâ görmiyecek misiniz?"^^ "On¬lar bakmıyorlar mı, deve nasıl yaratıldı? Gökler nasıl yükseltildi? Dağlar nasıl dikildi? Yer nasıl yayılıp dö- şendi?"^^

"Andolsun ki ilkin nasıl yarâtıldığını biliyorsu¬nuz. Öyle ise [bundan niye ibret almıyorsunuz? Şimdi bana ekmekte olduğunuz tohumu haber verin; onu siz mi bitiriyorsunuz biz mi? Eğer dileseydik onu kuru bir ot kırıntısı yapardık da siz de şaşakalırdıntz. Ve biz gerçekten ağır bir börç altına girmişiz, daha doğrusu biz umduğumuzdan mahrum kalmışız derdiniz. Şimdi içmekte olduğunuz suyu söyleyin baria; onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz mi? Eğer dileseydik onu içilmeyecek tuzlu bir su yapardık. O halde şükretmeli değil misiniz? Şimdi bana yeşil bir ağaçtan çakmakta olduğunuz, ateşi söyleyin. Onun ağacını siz mi yarattı¬nız biz mi? Biz onu hem bir ibret, hem de çöl yolcuları¬na faydalı bir nesne yarattık. O halde O Yüce Tanrı 'nın adını, yakışmayan şeylerden tenzih et.

Bu âyetler insanı düşünmeye araştırmaya ye mu¬hakeme etmeye çağırmaktadır. İnsanı düşünmekten ve

 

muhakeme etmekten ahkoyan şeylerin başında ise gaf¬let gelmektedir. Gaflet, insanı, hakikati görmekten ve doğruyu bulmaktan alıkoy ar. Bunun için insanın uya¬rılması, düşünmeye ve kafa yormaya davet edilmesi gerekir. Kur'ân bir uyarıcıdır. Peygamberler de birer uyarıcıdırlar. Peygamberimizden sonra uyancılık göre¬vi ise âlimlere ye din adamlarına verilmiştir. Bu ne-denle din eğitimcisi halkı uyarmak, onları düşündüre¬cek tarzda konuşmak zorundadır.

MÜJDELEME VE KOLAYLAŞTIRMA

Kur'ân-ı Kerim'in açık beyânına göre, Hz. Pey¬gamber "beşîr”^^dir, "mübeşşîr"^^dır ve "mübeşşirler- den'^^dİY. Kur'ân'da müjde ve bununla ilgili âyetlerin toplam sıjnsı ise seksen yediye ulaşmaktadır.®® Allah'ın affetmesi ve rahmetinden ümid kesilmemesi ile ilgili âyetler bu sajnya dahil değildir. Yine şefâatle ilgili âyetler de bu sajnımn dışındadır. Bu nedenle müjdele¬me, bir Kur'ân prensibidir ve Peygamberlerin de en önemli vasıflarından bit-idir.

Allah Teâlâ'nm kullarına en büyük müjdesi, "rah¬metim, gazabımı kat kat geçmiştir"^^^ müjdesidir. "Şa¬yet Allah, insanları işledikleri günahlar yüzünden he¬men cezalandıracak olsaydı, yer yüzünde bir tek canlı bile bırakmazdı."Çünkü’ O'nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. "De ki: Ey nefislerine fenalık yapmakta ileri gidenler, Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyi¬niz. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber için de şöyle buyur¬maktadır: "Doğrusu biz seni, gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.''^^"^ "Biz seni ancak bütün in¬sanlara müjdeleyici ve Uyarıcı olarak gönder dik.

Hz. Peygamber de "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz."^^^ "Kim Kur'ân'ı se¬verse, müjdelesin"^^^ buyurmaktadır. Arkadan gelenle¬ri müjdelemek yine onun emridir.

Terbiye edilmemiş ve kontrol altına alınmamış duygular sebebiyle kötülük yapan ve suç işleyen insan¬lara karşı, Kur'ân'm genel bir ilkesi de müjdeleme ve onları ilk anda korkutmamaktır. Zira terbiye edilme¬miş bir insanın duyguları, kontrolsüz akıp giden bir nehre benzer. Akıp giden suları, baraj yaparak nasıl kontrol altına alabiliyorsak, eğitim ye öğretim ile de duygularımızı kontrol altına alabiliriz. Dinî eğitim ve öğretim ile de duygularımızı kontrol altına alabiliriz. Dinî eğitim ve öğretim görmemiş bir kişinin, duygula¬rının te'siri ile bir suç işlemesi onu rahatsız eder ve bundan dolayı da vicdan azabı çeker. Yaptığı bir hata¬dan ve işlediği bir suçdan dolayı, hemen onları kına¬mak ve korkutmak, yanlış bir metoddur. Böyle davran¬mak, oıiları düzeltmediği gibi, bilâkis onları daha ka-ramsar yapar ve kötülük yapmaya sürükler. Yaptığı hatadan ve işlediği suçtan dolayı zaten vicdan azabı çe¬ken bu gibi kişilere, bir de bizim suçlamamız ve korkutmamız ilâve edilmemelidir. Bilâkis onu içine düştüğü kötü durumdan ve vicdan azabından kurtar¬mak gerekir. Bu da ona umut vermek ve onu teselli et¬mekle olur. Nitekim bir hadîslerinde Hz. Peygamber, doksan dokuz kişi öldürüp de vicdan azabı çeken bir kişiden söz eder. Bu kişi, kurtulmak ümidiyle bir din adamına başvurur, fakat o din adamı, ona karşı umut verici konuşmaz,-hattâ hiç bir kurtuluş yolu olmadığını söyler. O kişi de, tekrar ümitsizliğe düşer ve o din ada¬mını öldürür. Ama yine vicdanı rahatsızdır, kurtulınak ister. Bir başka din adamına gider. Bu din adamı ona umut verir, suçlarından kurtulması için de içinde yaşa-dığı ortamı terketmesini söyler. O da terkeder. Bu Hz. Peygamberin tavsiye ettiği ve uyguladığı bir pren¬siptir. Hz. Peygamber, bu hadîsinde, müjdeleme ve ko¬laylaştırma prensibini tavsiye etmekte ve en doğru ha¬reketin bu olduğunu söylemektedir.

Din eğitiminin amacı, öncelikle insanlardaki her türlü duyguyu eğitmek, duygular arasında denge kur¬mak ve deli bir ırmak gibi akıp giden duygulara gem vurmaktır. Duygularına gem vurulmamış, eğitilmemiş ve duyguları arasında denge kurulmamış bir insanın, hata işlemesi ve günah kazanması gayet tabiîdir. BpyIe insanlara yardım etmek ve eğitmek gerekir. Yardım et¬menin ük yolu da, öncelikle onu vicdan azabından kur¬tarmak, ona umut vermek daha sonra da onu eğitmeye çalışmaktır. Bir insana umut vermeden, kısmen de ol¬sa onu vicdan azabından kurtarmadan onu eğitemeyiz. İnsanları korkularından kurtarmak ve onlara umut vermek gerekir. Zirâ her hatalı ve suçlu insan, itiraf etmese de göreviıi|.i yapamadığı için suçluluk duyar ve vicdan azabı çeker. Çünkü tatmin edilrtıeyen veya do¬yuma ulaşmayan her duygu, kişiyi rahatsız eder, sıkın¬tıya sokar. Bunun için Islâm dini, duygular arasında denge kurulmasını, birini diğerine tercih ederek bu dengenin bozulmamasını ister. İnsanın yaratılışında mevcut her duygunun mutlaka tatmin edilmesi gere¬kir. İslâm bu neticeye, iki şartla aynen iştirak eder. HeZâZ ve temiz olmak şartıyla.

“ Kur'ân-ı Kerim, peygamberleri müjdeci olarak göndermek suretiyle insan fıtratının umuda ne kadar muhtaç olduğunu da gösterir. Umut, her insan için zo¬runlu bir ihtiyaçtır, bu nedenle de tatmin edilmesi ge¬rekir. Tatmin edilmeyen bu duygu, insanı rahatsız eder. Rahatsız bir insan ise, verileni alamaz ve iyi eği- tilemez.

Kur'ân'm emrettiği ve Hz. Peygamber'in de uygu¬ladığı müjdeleme prensibini, günümüzün din adamı da uygulamalı, umutsuz kişilere umut, susuz kalblere su vermelidir. Özellikle çağımızda artan korku, ümitsizlik ve çaresizlik karşısında bunalan ve sıkılan insanlara verilecek müjdenin önemi çok büyüktür/İnsanları sa¬dece korkutmak yeterli değildir. Hiç şüphesiz korku¬nun da yararlı olduğu durumlar vardır. Fakat buna¬lan, sıkılan ve yaptıklarına pişman olan kişileri, kor¬kutmak yerine onlara umut vermek gerekir. Böyle kişi¬lerin umuda ihtiyacı vardır.

Din adamları, gerek halkın eğitim ve öğretiminde ve gerekse öğrencilerin eğitim ve Öğretiminde bu pren¬sibi öncelikle kullanmalı, zorlaştırıcı değil, kolaylaştırı¬cı bir tavır takınmalıdır. Tedricîlik kuralı hiç bir za¬man unutulmamalıdır. Kolay olandan zor olanına doğ¬ru gidilmelidir. Kur'ân'ın nüzûl metodu budur, Hz. Peygamber'in de pratik hayatta uy^ladığı prensip bu¬dur. Korkutmadan, zorlaştırmadan yavaş yayaş diniıı kurallarını öğretmek ve alışkanlık haline getirmek, İslâm'ın genel bir kuralıdır. Bu kuralı uygulamak, din eğitimcisinin en tabiî hakkıdır.

Sahabeden birisi bir gün Hz. Peygamber'e gehr ve bazı duygularını helâl olmayan bir yolla giderdiğini ve çok pişman olduğunu söyler. Hz. Peygamber önce ce-- vap vermez, fakat daha sonra "iyilikler kötülükleri gi- derif'^^^ âyeti gelir ve beş vakit namaz kılıp tevbe ederse bu hatadan ve suçtan manen kurtulacağı ifâde edilir. Bu âyet ve Hz. Peygamber'in bu tutumu, suç¬luya nasıl davranılacağını ve ona nasıl umut verilece¬ğini de göstermektedir. İdeal olan kişilerin hata etme¬mesi ve kusur işlememesidir. Fakat gerçekte peygam¬berler hariç, her insan hata edebilir ve kusur işleyebi¬lir. İnsanlar, hata etmede eşittirler. Ancak hata çeşit¬leri, insanlar arasında farklıdır. Her insanın ayrı bir zaaf noktası mevcuttur, genellikle de hatayı bu nokta¬da işler. Öyleyse hata ettiğimizde kendimize gösterdi¬ğimiz anlayışı, başkaları hata ettiğinde onlara da gös¬termeliyiz. Bir insanın kendisini bağışlaması, bir baş¬kasını bağışlamasından daha kolaydır. Kendimiz için . istediğimiz umudu, niye başkalarından esirgeyelim. Umut ve kolaylık, hem bizim hem de başkalârmın tabiî hakkıdır. Herkese hakkını vermek, dinî bir görevdir. Bu görevi ilk olarak yerine getirecek olanlar da din adamlarıdır.

VI. KORKUTMA

İnsanları, faaliyetlere sürükleyen ve onların dav¬ranışlarına etki eden en Önemli faktörlerden biri de korkudur. Şayet insanlarda korku duygusu olmasaydı, kanun, nizâm ve disiplin de olmazdı, insanı, kötülük yapmaya karşı frenleyen, görevlerini yapmaya zorla¬yan, kanun ve nizâmların tatbikini kolaylaştıran en güçlü duygu hiç şüphesiz korkudur.

Kur'ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak, insanlardaki bu fıtrî duyguyu harekete geçirmekte ve Peygamberlerin¬den de bu duyguyu harekete geçirmelerini istemekte¬dir. Kur'ân'da korkma duygusu ile ilgili olarak "havf kelimesi ve bu kelimeden türeyen kelimelerin sayısı yüz yirmi dört civarındadır.^^^ "Haşyet” kelimesi ve müştakları ise kırk dokuz civarındadırKorkutma ve uyarma anlamına gelen kelimesinin ve müştaklanmn toplam sayısı ise yüz yirmi yedidir. Bütün peygamberler ve Hz. Muhammed (s.a.) insanlara hem müjdeci ve hem de korkutucudurlar.^^® "Gerçe^te/ı biz seni, hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönder- dik"^^^ buyuran Allah Teâlâ, bu sözüyle Hz. Peygam¬ber'e uyarıcılık ve korkutma görevi de vermektedir. Hz. Peygamber de bu görevi, diğer görevleri gibi başa-rıyla sonuçlandırmış ve tebliğde bir prensip olarak uy¬gulamıştır.

Korkutma, insanlardaki mevcut korkma duygusu¬nu harekete geçirmek ve bü duyguyu uyarmak demek¬tir. Bu duyguyu harekete geçiren ve uyaran etkenler ise, hukuk, ahlâk ve din kurallarıdır. Özellikle din eği¬timinde dinî ve ahlâkî kurallar daha ağırlıklı ve daha ön plândadır. Hem bu dünyada hem de âhirette ceza-landırılma korkusu, İnsanı kötülük yapmaktan, kanun ve nizâmlara karşı gelmekten büyük ölçüde alıkor ve ona mani olur, Allah korkusu, bütün korkuların üstün¬dedir ve hiç bir korku Allah korkusu kadar caydırıcı ve kötülüklere mani olucu değildir. Bazı insanlar, kanun¬lardan kaçabilir, ahlâk kurallarını çiğneyebilir, fakat Allah'tan korkan bir kişi, aslâ kötülük yapamaz ve suç işleyemez. Bütün mes'ele Allah korkusunu, vicdanlara

ve ruhlara yerleştirebilmektir. Din eğitiminin bir ama¬cı da budur. Allah'ı tanımayan ve O'na inanmıyan bir kişinin Allah'tan korkması diye bir şey söz konusu değildir. Allah'tan korkmak için önce O'nun varlığına inanmak gerekir. Bu nedenle korkutma prensibi, önce¬likle Allah'a inanan kişilere etki eder ve onlarda uyarı¬cı bir rol oynar.

Allah korkusu yanında, cehennem korkusu ve di¬ğer korkular da bazı insanları etkilemektedir. înanıha- yan insanlar, Allahltan korkmasalar da, yine de kork¬tukları bir çok şey mevcuttur. Özellikle dünyaya ait ce¬zalardan daha çok korkarlar. Ölüm ise, genellikle ölü-me hazırlıklı olmayan kişilerin daha çok korktukları bir olaydır. Âhiret inancına sahip olan ve ölüm sonrası için t)u dünyada hazırlık yapan kimseler, ölümden da¬ha az korkmaktadırlar. Bu nedenle ölüm ve ölüm son¬rası hayat, insanların uyarılmasında önemli bir etken¬dir. Kur'ân, bu etkeni en güzel bir biçimde gözler önü¬ne serer. İnsanları, kıyamet ve alâmetleriyle, ölüm sonrası olaylarla, cehennem ve alev alev yianan ateşiyle korkutur. Böylece insan fıtratında mevcut olan korku¬yu harekete geçirerek, uy arıcılık ve ikaz görevinde bu¬lunur.

Kur'ân'ın bir prensip olarak ortaya koyduğu ve Hz. Peygapıber'in de uyguladığı bu ilkeyi, din adamları da uygulamaktadır. Fakat pratikte bu ilkenin dozajı, biraz daha ağır basmakta, hattâ ifrat derecesine bile varabilmektedir. Gerçi korku bir prensiptir, yerinde ve dozajında kullanıldığı takdirde'olumlu neticeler ver¬mektedir. Ancak sürekli bu prensibi kullanmak ve do¬zajım gittikçe artırmak, insanları ümitsizliğe, karam¬sarlığa ve benim için artık kurtuluş yoktur, düşüncesi¬ne götürmektedir. Sırf bu yüzden bir çok insan, bunalı¬ma düşebilmektedir. Bir de ölüm korkusu eklenince, bunalım daha da artmaktadır.

ölüm tabiî bir kanundur. Aslında her tabiî kanun gibi ondan da korkmamak gerekir. İnsanlar, ölümden değil, ölüme hazırlıksız oldukları için korkmaktadırlar. Dinî görevlerini yapıp da ölürne hazır olan insanlar, ölümden korkmamaktadırlar. Ölüme hazır olmak de¬mek, korktuklarından emin olmak demektir. Korkma¬mak için de hazırlıklı olmak gerekir. İbâdetlerin bu dünyada en büyük faydası belki de budur. Din eğitim¬cisi, bu gerçeği bilmek ve ona göre davranmak zorun¬dadır. Bunun için de, kotku motifini, yerinde ve yeterli ölçüde kullanmak gerekir. Korkuyu, onları bunalıma düşürmede değil, iman ve ibâdet konusunda bir uyarıcı olarak ve insanı harekete geçirici bir unsur olarak dü¬şünmek lâzımdır. Aksi takdirde sürekli korku vermek, fayda yerine zarar verir. Dinde de esas olan, öncelikle zararı gidermek, daha sonra faydalı olanı elde etmiye çahşmaktır. Kişileri ikaz edip onlan düzelteceğiz der¬ken, daha da kötüleştirmemeye çalışmalıyız. Uyarı şu¬urlu olmalı, hissî olmamalıdır. Şuurlu uyarı, ilme ve bilgiye dayanan uyarıdır. "Kulları içinden ancak bil¬ginler, Allah'tan korkar. âyeti, bize bu konuda ışık tutmaktadır. İlim sahibi olanlar, Allah'tan korkarlar.

' Korkutma veya uyarı ise, ancak Allah’tan korkanlara ve namazını kılanlara olacaktır. "Sen ancak görmeden Rab'lerinden korkanları ve namazı kılanları uyarır- sın."^^^ âyeti bu gerçeği yansıtmaktadır. Kur'ân-ı Ke¬rim, korkan kimseler için bir öğüttür.Bu öğüt ye uyan, ancak Allah'tan korkacak kişilere daha fazla et¬ki etrnektedir.^^® Uyanlann mutlaka sert ve katı olma¬sı gerekmez. Bilâkis yumuşak uyanlar ve tavırlar, da¬ha etkili ve güçlü olabilir. Cenâb-ı Hak, "Fir'âvn'e gi¬din çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt

alır veya korkar. buyurarak, dikkatimizi bu nokta¬ya çekmektedir. Korkulacak tek varlık ise, ancak Al-

lah'tır.122

Yani insanlar, dinî görevlerini yerine getirirler¬ken, kendilerini kınayacak kişilerden ise korkmıyacak- lardır.^^^ Uyarı, öncelikle akrabaya,daha sonra da bütün insanlara olacaktır

Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, insanlarda ümit¬le birlikte, korku da veya korkunun yanında ümid de vardır. İnsanlardaki korku yok olup gittiği zaman, on¬da isyân, taşkınlık veya görevini yerine getirmtime hal¬leri ortaya çıkar. Bunun içindir ki, ümidin içinde biraz korku, korkunun içinde biraz ümid olmalıdır. Açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran da açlık korkusudur. Bu iki duygu, görev duygusunu canlı tu¬tan ve canlandıran duygulardır. Bu sebeble diyebiliriz ki, insan hayatı^ ümitle korkunun bir karışımıdır. İslâmî literatürde bunun adı "Beyne'l Havf ve'r Reca'dvc. Ümitle korku arasında olmak demektir. Ümitle korku arasındaki hassas dengeyi koruyan in¬san, tam olarak görevini yapacak formasyona ulaşmış insan demektir.

KUR'ÂN'A GÖRE DİN EĞİTİMİNİN GENEL METODLARI

Her ilmin kendisine hâs bir metodu vardır. Din eğitiminin de elbette bir metodu olmalıdır. Din eğitimi temelde, genel mantık kurallarına tâbi olmakla bera¬ber, kendine ait bir takım özel metodlarının olması ga¬yet tabiîdir. Metod, belirli bir amaca ulaşmak için, mecburî olarak başvurulan düzenli yollar demektir. Metod, araştırıcıyı hedefine götüren en sağlam ve en kısa yoldur. Bir din e^timcisi de, din eğitiminin amaç¬larını gerçekleştirmek için, bilinen belli metodları uy¬gulamak zorundadır. Din eğitiminde prensipler ne ka¬dar önemli ise, metodlar da o kadar önemlidir. Pren¬sipler, din eğitimcisinin davranışlarını kontrol edip belli ilkeler doğrultusunda hareket etme imkânı verir¬ken, metodlar da ona, hedefine en doğru ve düzenli yol-lardan ulaşma imkânı verecektir.

Din eğitiminin amacı, insanı dinî açıdan eğitmek ve ona belli bir din kültürü vermek olduğuna göre, di¬nin de din eğitimcisinin de muhatabı insandır. İnsan ise, sırlarla dolu bir varlıktır. Onun arzularını, ihtiyaç¬larını, duygularını ve düşüncelerini öğrenmeden onu tanımamız hemen hemen imkânsızdır. Günümüzde Psikoloji, Sosyoloji ve Biyoloji gibi ilimler, inşam tanı-

maya ye sırlarmı çözmeye çalışıyorlar. Bu çalışmalar henüz bitmiş de değildir. Bu açıklama, insanı tanıma¬nın ye ona ulaşmanın ne kadar zor olduğunu göster¬mek içindir. İnsan, yapısı gereği değişkendir. Değişken bir yapıya sahip olan bir yarlığa, değişmeyen kuralları anlatmanın ve öğretmenin zorluğu da ortadadır. Bu nedenle din eğitiminde prensiplerin ve metodlarm öne¬mi, diğerlerinden daha az değildir.

Din eğitiminde, hiç şüphesiz bir çok metpd ve usul bulunabilir. Fakat en güzel ve en doğru metod, Kur'ân'm uyguladığı ve tavsiye ettiği metod veya me- todlardır. Hz. Peygamber'in de uyguladığı bu metodla- rı, bilmek ve uygulamak, bir din eğitimcisinin başlıca . görevidir.

TAKLİD METODU

Çocuklar, dilini, dinini, âdet ve geleneklerini ve diğer konuları aileden taklid vasıtasıyla öğrenir. Sos¬yal psikologlardan Gahriel Tarde (1843/1904) ilk defa taklid mes'elesini, sistemli olarak incelemiş ve taklid teorisini ortaya atarak onu sistemleştirmiştir. ^ Ona gö¬re toplum, takliddir.^

Taklid, İnanç, amel ve diğer davranışların kişiden kişiye sirayet yolü ile geçmesidir. Bir toplumda yaşa¬yan fertler, birbirlerini taklid etmeye çalıştığı gibi, top- lümlar da birbirlerini taklid etmeye çalışırlar. İlkel toplumlarda örf ve âdet şeklinde cereyan eden taklid, ileri toplumlarda moda şeklinde kendisini gösterir. Bu nedenle her sosyal hayatın ortak özelliklerinden biri de takliddir. Moda uzay içinde taklid, âdet ise zaman için¬de takliddir/ Bu. nedenle eğitim ve öğretimde ilk temel adım, takliddir. İnsanlar ilk ve temel bilgilerini taklid- le öğrenirler. Taklidde doğrudan değile dolaylı bir teb¬liğ vardır. Diğer bir ifâde ile, tebliğ metodlarından biri de takliddir. Bir başkasını taklid ederek öğrenmek ve eğitilmek, önemli eğitim metodlarından biridir.

Her taklid ola}^, öncelikle insanın iç dünyasında, arzu, İstek, inanç ve şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, davranışlara ve hareketlere dönüşür. Bü nedenle anne-baba, öğretmen, dinî ve tarihî şahsiyet¬ler, toplum içinde taklid edilen kişiler arasında ilk sı¬ralarda yer alırlar. Şerif Mardin hu. hususu şöyle izah etmektedir; "Çocuğun, toplum normlarını ağılamakta kullandığı mekanizmalardan biri, çok saygısı ve sevgi¬si olan birini örnek alarak onun gibi hareket etmesidir. Çoğu zaman bu örnek kişi, baba veya diğer bir akraba¬dır. İslâm toplumunda babanın abdest alması, işe "Bismillah'' diye başlaması ve güîılük yaşantıları ile içiçe geçmiş olan diğer dinî davranışları, müslümahca bir hayat yaşamının ayrılmaz parçalan oldukları öl¬çüde^, çocuğu aynı şekilde hareket etmeye itecektir. Ço-cuk İslâmî hayatın gerekleri hakkjındaki bilgilerin bü¬yük bir kısmını bu özdeşleştirme (Identification) meka¬nizmasından alacaktır,®

Taklid edilen kişi, örnek kişidir, veya örnek kişiler ancak taklid edilmektedir. Örnek kişi ise, yaşça büyük olan, içtimâî, dinî, siyasî, maddî ve manevî bir otorite¬ye sahip olan kişidir. Zirâ bu özelliklere sahip olan ki¬şi, sahip olmayan kişilerden hem farklı ve hem de daha üstündür. Taklidde dolaylı etki söz konusun olduğundan, taklid eden kişilere dolaylı olarak etki ederler. Bu nedenle taklid, içten di^a ve üstten alta doğru bir seyir takibeder. Taklid edilen kişi, taklid edildiğinden ha¬bersizdir, yahut da etkisinde irâdesinin payı yoktur. Taklid eden de irâdesiz hareket eder. Büyük yerleşim merkezlerinden taklid edilen üstün kişiler, herkes ta¬rafından tanınmadığı için ferdî etkileri nisbeten azdır. Ufak yerlerde taklid edilen kişilerin te'siri daha fazla- " dır.®

Kur'ân-ı Kerim, Peygamberleri örnek alınacak ve taklid edilecek kişiler olarak tanımlar ve dinî hayat ve davranışlarının taklid edilmesini ister. Nitekim Hz. Peygamber için Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır; "An¬dolsun Allah'ın elçisinde sizin için Allah'ı çok anan kimseler için uyulacak en güzel bir örnek vardır. Hz. İbrahim i^in de şöyle buyurmaktadır; "İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır."^ Allah Teâlâ bu iki âyetiyle hem Hz. Peygamber'i hem de Hz. İbrahim'i örnek göstermekte, uyiilacak, taklid edilecek güzel davranışların bulundu-ğunu açıklamaktadır.

Ayette "Üsve" tabiri geçmektedir. Bu tabir, uyula¬cak, arkasından gidilecek ve örnek alınacak kişi de¬mektir.® örnek alma, arkasından gitme ve ona uyma işe bir taklid çeşididir. Zirâ taklid etmeden, arkasın¬dan gitme, uyma ve örnek alma mümkün değildir. Bu¬nun için peygamberler, taklid edilecek kişilerdir, de¬dik. Hz. Peygamber'den sonra örnek alınacak ve taklid edilecek kişiler de âlimlerdir. Hiç şüphesiz Hz. Pey¬gamber'in örnek hayatı, her konuda Müslümanlar için uyulması gereken bir hayâttır. Resûlüllah hayatta iken onun örnek yaşayışına bakarak hayatlarını dü¬zenleyen sahabe de bize bu konuda yardımcı olmakta¬dır. Ancak Hz. Peygamber şu anda hayatta değildir. Hayatta olmayan bir kişinin taklid edilmesi fiilen mümkün değildir; Bunun için onun hayat tarzının öğ¬renilmesi ve daha sonra uygulanması gerekir. Bunu da ancak âlimler yapabilir. Hz. Peygamber'den sonra âlimlerin örnek alınmasının sebebi de budur.

Kur'ân-ı Kerim'de yirmi beş peygamberin, üç Al¬lah dostu kişinin isimleri ve kıssaları zikredilir. Bunla¬ra ilâveten ayrıca kadın erkek, inanan ve inanmayan bir çok kişinin de olaylarından bahsedilir. Bu kıssalar, ya doğrudan ya da dolaylı olarak bir takım emirleri ve¬ya yasaklan, ibret alınacak olayları ve diğer hükümleri ihtivâ ederler. Zikredilen kıssalardaki bazı olay kahra¬manları ve yaşadıkları olaylar, örnek alınacak ve tak¬lid edilecek kişiler ve olaylardır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Adem, ve eşi Havva'dan, oğulları Hâhil ve Kabil'den, Lokman dian, Hz. Yusuf ve kardeşlerinden, Hz. Süley¬man, Hz. Musâ Ye Hz. îsa dan, Nuh tûfam'ndan, As- hah-ı Kehf den Ye Hz. Peygamber'in hayatından bahse¬dilmektedir. Kur'ân âyetlerinin çoğunluğunu^ bu tür kıssalar teşkil eder. Bu kıssalardan istifade edebilmek. İçin, onların bilinmesi, tahlil edilmesi ve zikredilen olaylarla, yaşadığımız olaylar arasında bir ilişkinin ku¬rulması gerekir. Olay kahramanı, nasıl davranmış ve neticeye nasıl ulaşmıştır? Hangi, olaylar karşısında hangi tavırları almıştır? Öncelikle bunların bilinmesi, daha sonra da bizim yaşadığımız olaya veya olaylarla irtibat kurulması ve âdeta olay kahramanı ile ozdeşle- şilmesi lâzımdır. Bir din eğitimcisi, kendisi için bu me¬todu uyguladığı gibij eğitimini üstlendiği kişilere de uygulatmasıdır. Bu da, birinci derecede örnek olmak, ikinci derecede de telkin etmek suretiyle olur.

insanlar, hayatları boyunca acı ve tatlı bir çok olay yaşar. Yaşadığı olaylar karşısında bunalıma düşe¬rek insanlığını, şahsiyetini, bâtta hayatını kaybedenler bulunduğu gibi, metanetini koruyarak sabredenler, kendilerine teselli bulanlar ve direnerek hayatını de¬vam ettirenler de bulunmaktadır. Genellikle ikinci gruba dahil olanlar, Allah ve kader inancına sahip olan kişilerdir. Yahut da taklid edilecek bir kişi bularak o kişi ile özdeşleşenler, daha kötüsünü düşünerek duru¬muna razı olanlar veya bunalım anlarında kendisine bir dost bulabilenlerdir. Kur'ân'daki kıssalardan azamî ölçüde istifade eden Müslümanlar da, sıkıntı anlarında kendisini teselli edecek bir çok şey bulabilmektedir. Meselâ: Hz. Yakub'un başından geçen acı olay, evlâdını kaybetmiş bir babaya en güzel örnektir. Acı da olsa toplumumuzda bazı evlâtlar evlerini terkederek kaç¬makta ve evlerine dönmemektedirler. Evlâdı evi ter- ketmiş bir baba için, en güzel örnek Hz. Yakub'İMY. Kur'ân'm en güzel kıssa^*^ adını verdiği Fz/sü;/'suresin¬de, Hz. Yakub'un başından geçen olaylar anlatılmakta¬dır. Hz. Yakub, evlâdı Yusuf un kayboluşu karşısında metanetini korumuş ve "sabır güzeldir, sabredece¬ğim"^^ diyerek, büyük bir sabır örneği göstermiştir. Neticede sabrının mükâfatını görmüş ve evlâdına ka¬vuşmuştur. Bu olayın Kur'ân'da zikredilişi, boşuna de¬ğildir. Mutlaka her anlatılan olayın, bir amacı vardır. Bu amaç da hiç şüphesiz, örnek almadır.

Toplum hayatında yaşanan olaylardan biri de, ba¬banın mü'min, oğlunun veya kızının kâfir; oğulun mü'min, babanın kâfir; kocanın mü'min, eşinin kâfir; kadının mü'min kocasının kâfir; veya kendisinin mü'min yakın akrabalarının kâfir olması gerçeğidir. Bu gerçek ibâdet konusunda da geçerlidir. Baba iyi bir

 

Müslüman, ama evlâtları İslâmî kuralları yaşamayan kişiler olabilir. Veyahut evlât, iyi bir Müslüman, ama baba tam aksine ibâdet etmeyen, içki içen ve kumar oynayan biri olabilir. Ailenin veya toplumun etkisiyle kişiler, dinî kuralları yerine getirmede eşit değillerdir. Eğitim ve öğretimin etkisini de bunlara ilâve edersek, bu eşitsizlik daha da artar ve belifgin hale gelir. Bu nedenle ailede baba nasıl düşünüyorsa, evlâtlarının da öyle düşünmesini ister. Şayet evlât, baba gibi düşün¬müyor veya inanmıyorsa baba, huzursuz demektir. Ay¬nı şekilde kendisine serbest bırakmıyan ve hür düşün-mesine imkân vermeyen bir babaya karşı da, çocuk tepkidedir ve bu 3rüzden huzursuzdur.

Din eğitimi açısından Kur'ân'ı tetkik ettiğimizde, bu konularda, bize örnek olacak ve yol gösterecek pek çok örnekler bulabilmekteyiz. Meselâ: Bir Peygamber olan Nuh, inanan bir kişi, oğlu ise inkârcı ve kâfirdir. Yine Hz. Nuh'\m ve Hz. Lûiim hanımları, kocaları peygamber olmalarına rağmen, inanmamışlardır.^^ Hz. İbrahim bir oğul olarak inanan bir kişi, fakat ba¬bası inkârcı ve puta tapan birisidir.Fir'âvn, bir koca olarak kâfir, eşi ise inanan bir kadındır.Hz. Peygam¬ber, yeğen olarak inanan bir kişi, amcaları ise inanmı- yan kişilerdir. Geçmişle ilgili Kur'ân'in zikrettiği bu olaylar, bir din eğitimcisi için çok önemli olan olaylar¬dır. Zirâ bu olaylar, ideal düşünce açısından olmaması gerekirken, realitede mevcutturlar. İCur'ân da,bu reali¬teyi kabul eder, fakat ideal düşünce doğrultusunda dü¬zeltilmesini ister. Bu mevcut durumu kabullenip teda¬viyi kabul etmek demektir. İnsanların içinde bulun¬dukları durumu bir realite olarak kabul edip ona göre

 

^vır almak ve eğitimine çalışmak en doğru harekettir. İşte Kuran bu örnekleriyle bize^ olaylara bakış açımızı göstermektedir.

Şahsiyetin oluşmasında, taklidin önemi büyüktür. Örnek kişileri taklid ve onlarla özdeşleşme, eğitimde önemli bir adımdır. Pek çok şey, taklidle elde edilir ve öğrenilir. Özdeşleşme ise daha ileri safhalarda meyda¬na gelir. İ}^ şeyler, taklidle elde edildiği gibi, kötü şey¬ler de taklidle elde edilebilir. Bunun için Kur'ân, kötü şeylerin taklid edilmesini kınar. İslâm'ın istediği ve öğütlediği taklid, güzel olan, iyi olan ve faydalı olan şeylerin taklid edilmesidir. Güzel davranışlar, önce taklid ile elde edilir, daha sonra elde edilen şeylerin şuuruna varılır. Resûlüllah, çocuklarîn yedi yaşında namaza başlatılmasını öğütlemiştir. Halbuki ergenlik yaşı on ikidir. Bu demektir ki, çocuk yedi yaşından iti¬baren namaz kılmaya, babasını ve annesini taklid ede¬rek başhyacak, namazı kıla kıla öğrenecek ve ergin ça¬ğına gelince namaz kılmasını bilen ve şuurunda olan bir kişi olacaktır.

Kur'ân, inananlara Hz. Peygamber'i örnek olarak takdim eder. Örnek alınacak ve arkasından gidilecek kişi Hz. Peygamber'dir. O'nun davranışları taklid edi¬lecek ve benzer durumlarda aynısı veya benzeri yapıla¬caktır. Meselâ, Hudeybiye Andlaşması sırasında Resûlüllah'ın tavrı, buna bir örnektir. Hudeybiye and- laşması, sahabeye çok ağır gelmişti. Hz. Peygamber, banş andlaşmasım imzaladıktan sonra sahabeye, kur¬banlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emret¬ti. Fakat sahabeden hiç biri bu emri yerine getirmedi. Resûlüllah, bu emri üç defa tekrar etti, yine de bu emri yerine getiren olmadı. Andlaşmanm çok ağır şartları,

sahabeyi o kadar şaşırtmıştı ki, ne yapacaklarını ve ne yaptıklarını bilemiyorlardı, Adeta Hz. Peygamber'e sessiz bir isyân vardı. Hz. Peygamber bu olay karşı¬sında çok müteessir oldu ve eşi Ümmü SeZeme'nin ya¬nma gitti. O'na kavmim sözümü dinlemiyor, dedi. Üm¬mü Seleme O'na, artık bir şey söyleme, kendi kurbanı¬nı kes ve ihramdan çık, tavsiyesinde bulundu. Hz. Pey¬gamber de bu tavsiyejâ yerine getirdi ve eşinin dediği¬ni yaptı. Fakat sahabeye hiç bir şey söylemedi. Daha sonra sahabe de aynen Hz. Peygamber'in yaptığını yaptı.^®

Bu olay, Hz. Peygamber'in müsbet bir davranışını ve O'nu aynen taklid ederek sonuca ulaşan sahabenin davranışını yansıtmaktadır. Aynı tür davranışı, fakat daha farklı bir biçimde Yavuz Sultan Selim'de gör- mekteyiz.

Taklid açısından eğitimde en önemli kişi, hiç şüp¬hesiz baba ve annedir. Daha sonra öğretmen ve toplu¬mun ileri gelen kişileridir. Terbiye Sosyolojisi'ne göre, hayatımızda bir çok davranışların, iyi ve kötü hareket¬lerin kökü, aile yuvasında kazanılmaktadır.^® Hz. Pey¬gamber bu sosyolojik gerçeği şu sözleriyle ifâde etmek¬tedir: "Hepiniz çobansınız, ve her biriniz idaresi altın¬da bulunan kişilerden sorumludur. Baba da ev halkı üzerinde çoban gibidir, o da idare ettiğinden sorumlu¬dur.""^^ Allah Teâlâ da "ailene namazı emret, kendin de onun üzerinde sahret'^^ buyurmaktadır. İBu emirler, âiledeki eğitimin önemini açıkça göstermektedir. An¬ne-babanın davranışları, özellikle dinî eğitim için dinî davranışları çok önemlidir. Nasıl dil taklidle öğrenili- yorsa, din de yine taklidle aileden öğrenilmektedir. Örf ve âdetler, gelenekler kısaca kültür, jdne âiledeh ve toplumdan taklid suretiyle öğrenilir. Aile ve toplumun şekli bu açıdan da değerlidir.

TELKİN METODU

Din eğitiminde en çok ve en sık uygulanan metod- lardan birisi ve belki de en önemlisi telkin metodudur. Din eğitiminde anne-babanın, toplumun taklid edilme¬si kadarj bunlar tarafından yapılan telkinin de önemi vardır. Özellikle telkin, taklid ile birleştiği zaman çok daha etkili olmakta ve olumlu neticeler vermektedir.

Telkin, bir duyguyu, bir inancı ve bir düşünceyi, başkalarına veya kendimize kabul, ettirme yoludur. İradî ve şuurlu bir te'sir vasıtasıdır. Bu yönüyle taklid- den ayrılmaktadır. Bir insan, başkalarına telkin yapa¬bildiği gibi, kendisine de telkin yapabilir. Buna kendi kendine telkin adı verilmektedir. Telkin’de duygu ha-kimdir. Bu nedenle sevgi, telkinde önemli bir etkendir. Diğer bir ifâde ile, sevdiklerimizden daha çok etkileni¬riz. Tebliğ de, bir çeşit telkin metodudur. Bunun için telkin yapacak kişide bir takım şartların bulunması gerekir. Bu şartları taşımayan kişiler, ya telkin yapa-mazlar ya da başarılı olamazlar.

Telkin yapacak kişiler, maddi ve manevî otori¬teye sahip olmalıdırlar. Maddî otoriteden maksat, âile reisliği, siyasî ve içtimâî otoritedir. Manevî otorite ise, ilim ve faziletleriyle tanınmış âlimler, yazarlar, san'at- çılarm sahip oldukları otoritedir. Hz. î^uh ve Lokman, oğullarına öğüt vermişlerdir. Bazı telkinlerde bulun-muşlardır. Özellikle Lokman'ın oğluna öğütleri çok

dikkat çekicidir; Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki, ''Yavr.um, Allah’a ortak koşma, çünkü ortak koş¬mak büyük bir zülumdür. "^^ Wavrum, yaptığın iyilik veya kötülük hardal tanesi ağırlığınca bir şey de olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa Allah mutlaka onu getirir. Çünkü Allah latîfdir. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar, kesin işlerdendir.'^"^

Bütün peygamberlerin kavimlerine yaptıkları teb¬liğler de birer telkin örnekleridir. Meselâ, Hz. Nuh: "Ey milletim, Allah’a ibâdet edin. Ondan başka ilâhımız yoktur. "Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız'? Doğrusu ben size gönderilmiş .güvenilir bir peygamberim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin."^^ demişti. Bu otorite sahibi birinin yaptığı bir telkindir.

Hz. Peygamberin daveti, mektupları ve veda hut¬besi de birer telkin örnekleridir. Özellikle veda hutbe¬si, telkin metodunun en canlı örneğidir. Manevî bir otoriteye ve aynı zamanda maddî bir otoriteye sahip olan Hz. Peygamberin bu hutbesi, etki gücü itibariyle belki de yeryüzünün şahit olduğu en büyük telkin ola¬yıdır.

Hz. İbrahim babasını dine davet etmiştir. Hattâ üzerinde ısrarla durmuştur. Ama babası, "Ey İbrahim sen mi benim tanrılarımı beğenmiyorsun'? Bundan vaz geçmezsen mutlaka seni taşlarım. Ebediyken benden uzaklaş ve git, diyerek onun telkinini ve tebliğini reddetmiştir. Hz. İörahim, bir peygamberdir ve manevî bir otoriteye sahiptir. İbrahim (a.s.)in babası ise, inan-

 

mıyan bir kişidir, fakat bir babadır. Âzer, bir baba ola¬rak evlâdı üzerinde maddî bir otoriteye sahiptir, veya en azından böyle bir hakka sahip olduğuna inanmakta¬dır. Hz. İbrahim'i bir peygamber olarak değil de bir evlâdv olarak düşünmüş ve bu yüzden onu ciddiye al¬mamış olabilir. Görevi icabı, sosyal baskıların etkisiyle inanmamış olabilir. Psikolojik yapısı o sırada müsait olmadığı için de inanmamış olabilir. Fakat bir ihtimal de olsa, oğlu olduğu için Hz. îhrahim'm söylediklerin¬den' de etkilenmemiş olabilir. Bu ihtimali göz önünde tutarsak ve doğru kabul edersek, maddî bir otoriteye sahip olmayan birisinin böyle bir otoriteye Sahip olan birisine etki edemediği sonucuna ulaşabiliriz. Bu da bize, çocukların babalarına veya yaşça kendinden bü¬yüklere telkin, yapamıyacağmı gösterir. Telkin ancak maddî ve manevî açıdan üstün olan kişilerin yapabile*' ceği bir metoddur. Din adamları. Öğretmen olarak, vâiz olarak veya imam olarak görev yaptıkları sürece maddî otoriteye; İslâm'ı iyi bildikleri, araştırdıkları ve yaşa¬dıkları sürece de manevî otoriteye sahiptirler. Böyle bir otoriteye sahip olmayan kişilerin söylediklerinin bir değeri olmaz, ve etkisi de olmaz. Müftü olan bir din idamının otoritesi ile, olmayan bir din adamının otori¬tesi de bir değildir. Bu gerçeğin hiç bir zaman unutul¬maması gerekir.

İslâm'ı tebliğ ediyoruz diye, anne-babaya, kendi¬mizden yaşça büyük olanlara veya bir otorite sahibi olanlara karşı çıkmak, onları kırmak ve kendi inançla¬rımız doğrultusunda onları zorlamak, doğru bir metod değildir. Kur'ân-l Kerim, "Eğer onlar seni, hakkında hir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zor¬larlarsa, onlara itaat etme. Fakat onlarla dünyada iyi gĞçin ve bana yönelen kimselerin yoluna lij'. buyur- maktadır. Bu âyet, anne-baba müşrik de olsa onlarla

dünyada iken iyi geçinilmesini ve onlarla dost olunma¬sını istemektedir.

Sahasında araştırma yapan, o sahada derinleşen uzman kişiler ve âlimler, manevî otoriteye sahip olan kişilerdir. Mütehassıs olan kişiler, daha etkili ve daha güçlüdür 1er. Onları etkili kılan şey ise> bilgileridir. Bil¬gileri sayesinde onlar, başkalarına güven verirler ve itimad telkin ederler. Bü yeteneğe ve güce sahip olan¬lar, telkinde de etkili olurlar. Bu sebebten dolayı, din eğitimcileri de bilgili olmak ve geniş bir kültüre sahip olmak zorundadır. Saygınlık da bir otoritedir. Saygın olabilmenin bir yolu da bilgili ve becerikli olmaktır.

Telkin yapcak kişi, samimî olmalıdır. İs\sim\ literatürdeki adı ^TıZâstır. Riyâsız, gösterişsiz bir amaçla telkin yapmaktın Her şeyden önce, kişinin söy¬lediklerine kendisinin inanmasıdır. İslâm dini, ihlâssız yapılan bir işi, makbul saymaz. Amellerin kabul edil-mesi için ihlâs şarttır. Telkinde de etkili olabilmek için ihlâs gerekmektedir. "Ameller, niyetlere göredir. nun için de, ya inandığımız şeyleri söylemeli ve yahut da, İnanmadığımız şeyleri söylememeliyiz. Samimiyet, doğru olmayı gerektirir. Doğruluk ise, en üstün mezi¬yetlerden birisidir. ,

Göründüğü gibi, olmamak anlamına gelen riya, yani samimiyetsizlik, insanlar yanında manevî nüfuz, şöhret ve maddî menfaat sağlamak için yapılmaktadır. IConuşurken samimî olmamak, karşımızdaki insanlara hakaret etmek demektir. Onları önemsememek ve cid¬diye almamak demektir. Hakaret ettiğimiz, önemseme¬diğimiz ve ciddiye almadığımız insanlarla duygusal bir ilişkinin kurulması ise imkânsızdır. İnsan, akıl, zekâ ve duygu sahibi bir varlıktır. Karşısındaki insanın samîmi olup olmadığını tecrübeleriyle veya sezgisiyle anlar. Samîmî olduğuna, insanları inandıramıyan bir kişinin sözü, bunun için etki etmez ve yaptığı telkin fayda vermez.

Telkin edilecek fikir ve düşünceler, en uygun za¬manda ve ortamda yapılmalıdır. Zamanlama, telkinde çok önemlidir. Nerede, nejd ve ne kadarını söyliyeceği- ni bilmeyen bir kişi, faydalı ve etkili olamaz. Kur'ân-ı Kerim'de nakledilen bir olay, telkindeki zamanlamayı ve önemini bize açıkça göstermektedir. Olay, Hz. Yu-suf un başından geçmektedir. Bilindiği gibi, Hz. Yusuf, bir komplo sonucu zindana atılır. Zindanda kendisiyle birlikte iki kişi daba vardır. Bu iki kişi a3m ayn birer rüya görürler. Hz. Yusuf a geKp, ondan rüyalaıım yo¬rumlamasını isterler. Hz. Yusuf, onlara rüyâlannı yo¬rumlayacağını söyler, fakat rüyâlannı yorumlamaya geçmeden önce, Allah'a ve âhiret gününe inanmakdan ve imandan bahseder. Daha sonra rüyâlannı yorum¬lar.

Kur'ân-ı Kerim'in parça parça indiriHşindeki hik- metlerdisn biri de budur. Kur’ân’m ilk muhatapları, İslâm'dan önce her türlü kayıttan âzâde idiler. Kendi¬lerini bağlayan her hangi bir kanun veya nizâm yoktu. Bu halde iken birden bire ferdî, içtimâî, malî, İdarî ve cezaî hükümlerin tamamına bağlanmalan çok zor olur¬du. Bundan ötürü Allah Teâlâ ahkâmım tedjîcen (azar azar) indirip tamamlamıştır. Buharî, Hz. Aişe'nin bu konudaki şu mühim tesbitini bize nakletmiştir. Kur’ân vahyi pnce cennet ve cehennemden kısa (muhassal) bir sûre ile başladı. İnsanlar, İslâm'a toplanınca helâl ve haramlar indi. Şayet ilkin "içki içmejdn" diye emredil- seydi onlar: "İçkiden aslâ vazgeçmejdz" derlerdi. (İşin daha başında) "zina etmeyin" hükmü inseydi, "zinayı aslâ bırakmayız" derilerdi.

Kur’ân, gerek ferdin, gerek toplumun ruhunda,

satıhta olanlarla derinde yerleşen unsurlar arasında bir ayırım yapmıştır. Fert ve toplum varlığının derinli¬ğinde kök salmış hususları değiştirmekte aceleci olma¬mıştır. Plânlı bir gecikmenin her şeyi karışık olarak birden ortaya atmaktan daha iyi olduğuna inanmıştır. Müskirât ve iaiz yasaklarına, namaz ye zekât emirleri¬ne, kölelik konusundaki ıslahata alıştırmak, böylece tedricî olmuştur./ Buna mukabil derinliMere kok sal¬mamış, fakat beşerî hayatta suç olan sathî mes'elelere ait hükümler, bir defada kesinleşmiş, tedrîce gidilme¬miştir. Zinâ, hırsızlık, kati, gasb, aldatma gibi yasaklar bu cümledendir.^^

Kur'ân’m bu metodu, nerede, ne5ri, ne kadar konu¬şacağımızı bize gösterdiği gibi, hangi ortamda ve hangi zamanda konuşacağımızı da göstermektedir. Hz. Yu¬suf un, rüyâ yörUmunu yapmadan önce dinî telkinde bulunması, müsait ortamda telkin yapılmasının gerek-tiğini göstermektedir. Bu müsait ortamlar, genellikle insanları arzu ve istekle bir şeyi bekledikleri veya duy¬gularının çok inceldiği zamanlarda oluşur. Düğünler, cenazeler, sevinçli ve neş'eli anlar, yemek yeme anları, telkinde müsait anlardır. Din eğiticileri, bu gibi müsait zamanları ve ortamları dikkatle takip etmeli ve dinî telkinlerde bulunmalıdır. Kur'ân'ın tercih ettiği ve uy¬guladığı gözden uzak tutulmamalıdır.

Fert ve topluma derinliğine kök salmış konularda, yine Kur'ân'ın uyguladığı te'hir metodunun da dikkate alınması gerekir.

4: Telkin edilecek fikirler ve düşünceler, sık sık tekrar edilmelidir. Zaman ve mekân değişse de, söyle¬nen fikirlerin ve düşüncelerin ana yapısı ve özü değiş¬memelidir. Anafîkir aynı kalmak şartıyla, üslup deği¬şikliği yapılmalıdır. Sık sık tekrarla zihinleri uyanık ve canlı tutmak, Kur'ân'm uyguladığı metodlardân biridir. Özellikle belli konular ve bazı kıssalar, Kur'ân'da çokça zikredilmektedir. Bu kıssalarda anafikir, aynı kaldığı halde ifâde biçimi ve üslûbu değişmektedir. Ba¬zen de aynı ifâdeler, tekrar edilmekte her hangi bir de¬ğişikliğe uğramamaktadır. Bu metod, din eğitimcileri için de geçerlidir. Onlar da telkin yaparken, sik sık tekrara baş vurmalı, bazen aynen, bazen de değiştire¬rek tekrar yapmalıdırlar.

Meselâ, Kur'ân-ı Kerim'de âhiret günü, akıl, Al¬lah'ın kudreti ve sıfatları, cennet ve cehennem, kibir, cihad, cimrilik, doğruluk, dostluk; dünya hayatı, fesat¬çılık, fir'âvn, fitne, gayb, hayat, İbrahim (a.s.), İslâm, kâfirler, kâinatın yaratılışı, Kur'ân, melekler, Musa (a.s.), münâfıklar, müşrikler, namaz, Nuh, Hz. Pey¬gamber, yahudî, zekât gibi konular, çokça tekrar edilen ve üzerinde durulan konulardır. Değişik cepheleri ve yönleriyle ele alınan bu konularda anafikir, genellikle değişmemektedir.

5. Telkin metodunda önemli bir iş de, karşı dü¬şünce ve fikirlerin öncelikle yıkılması, dahcC sonra yeri¬ne yeni ve doğru fikirlerin ve düşüncelerin yerleştiril¬mesidir. Zihinlerde yanlış ve eğri fikirler, mevcutken yeni ye doğru fikirlerin oraya yerleştirilmesi hemen he-men imkânsızdır. Bu nedenle öncelikle bu yanlış fikir¬lerin jakılması ve zihnin bu yanlış fikirlerden temizlen¬mesi gerekir. Kur'ân-ı Kerim, öncelikle câhiliyye döne¬minin kötü ve yanlış fikirlerini, zihinlerden silmeye ça¬lışmış, daha sonra bu fikirlerin yerine yeni ve doğru fi- , kirleri yerleştirmiştir. Aksi takdirde doğru ile yanlışın karışmasına ve telkin edilecek doğruların da etkisinin azalmasına sebeb olabilirdi.

Nasıl ki, yeni bina yapmak için önce arsadaki eski ve çürümüş binaların yıkılması ve temel atmak için hafriyatın yapılması gerekiyorsa, zihinlerdeki eski ve yanlış fikirlerin de önce yıkılması, daha sonra yeni ye doğru fikirlerin telkin edilmesi gerekiyor. Bu da kişile-

re düşmanlığı değil, fikirlere ve düşüncelere düşmanlı¬ğın olabileceğini gösterir. Kişi ile yanlış düşüncelerini ve fikirlerini ayırmak ve buna göre o fiMrlere karşı ol¬mak gerekir. Yanlış fikir ve düşüncelerin 5nkılmasmda, ilmîlik esas alınmab, duygusallığa yer verilmemelidir:

Çağımızda insanları inkâra sevkeden ve onlan bir takım faraziyelerle dinden uzaklaştıran cereyanların başında Materyalizm, Pozitiyizm, Daryinizm ve Freu- dizm gelmektedir. Bunlara diğer yanlış fikir ve düşün¬celeri de ilâve edebiliriz. Bir takım felsefî düşüncelerin doğduğuna inanmış kişileri, inandıklan şeylerin yan¬lışlığım gösterip isbat etmedikçe, onlara yeni fikirlerin ve düşüncelerin doğruluğunu anlatmaya imkân yok¬tur. Bunun için de yerine yeni ve doğru fikirlerin yerleştirilmesi gerekir.

Bir din ^timcisi, dine karşı olan veya dini yanlış anlayan ve yorumlayan kişilerin düşünce yapılanm ye inandıklan şeyleri bilmedikçe, zayıf ve güçlü yönlerini öğrenmedikçe, dine aykın fikir ve düşünceleri yıkma¬dıkça, yeni ve doğru fikir ve düşünceleri kişilere tam olarak anlatamaz ve etkili olamaz.

SORU VE CEVAP METODU

Soru sorma ve cevap verme metodu, eğitim ve öğ¬retimde eskiden beri bilinen bir metoddur. Nitekim es¬ki Yunan filozofu Sokrat'ın bu metodu kullanarak, öğ¬retim yaptığı söylenmektedir. Diyalog şeklinde yapılan bu öğretim, Korıfüçyüs iarafııı&aiL da kullanıl¬

mıştır.

İslâmiyet de gerek Kur an gerekse Hz. Peygamber vasıtasıyla bu metodu kullanmış ve tebliğin yapılma¬sında zaman zaman bu metodu tercih etmiştir. Hz. Peygamber'e zaman zaman gerek onu deneme gerekse öğrenme amacına yönelik sorular sorulmuştur. Hz.

Peygamber de kendisine sorulan maksatlı veya mak¬satsız bu sorulara, bazen Kur'ân diliyle, bazen de ken¬di bilgisiyle cevaplar vermiştir. Bazen de Hz. Peygam¬ber, öğretmek istediği şeyleri sahabeye sorular sorarak ve yanlış cevaplarını düzelterek öğretmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de, 'Yes'elûneke'^ (sana soruyor¬lar) ifâdesiyle, Hz. Peygamber'e sorulan sorulara cevap verilmektedir. Bu tür sorulara verilen cevapların sayısı onbeştir.^'^ Bunlar arasında "haram aylar", "içki ve ku¬mar", "infak edilecek şeyler", "yetimler", "hayız hali", "kıyamet", "enfal", "ruh" ve "dağlar" vardır. Ayrıca sorarak öğrenme3Tİ ve araştırmayı emreden âyetlerin sa3nsı ise on altıdır.^® "/s eZ" veya "seZ" emirleriyle, so¬ru sorulması teşvik edilmektedir. Hakkında bilgi sahi¬bi olmadığımız şeyler, zikir ehline (bir bilene veya mü- tahassısına) sorulacaktır.^® "Sordu" veya "soruldu" ifâdeleriyle de bu metodun, kullanılması gerektiği fii¬len gösterilmektedir.^^

"Sana doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.

(Allah yolunda) ne harcıyacaklarım soru¬yorlar. De ki: Verdiğiniz hayır {mal) ana-haba, yakın¬lar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir.

"Sana haram ayından, onda savaştan soruyorlar. De ki: Onda savaş hüyük günahtır."'^^

"Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: O ikisinde büyük günah vardır""^^

"Sana âdet görmeden soruyorlardı. Be ki: O ezi- , yettir. Adet halinde kadınlardan çekilin, temizlenince¬ye kadar onlara yaklaşmayın."'^^

"Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh; Rabbimin em¬rindendir. BİL âyetler, Hz. Peygamber e .sorulan so¬rulara, Kur'ân'da yer alan soru ve ceyap âyetleridir. Şüphesiz bu tür sorularm bir kısnıı, kasıtlı ve maksat¬lıdır. Hz. Peygamber'in cevap veremiyeceği düşünüle¬rek sorulmuştur. Bir kısmı da, samîmi sorulardır. Maksatlı soruya en güzel örnek "ruh" hakkmdaki so¬rudur. İkrime'nin îbn Abbas ta.n yaptığı bir nakilde, KureyşIiler, Yahudilere, bize bir şey verin de onu Hz. Muhammed'e soralım demişler, onlar da ona ruhtan sorunuz, demişlerdi. Bunun üzerine, bu âyet nâzil ol¬muştu. Kur ey şhler, Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt'ı Medine'deki Yahudilere göndermişler ve Hz. Peygamber hakkında onlara sorula;r sorarak bir şeyler öğrenmek istemişlerdi. Yahudiler dej bunlara "Ashab-ı Kehf den, "Zülkarneyn den \ e " ruh" d:a.n ona sormala¬rını istemişlerdi.^® Kur'ân bu soruya kendi, diliyle ce¬vap yermişti.

Öğrenme yollanndan biri de, sorma ue amşZırma- dlr. Kur'ân, sorarak öğrenmemizi, diğer bir ifâde ile eğitimde soru ve cevap metodunu kulmanmamızı biz¬den ister. Hz. Peygamber de, "»Som soran olmasaydı, ilim kaybolurdu"'^^ buyurmuştur. Nitekim Hz. Pey¬gamber'e Cebrâil, Sahâbeden Z)ı7tye şeklinde gelmiş ve ona bazı sorular sormuştur. "îslâm nedir '?, îman ne¬dir? îhsan nedir?" sorvlarmı Hz. Peygamber'e sormuş.

Hz. Peygamber de, cevap vermiştir. Kıyametten sor¬muş, Hz. Peygamber de, soru sorulan soru sorandan daha bilgili değildir diye cevap vermiştir.Bu olay, so¬ru sormak suretiyle öğrenme ve öğretme metodunu, bi¬ze açıkça göstermektedir. Zirâ Peygamberimiz, bu ge-len kişinin Cebrâîl olduğunu ve dini öğretmek için gel¬diğini söylemiştir. Cebrâîlin dini öğretme metodların- dan birinin de soru sorarak öğretme olduğunu biliyo¬ruz. Bu da bi^e bu metodun önemini göstermektedir.

Son uç:

Din eğitim ve öğretimi, hiç şüphesiz genel eğitim ve öğretimin içinde yer almakta ve onun bir parçasını oluşturmaktadır. Bu nedenle onu, genel eğitim- ve öğre¬timden ayrı düşünmek mümkün değildir. Genel eğitim ve öğretim için söz konusu olan metodlar, din eğitimi ve öğretimi içiıi de geçerli bulunmaktadır. Fakat Kur'ân-ı Kerim'de genel eğitim için söz konusu olan bu metodlar, din eğitimi ve öğretimi için kullanılmakta ve tavsiye edilmektedir. ^\x metod\Q.Y, taklid, telkin ve soru-cevap metodları dır. Kur'ân'da bu metodların din eğitim ve öğretimi için de kullamldiğım görmekteyiz. Bu metodların kullanılış şekli ve şartları, Kur'ân bu açıdan tarandığı zaman ortaya çıkacaktır. Kur'ân'ın tıpkı ahkâm âyetleri gibi, bu açıdan taranmasında ve yorumlanmasında zaruret bulunmaktadır. Böylece Kur'ân'ın eğitim ve öğretim metodlarına bakış açısı ve bu konudaki tavsiyeleri de ortaya çıkmış olacaktır.

KUR'ÂN'A GÖRE ÇOCUKLARIN TALÎM VE TERBİYESİNDE TAKİP EDİLECEK ESASLAR (*)

Kur'ân-ı Kerîm, insanları bilgilendirmek suretiyle onlara yol gösteren son ijâhî kitabın adıdır. Ö'nun in¬sanları bilgilendirmek suretiyle yol gösterdiği konular¬dan biri de eğitim ve öğretimle alâkalıdır. Diğer konu¬larda olduğu gibi bu konuda da Kur'ân, insana ait akıl ve duyu organlarının yanında üçüncü bir bilgi kaynağı¬dır. Zira O'nun amacı, hedef kitle olarak seçtiği insanı (cins anlamında) bilgilendirmektir. Ancak bu bilgilen¬dirmede Kur'ân aktif değil, pasiftir. Bilgilenmede aktif olan insanın kendisidir. Çünkü insan, fıtrî yapısı gere¬ği, sınırlı da olsa bir irâde hürriyetine sahiptir. Bu da seçme Ye tercih etme demektir. Bu sebeble, Kur'ân ön¬ce irâdeli bir seçiıhle kendisine inanılmasını, daha son¬ra verdiği bilgilerin hayata aktarılması ise ikinci boyu¬tu teşkil etmektedir, Bündan dolayıdır ki irâdeli tercih ile öğrenme, öğrenme ile de öğrenilen şeylerin yaşan¬ması arasında sıkı bir münasebet bulunmaktadır,

Kur'ân muhtevâsı içinde yer alan ve insanlar için örnek olma niteliğini taşıyan konular arasında, geçmiş peygamberlerin, iyi veya kötü bazı kişilerin ve özellikle Hz, Muhammed'in hayat hikâyeleri önemli bir yer tu¬tar, Ancak Kur'ân'da zikredilen bu hayat hikâyeleri, kendine özgü tahkiye metodu ile anlatıldığından sıra¬dan ve rastgele değiL, özenle ve özellikle seçilmiş hayat

(*) Bu makale E. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergis,i Kayseri 1995, CX'de yaym- lanmıştır.

hikâyeleridir. Zira bu hayat hikâyeleri herhangi bir in¬sanın bütün hayatını değil, belli yönlerini veya hayatı¬nın belli bir bölümünü ihtivâ etmektedir. Bunun en canlı örneği Hz. Peygamber'in Kur'ân'da yer alan siye¬ridir, Bu durum diğer kıssalar için de söz konusudur.

Kur'ân'da yer alan bu kıssalar, insanlar tarafın¬dan yaşanmış ve Allah tarafmdan bize nakledilmiştir. Bu nakledişte şüphesiz, bizim için çok önemli mesajlar bulunmaktadır. Zira onda herhangi bir mesajın bulun- maöıası demek, Kur'ân'm amaçsız indirilmiş olması demek olur ki bu O'nun "hüden lın-nâs" olması ilkesi¬ne ters düşer. Kur'ân'm hidâyet kitabı oluşu, fert ba¬zında İnsan değil, cins anlamında insandır. Ancak ör¬nek alma ve hayata aktarma ise, fert bazında gerçek¬leşmekte ve her fert Kur'ân'm bilgilendirdiği konular-da imkânı ve ihtiyacı ölçüsünde faydalanmaktadır. Çünkü Kur'ân, her şeyden önce insanı muhatap aldığı ve ona kendisini ve münâsebette bulunduğu varlıkları tanıtmayı amaçladığı için, insanın iç dünyasını, bu dünyadaki duygularını, düşüncelerini, tutarlılıklarını veya tutarsızlıklarını, gıbta, hased, nefret, acıma ve öf¬ke gibi iç çelişkilerini yansıtmaktadır. Bu sebeble Kur'ân, insanı tanıtırken veya onu bilgilendirirken ör¬neklerini genellikle fertlerden veya fertlere ait davra¬nış biçimlerinden ve bu davranış biçimlerini yansıta¬cak en iyi örneklerden seçmektedir. Bü sebeble de Kur'ân'da birbirine zıtmış gibi görünen âyetler ve bu âyetler de yer alan bilgiler, gerçekte insanın iç ve dış dünyasına ait çelişkilerin yansıtılmasından ibâret bu¬lunmaktadır.

Kur'ân'da yer alan bu bilgiler, hedef kitle olarak seçilen insanlar için ana bilgileri kapsamaktadır. An¬cak bu bilgiler günümüzün bilimsel anla3aşma uygun gelecek tarzda bir hukuk, ahlâk veya eğitim kitabında yer alan bilgiler gibi sistemli değildir. O'ndaki bu bilgi¬ler, eğitim için malzeme olma niteliğini taşıyan bilgi¬lerdir. Bu bilgilere dayanarak sistem kurma veya ay- rmtılarmı tasbit etme görevi insana aittir. Tıpkı İslâm hukukçularının Kur'ânî bilgilere dayanarak hukuk sis¬temlerini kui’mal^rı gibi, İslâm eğitimcileri de bu bilgi¬lere dayanarak eğitim sistemleri kurmak zorundadır¬lar. Zirâ Kur’ânın kendine özgü bir bilgilendirme biçi¬mi vardır. Bü bilgilendirme biçimini ise insana ait bil¬gilendirme biçimleriyle mukayese etmemek veya buna göre değerlendirmemek gerekir.

Kur'ânî bilgilere dayalı sistem kurmak veya bu konuyu açıklamak isteyen bir bilim adamı, öncelikle sahip olduğu meslekî bilgisini öne geçirmekte ve bu bilgi vasıtasıyla Kur'ânî bilgiye dayalı sistemini kur¬makta veya konuyu açıklamaktadır. Hiç şüphesiz eği¬tim ve öğretim konusunda ortaya konulacak veya ileri sürülecek her şey de bu kurala tabi olacaktır. Kur'ân'da bu konuda müstakil bir bölüm bülunmadığı ve verilen bilgiler, Kur'ân bütünlüğü içinde yer aldığı için, bu bilgileri bulma ye ortaya çıkartma göresvi de eğitimciye düşmektedir. Bu açıdan Kur'ân tetkik edilip tarandığında zikredilen kıssaların eğitim amaçlı oldu¬ğu görülmektedir. Bir başka ifâde ile Kur'ân'da yer alan eğitim ve öğretimle ilgili bilgiler, genellikle doğru-dan değil de dolaylı olarak verilmekte ve eğitim ve öğ¬retim metodları içinde yer alan "dolaylı telkin" metoĞM ile aktarılmaktadır. Zirâ Kur'ân, içinde hazır çözümle¬rin bulunduğu bir bilgi deposu değil, kendisinden çö¬züm üretilebilen bir bilgi kaynağıdır. O'nda yer alan bilgiler, sadece insanın sahip olduğu potansiyelin bü- ^n yönlerini değil, aynı zamanda insanlığın geçmişte¬ki deneyimlerinin ve tecrübelerinin de çeşitli yönlerini ihtivâ etmekte ve bu yapısıyla insanlığın bütününe uy¬gulanabilir prensipleri içermektedir.

İnsan unsurunun temel kimliği, insanlık kimliği¬dir. Bu kimlik aynı zamanda onun ahlâkî kimliğini de öluşturmaktadır. Bu temel kimlik ile birlikte insanın, kadm ve erkek gibi cinsiyet, çocuk ve yaşlı gibi biyolo¬jik, evli veya bekâr gibi medenî, inanan veya inanmı- yan gibi dinî, öğretmen veya doktor gibi meslekî, zen¬gin ve fakir gibi ekonomik v.s. kimlikleri de mevcuttur. Ancak bütün bu kimlikler, onun insan olma kimliğine bağlıdır. İnsan, sahip olduğu bu kimliklerin birini veya birkaçını zaman zaman öne geçirmekte, diğerlerini ise arka plâna atabilmektedir. Daha açık bir ifâde ile in-san, sahip olduğu şeylerin ve çevrenin etkisiyle, bu kimliklerden birini temel olarak ele almakta ve tavır¬larını buna göre ayarlanîakta, genellikle kimlikleri arasında statüye bağlı bir denge kuramamaktadır.

Buna karşılık Kur'ân, insanı bir bütün olarak ele almakta ve ona çeşitli yönleriyle ilgili bilgiler vermek¬tedir. Bu bilgilerin hepsi de, insanı hedef almakta ye her konuda onu bilgilendirmeyi amaçlamaktadır. Bu sebeble insan hayatıyla ilgili ne kadar konu mevcutsa o konulara ait bilgilerin hepsi de Kur'ân'da yer almak¬tadır. Kuru ve yaş her şeyin onda var olduğunu ifâde eden âyetin anlamı da budur. ^ Ancak bu bilgiler, ayrın¬tılardan uzaktır ve genel ilkeleri ve kuralları ihtivâ et¬mektedir. Bundan dolayı da insan, Kur'ân'a yöneldi¬ğinde ayrıntılara girerek yorum yapma ihtiyacını his-setmektedir.

Sorumluluk açısından Kur'ân'm muhatabı şüphe¬siz inanan ve bülüğa ulaşan her inüslümandır. Çocuk¬lar, sorumluluk açısından O'nun muhatabı değildir.

'Ancak baba, eğitim ve öğretim açısından, çocuğa karşı sorumludur. Bu sebeble Kur'ân'ı ona Öğretmek ve Onu bilgilendirmek zorundadır. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da Kur'ân babaya yol göstermekte ve bir takım eğitim ve öğretim kurallarını ve esaslarını öngörmek¬tedir. Bundan dolayıdır ki Kur'ân'daki bilgiler özellik¬le, çocukları muhatab alaiı bilgiler değil, büyükleri mu- hatab alan bilgilerdir. Çünkü çocukların eğitim ve öğ¬retimi ile ilgili sorumluluk birinci derecede büyüklere va aileye aittir. Kur an'da bu konuda yer alan bilgiler de genellikle baba ve aile ile ilgilidir. Çocuklara ait bir bitabla Kur'ân'da bir bilgi aramak boşunadır. Bü konu ile ilgili bililer, Kur'ân bütünlüğünde ve daha ziyade adına "Kısasu'l-Kur'ân" denilen insanlara ve ailelere ait hayat hikâyeleri içinde yer almaktadır. Bu hayat hikâyeleri, çocuklar için eğitici ve öğretici bir hikâye ol¬duğu kadar, babalar ve eğitimciler için de, eğitim ve öğretim kaide ve kurallarının içinde yer aldığı tecrübî bilgiler olmaktadır. Çocuklar için hikâye ve masalların ne kadar önemli olduğu bilinen bir gerçektir. Kur'ân'da yer alan bu hayat hikâyelerinden daha' güzel eğitici ve öğretici bir hikâye bulmak mümkün müdür?

Diğer taraftan baba, bir eğitici olarak bu kıssalar¬da verilmek istenen mesajları daha iyi yakalamaya ça¬lışacak, bu bilgilerden istifade edecek ve taklid meto¬duyla bu bilgileri evlâdına aktaracaktır. Hiç şüphesiz bu kıssalardan en fazla istifade edecek olan, eğitim ve öğretimle ilgili ön bilgilere sahip olan insanlardır. Adı¬na ister hoca, ister öğretmen diyelim, şayet yeterli öl¬çüde ön bilgiye sahip ise, Kur'ân'da zikredilen kıssalar¬dan mesleği ile ilgili bir takım masajlar yakalamaması, bazı ilkeler tesbit etmemesi mümkün değildir. Biz de sahip olduğumuz miktarda bir ön bilgiyle Kur'ân'a yaklaşmak ve talim ve terbiye ile ilgili hususları tesbit etmek istiyoruz.

Hz. Adem ve iki oğlunun kıssası,^ görevini iyi yapmayan veya yapamayan, bu sebeble de başarısız olan bir insan ile, görevini iyi yapan ve başarılı olan bir insanın psikolojik tavrını yansıtmakta bir başka yaklaşımla bir davranış bozukluğu olan saldırganlığı örnekleme yoluyla anlatmaktadır. Hz. Nuh, ve oğlu

arasında geçen kıssada,^ kuşaklar arası çatışmayı; Hz. Lût ve kavmine ait kıssada,"^ cinsel kimlik sapmasını; Hz. ve oğulları arısında geçen olayları anlatan

kıssada,® kardeşler arasındaki kıskançlığı; bir diğer davranış bozukluğu olan yalancılığı; iıTz. Musa ile an¬nesinin kıssasında;® annenin çocuktan ayrılması ve or¬taya çıkarttığı problemleri; Lokman ile oğlunun kıssa¬sında,^ şefkâtli bir babanın davranışını; dostça ve samîmî tavrı, bir babanın çocuğu ile olan eğitim ve öğ-retim ilişkisini görmekteyiz. Bunun gibi diğer kıssalar¬da da eğitim ve öğretimle ilgili mesajlar bulmamız mümkündür.

Çocuğun terbiyesinden amaç, onda sağlıklı bir ki¬şilik oluşturmaktır. Kişilik ise, bir insanın duygu ve davranış özelliklerinin bileşimidir. Kişiliğin temeli ise, ilk beş altı yıl içinde atılmaktadır. Bununla birlikte her çocuk, neticede kendi kişiliğini geliştirmekte ve kendine özgü bir şahsiyete sahip olmaktadır. Fakat bir insanın kişiliğini ise, ırsî faktörlerle çevre faktörleri şe¬killendirmektedir. Irsî faktörler, insanın doğuştan ka¬lıtım yoluyla getirdiği özellikler veya mizaç adıyla bili¬nen huylardır. Çevre faktörleri ise, başta aile, okul ve toplum olmak üzere bütün sosyal çevreleri içine al¬maktadır. Bunun da içinde bütün yönleri ile kültür ve kültürün de içinde din önemli bir yer tutmaktadır. Bu¬rada Hz. Peygamberin meşhur hadisini hatırlatmakta yarar vardır. O, her doğan çocuğun fıtrat üzere doğdu¬ğunu, ancak anne-babasının sahip olduğu dine göre ço¬cuğun da o dini benimsediğini açıklamaktadır.^ Bir dinde ise en önemli etken, o dinin kutsal kitabıdır. İslâm için de bu. Kur ândır.

Kür an'dan veya Kur'ân'da yer alan bilgilerden çı¬kartılan eğitim esasları ile ilgili sonuçlar, bunun için büyük bir önemi haizdir. Kur'ân eş ve çocuk sevgisinden® ayrı olarak insanlar arasındaki sevgiden de söz eder^® ve getirdiği bütün kurallar ile insanın iç disiplinini sağlamayı amaçladığı kadar toplumsal di¬siplini de sağlamayı amaçlar, insanlığın binlerce yıl içinde yaşadığı tecrübe ve deneyimlerden Kur'ân sade¬ce 25 peygamberin ye birkaç kişinin tecrübe ve dene¬yimlerinden bize bazı bilgiler aktarmakta binlerce pey¬gamberin geldiği nakledilmektedir. Bu da Kur'ân'daki bilgilerin özel bir mesajının bulunduğunu gösterir. Bu da kanaatimizce, hem indiği asırda hem de gelecekte insanların karşılaşabileceği çeşitli durumlar karşısın¬da, geçmişte yaşanmış tecrübelerin bilgilerini sunmak suretiyle ders almalarını veya aynı tecrübeleri tekrar yaşamalarını sağlamaktır. Yaşanan bu tecrübeler Al¬lah tarafından doğrulanarak nakledildiği için, inanan insanlar açısından büyük bir önemi haizdir.

Kur'ân, bir tarih kitabı değildir. Ama onda tarihî bilgiler de yer almaktadır. Bu tarihî bilgiler, içinde ta¬rih ile ilgili olanlarının yanında eğitim ve öğretim tari¬hi ile de ilgili bilgileri de içermektedir. Zirâ O'nda her yönüyle, insanlığın geçirdiği evreler, değişimler, doğrü- 1ar ve yanlışlar, eğitim ve öğretim faaliyetlerini, pey¬gamberlerin ve onlarla mücâdele eden kişilerin şahsın^ da belli kesitler halinde zikredilmektedir. Bir yandan Kur'ân, yaşanan sosyal olayları naklederken, diğer yandan da bu sosyal olayların psikolojik ve sosyolojik temelleri hakkında bilgi vermekte ve sebeplerini açık-lamakta insanı bize, yaşanan tecrübelerle tanıtmakta¬dır. Bu açıdan bakıldığında peygamberlik tarihi aslın¬da bir eğitim ve öğretim tarihidir. Çünkü her peygam¬ber aynı zamanda bir eğitici ve öğreticidir.

Âl-i îmrân, 3/14. -

Âl-i îmrân, 3/103; Enfâl, 8/63.

Bu sebeble çocukların eğitim ve öğretimi ile ilgili temel esaslarda, genellikle Peygamberlerle ilgili veri¬len bilgiler içinde yer almaktadır. Bu temel esaslar ise şunlardır; Sevgi, hoşgörü, yumuşak tavır, güzel söz, kalbleri ısındırma, düşündürme, cezalandırma ve sa¬bır. Bu temel esaslar insan eğitiminin genel esasları¬dır. Aucak bu temel esaslar kullanılacak kişinin yaşı¬na, bilgi seviyesine ye diğer özelliklerine göre değişik¬lik arzedecektir.

Bu esaslar insanı bütün davrâmşlarmda motive eden önemli unsurlardır. Ancak bunlardan sevgi ve korku, toplum hayatında yöneticiler ve idâreciler tara¬fından çok sık kullanılmaktadır. Kur'ân'da da bu iki unsurun çok sıkı kullanıldığı görülmektedir.^^. Ancak sevgi unsurunun korku unsurundan daha çok ve daha sık kullanıldığı da bir gerçektir. Nitekim Allah Kur'ân'da bir yandan ve içindeki nimetler¬

den bahsederken, diğer taraftan cehennem ve içindeki- lerden bahsetmektedir. Sevap ve günah kavramları ile Allah'a ait sevgi, rahmet, rahîm ve intikam sahibi ol¬ması gibi sıfatların zikredildiği kavramların, sevgi ve korku ile yakından alâkası vardır.

İnsanın fıtrî yapısı gereği kişi veya fikirlere ilk başta duyduğu sempati, zamanla sevgiye dönüşmekte, sevgi de imanın temelini oluşturmaktadır. Bunun tam aksi kişi veya fikirlere duyulan antipati, zamanla nef¬rete dönüşmekte, nefret te inkârın temelini oluştur¬maktadır. Bunun için eğitimde sevginin rolü çok bü¬yüktür ve temel bir ilkedir. Ancak bazı insanlar, sevgi yerine korkudan daha fazla etkilenebilmektedir. Böyle kişiler için de korku gerektiğinde kullanılacak bir ilke özelliğini taşımaktadır. Nitekim vakıalar da bunu doğ¬rular mahiyettedir.

Şekil kadar ve hatta ondan daha önemli olan yu¬muşak ve dostça bir tavır, sempati için gerekli ve hatta

zorunlu bir davranıştır. Çünkü insanın çekiciliği ve iti¬ciliği, büyük ölçüde tavrına bağlıdır. İyi, yumuşak ve tatlı bir tavır, insanı sempatik, aksi ise antipatik yap¬maktadır. Eğitim ve öğretimde ise, sempatinin ve btfna bağlı olarak gelişen sevginin ve sevgiye dayalı inancın gücünü kimse inkâr edemez. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ İÎ2:. Mwsd ile İZz. Ham/ı'u, Fir’avn'a gönderir¬ken onlara; ""Fir avun'la yumuşak konuşmak"^^ tali¬matını vermiştir. Belki onların yumuşak tavırlarından etkilenir de kalbi yumuşar diye. Fakat Fir'avun'un kal¬bi yumuşamamıştır. Ancak onun kalbi yumuşamadı di¬ye bir başkasının kalbi ynmaşamayacak demek değil¬dir. Nitekim bu , olayın zikrediliş amacı da bu. gerçeği vurgulamak içindir. Şayet böyle bir amacı olmasaydı, zikredilmesinin ne anlamı olurdu?

Hiç bir İnsan, özellikle çocuklar, Fir avun kadar katı kalpli ve inatçı olamaz veya en fazla onun kadar sert ve katı olabilir. Bu sebeble Allahin Fir'avun'a iki peygamberini gönderirken verdiği talimat, aynı za¬manda bütün eğitimciler İçin verilen bir talimattır. Bunların içine de başta anne baba olmak üzere, bütün öğretmenler, öğretim elemanları ve bütün eğitimciler dahildir. Çünkü bu talimat, her kademedeki bütün in¬sanları kapsamaktadır. Zirâ Peygamber'e verilen bir talimatın, ilgili bütün kişilere de verilmiş olması Kur'ân'ın temel ilkeleri arasında yer almaktadır.

Yumuşak bir tavır kadar, güzel konuşmanın da eğitim ve öğretimde etkinliği söz konusudur. Çünkü her insan belli oranda estetik duyguya sahiptir. Bu duygu da insanın güzel olan her şeyden hoşlanması ve güzel olan şeyleri beğenmesidir. Buna söz güzelliği de dahildir. Güzel konuşma ye güzel söz söyleme, büyük¬leri etkilediği kadar, küçükleri de etkilemektedir. "İn¬sanlara güzel konuşunuz"^^ âyeti bu gerçeğin bize Allah tarafından bir emir olarak da verildiğini göster¬mektedir. Ayette yer alan insan kavramının içine han¬gi kimliğe sahip olursa olsun bütün insan cinsi dahil bulunmaktadır. Emir cinse ait olmakla birlikte, uygu¬lama ferde yöneliktir. Bu nedenle küçük-büyük herkesi kapsamaktadır. Çünkü küçük çocuk ta bir ferttir ve in¬san kavramına dahildir. Hitab büyüklere' yani sorura- lu kişileredir. Sorumlu kişilerin muhatabı ise, konuş¬tuğu bütün insanlardır. Bundan dolayı anne-baba ve bütün eğitimciler,, muhatabı olan kişilere veya çocukla¬ra güzel söz söylemek veya sözlerin en güzeli ile hitab etmekle yükümlüdürler. Söz güzelliği sözün biçimselli¬ğinde yani sanatında olduğu kadar, içeriğinde de olma¬lıdır. Güzel konuşan ye yazan eğitimciler daha başarılı , olmaktadırlar. Hz. Peygamber de "Allah güzeldir, gü-zelliği sev er."'^"^huyuYmuş, güzel olmayan şeylerin in¬sanlara rahatsızlık verdiğini bunun için de yapılan işin güzel yapılmasının insanlara mutluluk vereceğini imâ etmiştir. Elçi seçerken, yüzünün ve adının güzel olma¬sına itina göstermiştir. Kur'ân okunurken sesin güzel¬leştirilmesini istemiştir.^® Tatlı dil, güler yüz yaraları iyileştirir, katılıkları giderir ve insanları sevgi mihveri etrafında toplar. Bir çok müfessir "Kullarıma söyle en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına girer. Zirâ şeytan insanın apaçık düşmanıdır." kyetİYii bu .meâlde yorumlamışlar, hatta müşriklere dahi kaba ve kötü sözün söylenmemesi gerektiğini ifâde etmişler¬dir.^^ Çünkü Hz. Peygamber'in diliyle "Beyânda sihir vardır. Yani güzel sözün etkilejdci gücü büyüktür.

Sevgiyi artıran, kalbleri yumuşatan, düşmanlıkları azaltan, karşı tavır ve ön yargıyı büyük ölçüde orta¬dan kaldıran bir unsur da, ödüllendirmedir. Sahip ol¬duklarımızı başkalarıyla paylaşma ve Özellikle verme sevgiyi artıran bir unsurdur. İnsan, kendisine değer verenleri veya değer verdiği şeyleri kendisine verenleri daha çok sevme eğilimindedir. Bu nedenle bizi sevenle¬ri biz de severiz. Verilecek şeylerin en değerlisi ise biz¬zat sevginin kendisidir. Ancak mal ile, bilgi ile, fedakârlık ile yapılan her şey, kal|)leri ısındırır, sevgiyi artırır ve katılıkları önler.Bunun^içindir ki Allah Teâlâ, zekât verilecek sekiz sınıf insan arasında inan- mıyan veya inansa da kalbleri henüz mutmain olma¬yan insanları da dahil ietmiştir.^® Hz. Peygamber de bu gibi insanlara zekât vererek onların kalblerini kazan¬maya çalışmış en azından düşmanlıklarını önlemiştir. Bunlardan biri de Saffan b. Umeyye'dir. Bu tavıra bir çocuk, şüphesiz bir büyükten daha lâyıktır. Ona verile¬cek hediye, cinsi ne obursa olsun onun kalbini kazan¬maya yetecektir. Bu konuda zikredilen pek çok örnek bulmak mümkündür. Bü örnekleri zikretme yerine, bu örneklerin dayandığı temel esası zikretmek istiyoruz. O da vermedir. Bu verme ister farz ^bi dinî bir zorun¬luluk olsun, ister sadaka ve hediye gibi arzuya bağlı ol¬sun eğitim açısından durum değişmemektedir.

Eğitimde önemli olan uermedir, yoksa vermenin değeri değildir. Değer konusu dinle alâkalı, verme işi ise eğitimle alâkalıdır. Bu sebeble her verme olayının bir de eğitim yönü mevcuttur. Bundan dolayı beslen¬menin ve beslenme tarzının eğitimle çok yakından bir ilişkisi mevcuttur. Nitekim Prof. Dr. Adnan Ziyalar, E. Ü. Gençlik Sempozyumunda sunduğu bir tebliğde bu konuya dikkatimizi çekmiş, beslenmenin ve beslen¬me tarzının çocuğun eğitilmesindeki fonksiyonunu açıklamak için de "Başkalarınm elinden beslenenler, başkalarının istedikleri gibi hareket etmek zorunda kalırlar" görüşünü ileri sürmüştür"^ Çünkü verenle alan el arasında oluşan manevî bağ bir insanı diğerine daima bağlamaktadır.

İnâanın potansiyel dünyasında biri duygu, diğeri de akıl olmak üzere iki önemli gücü mevcuttur. Tavır¬lar, güzel söz ve davranışlar gibi insanın potansiyel duygularını harekete geçiren etkenlerin yanında aklını harekete geçiren etkenler de söz konusudur. Du}^ or-ganlarını kullanma, bilgi ve buna bağlı tefekkür akılla irtibatlıdır. Kur'ân bir yandan insanın duygularına hi- tabederken veya hitab edilmesini isterken; bir yandan da onun aklına hitab etmekte veya akıllara hitab edil¬mesini istemektedir. Bu konuda onlarca âyet bulun¬maktadır. Kur'ân'ın bundan amacı, insanı düşünmeye sevketmek ye bu yol ile doğruları bulmasını sağlamak¬tır.

însanın duygusal yönü ile akılcı yönü, biyolojik ve psikolojik kimliği ile orantılıdır. Çünkü çocuklarda duygusal yön, yetişkinlere göre daha fazladır. Ama ço¬cukların akılcı yönü yok demek değildir. Bu sebeble Kur'ân'ın öngördüğü düşündürme ve muhakeme etme ilkelerini çocuklar için de kullanmak suretiyle onları düşündürmeye ve akıl yürütmeye alıştırmak gerek¬mektedir. Çocukları akıl ve irâdelerini kullanmaya alıştırmak, öncelikle aileye daha sonra da eğitim ku- rumlarına düşmektedir. Kuralları sadece öğretmek ço-cuğu düzene sokmak için kâfi değildir. Çocuk denetim altında değilken de Öğrendiklerini uygulayabilmelidir. Bu durumda çocuk düzenli davranışı içine sindirmiş ve kendi kendini yönetme yeteneği kazanmış demektir. Bu ise zorla olmamaktadır. Yapılan işin başkaları için değil kendisi için olduğunu ona öğretmek ve hissettir-mek gerekir. Bu da ancak onu her konuda sorgulama¬ya alıştırmakla mümkündür.

İnsanlara yaradılışları itibariyle ijdliğe ve kötülü¬ğe, potansiyel olarak yatkındırlar. Fakat bu yatkınlık¬larım bazen kötüye kullanabilmekte ve suç işlemekte¬dirler. Özellikle çocukluk dönemlerinde yalan, çalma ve saldırganlık gibi davranış bozuklukları göstermek¬tedirler. Hiç şüphesiz Öz denetimden uzak çocuklarda bu daha da beliren olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda onları affetme ile cezalandırma arasında bir tercih söz konusu olduğunda, veli genellikle ne ya¬pacağını ve nasıl davranacağını bilememektedir. Bu konuda Kuran, insanlara, ailelere kısaca bütün eği¬timcilere bazı tavsiyelerde bulunmaktadır. O'nun bu konudaki genel ilkesi, suçluları cezalandırmadan önce suça mani olma, getirdiği caydırıcı cezalarla suÇu en¬gellemedir. Şayet suç işlenmiş ise önce af, sonra ceza¬landırma yöntemidir.^^

Şayet insanlarda korku duygusu olmasaydı, ka¬nun, nizâm ve disiplin de olmazdı. Zira korku insanı ve bu arada çocuğu kötülük yapmaya karşı frenleyen, görevini yapmaya zorlayan ve davranış bozukluklarını önleyen en güçlü etkenlerden biridir, Kur'ân'da ,

ve "Âaşyet" kavraınlan ile ifâde edilen korku, Kur'ân'm baş vurduğu eğitim ve Öğretim yöntemlerinden biridir. Zirâ Kur'ân, en büyük eğitimciye öğretici olan Hz. Mu¬hammed'in görevini tanımlarken, O'nun hem müjdeleyi¬ci hem de uyarıcı vasfından söz etmektedir.

Korkutma, insanda mevcut korkına duygusünu harekete geçirerek insanı belli davranışlardan engelle¬meyi amaçlamaktadır. Bu duyguyu uyandıran ve hare¬kete geçiren etkenlerin başında ise hukuk, ahlâk ve din kuralları bulunmaktadır. Özellikle din eğitiminde dinî ve ahlâkî kurallar, daha ağırlıklıdır. Hem dünylada hem de âhirette cezalandırma korkusu, insanı kötülük yapmaktan, kanun ve kurallara karşı gelmekten büyük ölçüde alıkoy ar. Allah korkusu ise bütün korkuların üs¬tündedir ve hiç bir korku Allah korkusü kadar caydırıcı ve kötülüklere mani olucu değildir. Bazı kişiler, kanun¬lardan kaçabilir, ahlâk kurallarını çiğneyebilir, fa[kat Allah korkusuna sahip olan kişi, asla kötülük yapmaz ve suç işleyemez. Bütün mes'ele Allah korkusunu vic¬danlara yerleştirebilmektir. Din eğitiminin de anıacı budur. Ancak Allah'a inanmayan kişinin de Allah’jtan korkması söz konusu değildir. Allah'tan korkmak için önce O'na inanmak gerekir. Bu sebeble korkutma pren¬sibi Allah'ın varlığına inanan kişilere etki eder ve pri- larda uyarıcı bir rol oynar. Bu korkunun yanında âhiret ve âhirette cezalandırılma korkusu da insanları önemli ölçüde etkileyen unsurlardır. İlke olarak iyi bir prensip olan korkutma, pratikte maalesef, affetmekten vöya hoşgörüden daha ağır basrn^^akta, ifrat derecesine kadar uzandığı bilinmektedir. Yerinde ve dozajında kullanıl¬dığı takdirde olumlu sonuçlar veren korkutma, aşırılığa kaçıldığl takdirde ise, insanı karamsarlığa itmektedir. İnsanlar içinde ancak bilenlerin Allah'tan korkabilecek- lerini açıklayan âyetle?^, Allah'tan korkanların ve na¬maz kılanların uyarılabileceğini belirten âyetin^® anla¬mı gayet açıktır. Zirâ bu ve benzeri âyetlere göre, ina-nan ve. inancını davranışlarına yansıtan kişi ancâk, uyarılardan etkilenmekte, bu vasıflara sahip olmayan¬lar ise etkilenmemektedir. Bunun için korku ile ünjıit arasında bir dengenin kurulması gerekmektedir. Nite¬kim İslâm âlimleri bu husus heyne.l havfi ve r recâ" (ümitle korku arası) olarak tanımlamışlardır. Bu sebeble korkunun içinde biraz ümid, ümidin içinde de birâz korku olmalıdır ki insanlar, ölçülü hareket edebilsinler.

Eğitim ve öğretim ile ilgili bu esasların da.önünde olan temel bir esas daha vardır ki, o da sabırdır. Sabır, bütün alanlar ve insan hayatının bütün yönleri için ge¬çerli olan temel ilkelerden biri olduğu kadar eğitim ve öğretimde de gerekli bir kuraldır. Kur'ân'da sabırla ilgi¬li tavsiyeler ve emirlerin sa5nsı bir hayli kabarıktır. Bu taysiyeler içinde çocuklarla ilgili olarak büyütenleri he¬def alan bir âyette "Ailene namazı emret, kendin de onun güçlüklerine dayan'^^ denilmekedir. Hz.Ya'kuh'un oğlunu kaybettiğinde duyduğu acıyı "Sabır güzeldir"^'^ diyerek karşıladığı hatırlatılmakta¬dır. Kehf kıssasında Hz. Mbsâ Me Allah dostu kişinin arasında geçen olay da, O kişinin Hz. Musâ'ya söylediği "Benimle birlikte sabretmeye gücün yetmez" sözü de eğitim ve öğretimde sabrın gerekliliğini vurgulamaktadır.

Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre Kur'ân, çocuğu bir varlık yeya ayrı bir kimlik olarak değil de, onu insan kimliği içinde ele almakta ye öngördüğü kuralları bunlar için de geçerli saymaktadır. Ancak yaş durmunu biyolojik ve psikolojik gelişmesini dikkate alarak bu ku¬ralların uygulanmasını eğitimcilere bırakmaktadır. İslâm hukukçularının tanımıyla azimet ve ruhsat kuralları, bu hususu da içine almakta, çocuğa normal bir insan muamelesinin ötesinde, durumuna göre farklı uygulamaları tabiî görmektedir.

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com