Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KURAN VE MODERN BİLİM

(İLİŞKİSİ-SAHASI-SORUNLARI)

 

Prof. Dr. Celal Kırca

 

 “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır”

Einstein

 

   Giriş

 

 

  “Kur’ân ve Modern Bilim” ilişkisi, sahası ve sınırları konusu, genellikle lehinde ve aleyhinde olanların oluşturduğu kısmen fikrî ve kısmen de duygusal bir zeminde ele alınıp tartışıldığı için, sağlıklı bir fikri zemine oturmamış yada yeterince oturtulamamış gibi bir görünüm arz eder. Özellikle Din ve dünya ayrımının, din-bilim ayrımına dönüştürüldüğü ve teorik açıdan da olsa bilimin dinin yerine, ikame edilmeye çalışıldığı; Kuran’da modern bilimlerle ilgili olarak bilimsel ve bilgisel katkı amaçlı atıfların olmadığı; Kuran’ın akıl ve bilim dışılıkla itham edildiği; Kuran’ın bilimsel yönü üzerinde yapılan çalışmaların dil ve inanç açısından yanlış görüldüğü, hatta bu tür çalışmaların “Helenizm” olarak damgalandığı, buna karşılık her şeyin Kuran’da arandığı ve Kuranın bilimsel i’cazıdan söz edildiği ve Kuranın 1400 yıl önce otaya koyduğu bazı bilimsel gerçeklerin, modern bilim tarafından bugün ortaya çıkartıldığı anlayışlarının yaygın olduğu bir ortamda, “Kur’ân ve Modern Bilim” konusunu, duygusallıktan uzak, gerçekçi ve sağlıklı bir fikri zemine oturtmaya çalışmak, imkansız değilse de zor bir iş olduğu apaçık ortadadır Üstelik bir de buna Kuran muhtevasının parçacı ve alansal olarak ele alınıp parçaların bütün gibi algılanması veya Kuran muhtevasının epistemolojik taksimindeki yetersizlik ve eksiklik ilave edildiğinde konunun zorluğu daha da belirgin hale gelmektedir.

Kuran- bilim ilişkisine yönelik bu sorunlara rağmen, bilgi ve bilimin tanımı konusunda, bu boyutta ve bu çapta bir sorun gözükmemektedir. Bilgi ve bilimle ilgili olarak daha belirginleşmiş tanımlardan söz edebiliriz. Nitekim TDK lügatinde bilgi, “öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat” ; bilim ise, “ evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi”  olarak tanımlanır. Bedia Akarsu ise “Felsefe Terimleri Sözlüğü”nde bilgiyi, “bilme edimi, bilinen şey, bilme edimi sonunda ulaşılan şey” ; olarak tanımlarken; bilimi, “a)temellendirilmiş bilme, b)belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir ereğe yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci, c) genel geçerlik ve zorunlu kesinlik niteliklerini gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi , d) belirli bir nesne alanı ile ilgili soru, yargı ve bunlarla ilgili araştırmaların nesnel bağlamı”  olarak tanımlar.

Akarsu’ya göre bilimlerin sınıflandırılması çeşitli açılardan yapılabilir. Bilimler, ereğe (amaç, gaye, maksat) göre, konusuna göre, bilgi kaynaklarına göre (deneysel ve önsel bilimler), yöntem ve alanına göre (açıklamacı ve anlamacı bilimler) bir tasnife tabi tutulabilirse de bunların hiç birinin kesin bir geçerliliği yoktur.

Bilgi ve bilim konusunda yapılan tanımlar ve bu tanımların farklı versiyonları için, Cemal Yıldırım’ın “Bilim Felsefesi”  ile Imre Lakatos ve Alan Musgrave’nin birlikte hazırladıkları ve içeriğinde Kuhn ve Popper’ın görüşlerine de yer verilen “ Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimi ile İlgili Teorilerin Eleştirisi”  ve Doğan Özlem’in” Felsefe ve Doğa Bilimleri”  adlı kitapları, verilebilecek referanslar arasında yer alır.

Bilim, bilindiği üzere, olgusal, mantıksal, genelleyici, seçici ve değişken sistematik bilgilerdir. Her bilim dalı, kendi alanına giren olguları tespit eder ve açıklar ve tasvir eder. Bilim, nesnelerle ve olgularla tikel olarak (parça parça) uğraşır. Bunları parçalayıp ayrı ayrı konu edinir. Bu nedenle de doğru bilgi, ideal bilimlerde, (mantık ve matematikte ) mantık kuralları ve matematik yasaları ile, doğa bilimlerinde, nedenselliğe dayanan doğa yasaları ile, din ve tarih bilimlerinde ise, belgelere dayanan açıklamalar ve anlama yöntemleri ile elde edilmeye çalışılır.

Felsefe ise, bilimlerin parçalayarak ele aldığı nesneleri veya olguları, bütünüyle evren ve varlık olarak ele alır ve tüme açıklamalar yapmaya çalışırken, evreni ve varlığı parça parça değil, bütünsel olarak kavramak ve bilmek ister. Genel anlamda bilimin de, felsefenin de amacı, insan hayatını ve dünyayı anlamak şeklinde özetlenebilir.

Kuran da insanı ve insan hayatını hedef alır, özellikle insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine yönelik bilgiler verir, bu ilişkilere yönelik ilkeler ve kurallar getirir. Bu yönüyle Kuranın amacının da, bilimin ve felsefenin amacından çok farklı olmadığı, hatta belli oranda kesiştiği ve benzerlik gösterdiği bile söylenebilir.Ancak bilim, felsefe ve Kuran arasındaki belirleyici bir takım farklar bulunmaktadır ve bu farkların da, amaç farlılığından ziyade yöntem, dil, ve bilginin kaynağı açılarından olduğu görülür.

Mesela Einstein’a göre;“İlim bize yalnız olanların birbirine nasıl bağlı olduklarını ve birbirini kendi şartları altında nasıl bulundurduklarını gösterir. Olması gerekeni öğretmez. Hedefi din tayin eder .Fakat hangi vasıtalara başvurulması gerektiğini en geniş anlamda insan ilimden öğrenir. İlim hakikati tamamıyla bilmek isteyenler tarafından kurulabilir.Fakat bu duygunun da kaynağı dindir. Bu derin imana sahip olmayan bir alim tasavvur etmiyorum. Durumu şöyle ifade etmek mümkündür. Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.”

 Bu ve benzeri farklı yaklaşımlardan dolayı Kuran- bilim ilişkisinde, mevcut bir sorunsallığın olduğu görülür. Bu sorunsallık da, özü itibariyle Kurana yaklaşım tarzlarından, Kuran tasavvurundan ve Kuranın muhteva algısından kaynaklanır. Bu nedenle Kuran-modern bilim ilişkisini; Kurana yaklaşımlar, Kuran tasavvurları, Kuranın muhteva algısı ve tanımı bağlamında ele almanın ve açıklamanın daha uygun bir yöntem olacağını düşünüyorum.

I. Kurana Yaklaşımlar Açısından Kuran–Bilim İlişkisi

Kuran-bilim ilişkisine yönelik sorunsallık, kökü çok eskilere dayanan bir olgu olsa da, özellikle sanayi devrimiyle birlikte oluşan yeni bilim anlayışına bağlı bilimsel bilgi tanımı ile bazı Kuran ayetleri arasında ilişki kurularak yorum yapılması, bu sorunu daha da derinleştirmiş görünmektedir. Nitekim Kuran-bilim ilişkisini, Din ve bilim ilişkisi  bağlamında teorik olarak ele aldığımızda şu altı farklı yaklaşım tarzlarının olabileceğini ve bunlardan bir kısmının ise bir yaklaşım tarzı olarak mevcut olduğunu söyleyebiliriz: Bu yaklaşım tarzları;

1. Kuran ve bilim aynıdır ve konuları da ortaktır.

2. Kuran, bilimin bütün konularını kuşatmaktadır.

3. Bilim, Kuranın bütün konularını kuşatmaktadır.

4. Kuran ayrıdır, bilim ayrıdır veya ayrı iki kompartıman halindedir. İkisi arasında hiçbir ortak nokta bulunmamaktadır.

5. Bilim vakaları, din ise değerleri bildirir. İkisi de ayrı planda iki hakikat sahasıdır.

6. Kuran ile bilim ayrı ayrı iki farklı alanda yer alsa da, kaynağı ve yöntemleri farklı olsa da, Kuranın muhtevasındaki bazı bilgilerle, bilimsel veriler arsında bir ilişki mevcuttur ve Kuranla- bilim arasında bütün alanlarda olmasa da bazı alanlarda bilgi ve konu birlikteliği bulunmaktadır.

Bu yaklaşım tarzlarından, Kuranla- bilim arasında bütün alanlarda olmasa da bazı alanlarda bilgi ve konu birlikteliği bulunduğu veya iki ayrı planda iki hakikat sahası olduğu anlayışı ile, Kuran ve bilimin iki ayrı kompartıman olduğu ve aralarında hiçbir ilişkinin bulunmadığı anlayışları hariç; birinci, ikinci ve üçüncü maddelerde yer alan anlayışların, İslam aleminde ne ciddi bir temsilcisi vardır ne de bilimsel bir temeli mevcuttur. Bu yaklaşım tarzlarını bir kenara bırakarak, temsilcisi ve savunucusu olan yaklaşım tarzlarını ele aldığımız da, bunların üç kategoriye ayrıldığını görürüz.

1. Kompartımancı/Çatıştırmacı Yaklaşım Tarzı

Bu yaklaşım tarzı, Kuran ve bilim ilişkisine kompartımancı bir yaklaşım içindedir. Bu yaklaşım tarzı içinde olanlar, bilim ile din arasında tam bir farklılık, ayrılık, bölümleşme veya kompartımanlaşma olduğunu var sayarlar. Onlara göre, bilim ile din, alanları, yöntemleri ve amaçlan itibariyle birbirinden tamamen farklıdır .Bu nedenle de Kuran- bilim arsında bir çatışmanın söz konusu olmaz .Bu anlayışta olanlardan bir kısmı, bilimin ilgilendiği konuları, “Kuranın doğrudan ilgilenmediği, ya da Kuranın nüzul döneminde söz konusu olmayan olay ve olgular olarak görürler. Bunlara göre “Bugün Astronomi ve Tıp bilimlerinin araştırma alanına dahil edilebilecek kimi değiniler, bilimsel veya bilgisel katkı amaçlı atıflar değil Allah’ın kudret ve azametini vurgulayan dini amaçlı atıflardır.”

Bu nedenle “Dinin Kitabından bilim çıkmaz”  veya çıkartılamaz. Kuran’ı modern bilim hakkında konuşturmak, O’nu açmazlara sokar ve bu da son derece sakıncalı bir durumdur.  Ayrıca böyle bir yorum tarzı, lügat, belagat ve inanç açılarından da yanlıştır.  Zira kendisiyle yorum yapılan bilimsel bilgiler, tenzil döneminde mevcut olmayan bilgilerdir. Bu nedenle Kuranın bilimsel yorumu, tenzil döneminde mevcut olmayan bilgilerle, tenzil döneminin insanlarını sorumlu tutmak anlamına gelir ki bu da ”teklif-i mala yutak”  bir davranış olur.

Ateist ve deist düşünceye sahip olmaları nedeniyle Kuran- bilim ilişkisine karşı olanları bir kenara bırakacak olursak; Müslümanlar arasında bu yaklaşım tarzına mensup olanlar, genelde Şatıbi’in etkisinde kalan din adamları ile ahlaki normları merkeze alıp, hukuki formları tarihsel sayan tarihselciler ve sosyolojik tefsir ekolünü benimseyen bilim adamlarından bazılarıdır.  Ne var ki bu yaklaşım tarzı, Jean Guıtton’un “Tanrı ve Bilim” adlı kitabında dile getirdiği gibi “Tanrı da bilim de birbirlerinden öyle değişik iki dünyaya aitmiş gibi görünüyor ki hiç kimse bunları yaklaştırmak riskini göze almayı düşünmüyor”  sözünü doğrular nitelikte bir görünüm arz eder.

Bir başka kompartımancı yaklaşım tarzı ise, konuları ve alanları ayrı da olsa, Kuranın verdiği bazı bilgilerle bilimsel bilgiler arasında bir çatışmanın bulunduğunu var saymakta ve Kuranda bir takım bilim dışı bilgilerin yer aldığını iddia etmektedir.  Ancak bu yaklaşım tarzının diğerine göre taraftarları daha az olduğu ; etkinliğinin ise taraftarları ile sınırlı kaldığı söylenebilir.

Neticede bu yaklaşım tarzına göre söylenmek istenen şey şudur: Bilimsel bilgiler; deney, gözlem, açıklama, betimleme, analoji, endüksiyon, dedüksiyon, analiz ve sentez yöntemleri ile elde edilen bilgilerdir. Bu yöntemle elde edilen bilgilerle Kuranda yer alan bilgiler arasında her hangi bir ilişki yoktur. Çünkü bunların her biri, ayrı kulvarlarda giden iki vasıta gibidir. Bu nedenle de aralarında bir çatışmanın olması düşünülemez. Ancak bu guruba dahil olup da bunun aksini düşünenlerin olduğunu ve Kuranla bilim arasında bir çatışmanın bulunduğunu söyleyenleri de unutmamak gerekir.

2. İ’cazcı/ İstinbatcı Yaklaşım Tarzı

Bu yaklaşım tarzına göre, Kuranın bilimsel icaz’ı vardır ve bilimin bugün bulduğu bir çok bulgu ve keşif Kuranda da bulunmaktadır  Bunlar, Fıkıhtaki delaleti zanni olan hükümlerin Kurandan çıkartılması anlamında kullanılan “istinbat” terimini , Kuranın bilimsel içerikli ayetlerinden gözlem ve deneye dayalı bilimsel veriler veya icatlar çıkartma anlamında “Tefsir”de de kullanmak ve bunu “Kuranın bilimsel i’cazı” olarak tanımlamak eğiliminde olanlardır. Emin el-Huli’nin “İlmi Tefsir” tanımı da sanırım bu yaklaşım tarzından esinleşmiştir. O’na göre “ilmi tefsir, ilmi ıstılahları, Kuranı Kerim ibarelerine hakem kılan ve o ibarelerden çeşitli ilmi ve felsefi görüşleri istihraç eden bir tefsir çeşididir”  Fıkıhtaki delaleti zanni olan hükümlerin Kurandan çıkartılması anlamında kullanılan “istinbat”  terimi ile anlam paralelliği arz eden “istihraç” kavramının bilimsel tefsirin tanımında kullanılmış olması, Kuranın bilimsel yorumuna karşı olanlara, haklı olarak  “Kuranda vardı da Batılı bilim adamları bunları bulmadan önce neden İslam âlimleri onları keşfetmedi?” sorusunu sordurtmaktadır. Arıca bu tanım, fen ve sağlık bilimlerinin tanımı için kullanılan keşfetme, bulma ve ortaya çıkartma tanımıyla örtüşmesi nedeniyle, bir anlama objesi olan Kuran’ı, bir araştırma ve keşfetme objesi haline getirmiş olmaktadır. Bir başka ifade ile bu yaklaşım tarzı, anlama ve açıklama objesi olan Kuran’ı, sanki keşfedilmeyi ve kendisinden çıkarımlar yapılmasını bekleyen bir obje haline dönüştürmektedir. Bu nedenle de yukarıda zikredilen soru, cevabını hala aramakta ve yaşanan hayatta henüz bir karşılık bulamamaktadır. Emin el-Huli’nin bu tanımı, Kurana i’cazcı yaklaşıma uygun bir tanım gibi görünse de, Kuran- bilim ilişkisini, bütünüyle kuşatıcı bir tanım olmaktan çok uzak görünmektedir.

Bu yaklaşım tarzında bir başka sorun daha mevcuttur ki o da, Kuranın bilimsel yorumundaki amacın ne olması gerektiği ile alakalıdır . Bu sorun, bilimsel yorumun amacı ne olmalıdır? Kurandan bilimsel icatlar ve keşifler çıkartmak mı? yoksa bilimsel verilerle Kuran ayetleri arasında var sayılan ilişkiyi veya uyumu açıklamaya çalışmak mı olmalıdır? sorusunda odaklanmaktadır. Bu yaklaşım tarzının söylemlerinden ve yapılan tanımda kullanılan “istihraç” kavramından, bilimsel yorumdaki amacının, Kuran “ibarelerden çeşitli ilim ve felsefi görüşleri istihraç” etmek olduğu görülmektedir. Ancak anlama ve açıklama eyleminin bir nesnesi olarak Kuran veya Kurani muhtevanın bütünlüğü söz konusu olduğunda, bu amaç ne kadar doğru bir amaç olur? Bir başka ifade ile bu amacın Kuranı anlama ve açıklamada bir karşılığı var mıdır? Varsa bu karşılık nedir ve ne kadardır? Sorularının maalesef net bir cevabı yoktur. Bu nedenle böyle bir amaç, sadece teorik bir tartışma konusu olabilir, ama pratikte bir karşılığının bulunduğu söylenemez. Çünkü hiçbir müfessirin, bugüne kadar Kuran ibarelerinden bilimsel keşif veya icat çıkarttığı görülmemiştir. Görülen ve bilinen şudur: Bilim adamları bilimsel keşif veya icat yaptıktan sonra, Kuran yorumcularının bu bilimsel keşif ve icatları, konu ile alakalı ayetlerin anlaşılmasında ve yorumunda kullanmaları, bir başka ifade ile bilimsel verileri ilgili ayetlere bağlam yapmış olmalarıdır. Bilim adamları icat yapar, bilimsel keşiflerde bulunur, Kuran yorumcusu ise bu bilimsel keşifleri Kuranı anlamada malzeme olarak kullanır. Yoksa Kuranı bilimsel icat ve keşifler için malzeme olarak kullanmaz. Kuran-bilim ilişkisini açıklamadaki yaşanan olgu da budur.

 

 

3. Anlamacı/ Uzlaştırmacı Yaklaşım Tarzı

Bu yaklaşım tarzı, Kuran ile bilim arasında bazı ortak noktaların veya konuların bulunduğunu, dolayısıyla bu ortak noktalara ve konulara ilişkin ayetlerin veya bu ayetlere ait delaletlerin anlaşılmasında bilimsel verilerin bağlam olarak kullanılması gerektiğini düşünür. Ancak bu yaklaşım tarzı, Kuranın bir hidayet kitabı olduğu ve bu nedenle de O’nda hidayete yönelik beyyineler bulunduğu  ve bu beyyineler arasında ise insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkilerine yönelik bilgilerin de yer aldığı gerçeğini görmemezlikten gelmez. Kuranın muhtevası içinde yer alan insan-Allah ilişkisi ile insan-insan ilişkisine yönelik bilgilerin amaç bilgiler, insan-evren ilişkisine yönelik bilgilerin ise araç bilgiler olduğunu ve bu araç bilgilerin bilimsel verilerle açıklanmasında bir sakınca olmadığını kabul eder. Yapılan bilimsel yorumlardan amacın ise, Kuran ibarelerinden “istinbat” veya “istihraç” yolu ile bilimsel icatlar veya keşifler çıkartmak değil, Kuran- evren veya Kuran-bilim ilişkisini ele alan ayetleri veya bu ayetlerin delaletlerini daha iyi anlamak ve açıklamak için olduğunu söyler.

Nitekim mazide Gazali,  Razi,  İbn Rüşd  vb. bilim adamları; son dönemde ise Tantavi,  Gazi Ahmet Muhtar Paşa  ve Süleyman Ateş  vb. din adamları tarafından yapılan yorumların, bu amaca yönelik yorumlar olduğunu söylemek abartılı bir ifade olmayacaktır. Aynı şekilde Karl Opitz tarafından yazılan ve Ferudun Naziz Uzluk tarafından tercüme edilen “Kuran’da Tababet” (Dei Medizin im Koran) adlı eser  ile Maurice Bucaille’in yazdığı Kitab-ı Mukaddes Kuran ve Bilim  adlı eserde yer alan yorumları da böyle değerlendirmek gerekir.

 

 

4. Kuran Tasavvurunun Kuran’a Yaklaşım Tarzına Etkisi

Kuran- bilim ilişkisindeki ana sorunlardan  bir diğeri  de, yorumcunun sahip olduğu Kuran tasavvurundan ve Kuranın muhtevasına yönelik algı farklılığından kaynaklanan sorunlardır . Bir bilgi objesi olarak Kuran tasavvurumuz ve muhteva algımız nedir? veya nasıl olmalıdır? sorusu, net cevabını henüz bulabilmiş değildir. Nitekim “Tefsir Tarihi” bunun böyle olduğunu örnekleriyle ortaya koyar. Yine Tefsir Tarihi, Kuranın bütünlükten yoksun bir Kuran algısı ve tasavvuru ile anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışıldığını da ortaya koyar. Bu ekollerin işlevselliği, Kuranı parçalayarak anlama ve yorumlamaya yönelik olduğu için, Kuranı tanıma ve anlama, maalesef Kuranın muhteva bütünlüğüne yönelik olmamış, bilakis parçalara ve alanlara yönelik olmuştur. Bir başka ifade ile, Kuranın muhatabı olan insanlar, zaman içinde ihtiyaçların da yönlendirmesiyle bazı konuları öne çıkartarak, bazı konuları arka planda bırakarak Kuranı anlamaya çalışmışlar ve düşünce sistemlerini bu zemine dayandırmışlardır. Mesela: insan- Allah ilişkisine yönelik bilgilerin öne çıkartıldığı itikadi mezhepler; ibadet ve muamelata yönelik bilgilerin öne çıkartıldığı fıkhi mezhepler, ferdi ve sosyal ahlaka yönelik bilgilerin öne çıkartıldığı tasavvufi ekoller bu yaklaşım tarzının canlı örnekleridir. Böyle bir durum veya yaklaşım tarzı, Kuran tasavvurumuzu ve algımızı bu ekollerin yaklaşım tarzlarına bağımlı kılmış, dolayısıyla zihinlerde eksik veya alansal Kuran tasavvurlarının ve algılarının oluşmasına sebep olmuştur. Zamanla ortaya çıkan yeni anlayışların ve yaklaşımların mevcudiyeti, zihinlerdeki bu şartlanmışlığa bağlı kaldığı için yeni yaklaşımlara karşı olumsuz veya olumlu bir tavrın oluşmasına da sebep olmuştur. Buna  Kuran’ın tarihselci yorumunu  örnek olarak gösterebiliriz. Bundan dolayı şu sorular sorulur hale gelmiştir:

Kuran bir din kitabı mıdır? bir bilgi kitabı mıdır? bir bilgi kaynağı mıdır? bir hidayet kitabı mıdır? bir ansiklopedi midir? Çağının ve önceki çağların bazı bilgilerini içeren hatta batınilerin ve haşşasilerin iddialarını içeren bir kitap mıdır? Biri mi, bir kaçı mı veya hepsi midir?

Kur’ân bir fıkıh kitabı mıdır, bir kelam kitabı mıdır, bir ahlak kitabı mıdır, bir tarih kitabı mıdır, bir dinler tarihi kitabı mıdır, bir tasavvuf kitabı mıdır, bir astronomi, bir sağlık kitabı mıdır, bir iktisat, bir edebiyat, bir dil kitabı mıdır, bir bilim kitabı mıdır?

Yoksa bu ve benzeri bilim dallarına ilişkin bazı bilgilerin kendisinde yer aldığı bir hidayet ve beyyine kitabı mıdır? Veya tenzil döneminde kullanılan bir dil ile insan hayatının bütünlüğü içindeki yeri ve konumuna göre tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, astronomi, sağlık, iktisat, psikoloji ve sosyoloji vs. gibi bir bilim dalına ait az veya çok bir bilgiyi insanlara sunan bir bilgi objesi midir? kısaca Kuran Nedir? Ne değildir? soruları, Kuran tasavvurlarımızın ve algılarımızın ne denli sorunlu olduğunu göstermektedir. Çünkü bu sorulardan her biri, dini veya fikri hayatımızda bir karşılık bulabilmektedir.

Oysa Kuranda yer alan bilgiler, yukarıda zikrettiğimiz üç alanla veya belli alanlarla sınırlı değildir. Cins anlamında insanla ilişkili ne kadar bilgi alanı ve çeşidi var ise, Kuranda da insan ile ilişkili o kadar bilgi alanı ve çeşidi bulunmaktadır. Fakat bu bilgi alanlarında yer alan bilgiler, ayrıntılardan genellikle uzak olan bilgilerdir .Bu nedenle Kuran- bilim ilişkisine yönelik bir değerlendirmede bulunabilmek için, Kuran muhtevasının tespitinde Kuran bütünlüğüne  ve bu bütünlük içindeki muhtevaya dikkat edilmesi gerekmektedir.

Buradaki hata, ayetleri Kuran bütünlüğü içinde anlama ve yorumlama yerine seçilen ayetlerin tercih edilen görüş için “iki değerli mantık” a göre malzeme olarak kullanılmış olmasıdır. Bu durumda paradigmalarımızı veya “görüşlerimizi belli ayetlere dayalı olarak oluşturur, fakat bu ayetlerin dayandığı zemini ve bu paradigmaya ulaşma yöntemimizi Kuran’dan çıkartmaz isek, Kuran bütünlüğünü, Kuran mantığını ve hedeflerini dikkate almamış oluruz. Bunun adı da “yanlış konumlanmış somutlaştırma hatası”dır. Bu da ilgili parçanın ait olduğu bütünle ve diğer parçalarla sürekli bağlantılı ve almaşık (münavebeli) bir ilişki içinde düşünülmesini öngören “alternasyon” ilkesine aykırı düşen bir durumdur.”

 

5.Kuran Muhtevası  Algısının  Kuran’a Yaklaşım Tarzına Etkisi

Kuran’ın muhtevasında yer alan bilgilerin sahası ve sınırı Kuran’ın kendisiyle sınırlı olsa da, içeriği çok geniş, çok çeşitli ve çok yönlüdür. Verilen bilgilerin muhatabı insan olduğu için, başta insanın kendisi olmak üzere insanın ilişkide bulunduğu bütün varlıklarla ilgili bilgilerin, amacına uygun gelecek biçimde ve oranda Kuranda yer aldığı görülür. Bu yönüyle Kuranın muhtevası, insanı ve hayatı kuşatıcı bir nitelik arz eder. Her hangi bir sistematik bakış açısına bağlı kalmaksızın, sadece konularını tespit etmek amacıyla Kuranı incelediğimizde dahi, şu konuların veya bilgilerin O’nda yer aldığını görülür:

Kuran ve Kuran ile ilgili bilgiler, Allah ve Allahın sıfatları, yaradılış ve yaradılış ile ilgili bazı bilgiler, dünya ve âhiret hayatı ve bunlara yönelik bilgiler, peygamberlik ve peygamberler ile alakalı bilgiler, iman ve iman esasları, ibadet ve çeşitleri hakkında bilgi, salih amel, inanç kimlikleri ve kişilik özellikleri, bireysel ve sosyal ahlak kuralları veya bireysel ve toplumsal ahlaki değerler, günah ve çeşitleri, aile ve toplum bilgileri, ekonomi ve buna yönelik bilgiler, hukuk ve hukukla ilgili konular, olumlu ve olumsuz insan davranışlarına yönelik bilgiler, sosyal, sağlık ve fen bilimlerinin bazı konuları ile alakalı bilgiler (tıp, sosyoloji, psikoloji, astronomi v.s), beslenme, temizlik, sosyal ve doğal çevreye ilişkin bazı bilgiler O’nda yer alan bilgiler arasındadır.

Bu bilgiler; insanlar tarafından üretilen bilimsel formüller veya terimler kullanılarak anlatılmaz, Kuran dili ile sunulur. Onda var olan bilgiler, bilimsel kavramlar ve terimler ile anlatılan bilgiler değil, hayatın kısaca insan hayatının bilgileridir. Hayatın her alanına ilişkin bize rehberlik edecek olan bu bilgiler, Kuran bütünlüğü içinde bir ya da belli ayet grupları içinde yer alır. İnsanın huzur ve mutluluğu için prensipler getiren ve bilgiler sunan bu ilahi mesajın; farklı zaman ve mekanlar içinde yaşayan insanların bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevası içine alması ve her maddeye ayrıntılı bir biçimde çözümler getirmesi hem nicelik hem de nitelik açısından mümkün olmadığından bu ilahi mesajın çok az kısmı hariç, önemli bir bölümü hatta çoğunluğu ayrıntılardan uzaktır ve genel ilkeler halindedir. İlahi mesaja ait sadece bu özellik bile O’nun çağları kuşatıcı yönünü ortaya koyar.

Kuranda yer alan bu bilgiler, bilim dallarının belli konularına temas eden ve bu bilim dallarında kullanıldığı takdirde malzeme olabilecek nitelikteki bilgilerdir. Yoksa bilim dallarına ait bütün bilgiler ve ayrıntılar Kuranda olmadığı gibi var olan bilgiler de bu bilim dallarındaki bilgiler gibi sistematik de değildir. Bu bilgilere dayanılarak sistem kurma işlevi de insana aittir .İşte burada bir fakih bir sufi ve bir kelamcı ile bir müfessirin farkı da ortaya çıkmaktadır. Fakih de sufi de, kelamcı da Kuranın bütününe talip değildir. Bunlardan her birinin kendine özgü bilgisel ve konusal alanları mevcuttur. Onlar bu alanlardaki Kuran ayetleri ile ilgilenirler ve duruma göre ayetleri kendi anlayış veya düşünce sistemleri için malzeme olarak kullanırlar. Müfessir ise, Kuranın bütününe taliptir ve her ayeti anlamak ve açıklamak için çaba gösterir. O’nun amacı önce anlamak, sonrada açıklamaktır. Bu nedenle de O,ayetin daha doğru anlaşılmasını sağlayacak her türlü bilgiden yararlanmak isteyecektir. Mesela Gazi Ahmet Muhtar paşa, 1916 yılında yayınladığı “ Serairu’l Kuran” adlı eserinde, kozmoloji bilimi ile ilgili bulduğu yetmişe yakın ayetten söz eder ve bu ayetleri bu bilim dalının verileriyle anlamaya ve açıklamaya çalışır. Aynı şekilde bir doktor olan Karl Opıtz, “ Kuranda Tababet” adlı eserinde Kuran Tıp ilişkisini, tıpla ilgili, hıfzısıhha (hijyen)ile ilgili ve sağlık yasaları ile ilgili olarak üç bölümde ele alır ve insanın gelişmesi, embriyo, zürriyet, gebelik, emzirme, ömür v.b. konulara temas eder. Bu nedenledir ki, Kuranın muhteva algısına  ve yaklaşım tarzına göre yorumcu,  ya yargılayıcı bir tavır içinde olmakta ya da anlamacı bir tavır için de olmaktadır. Doğru olan   tavır ise, yargılayıcı bir tavır için de olmamak, olanı ve yapılanı anlamaya çalışmaktır.

 

II.  Kuran- Bilim İlişkisi

 

1.Kuranın Muhtevası Bağlamında  Kura’n –Bilim İlişkisi

Kuran muhtevası içinde yer alan bilgiler; hem nicelik hem de nitelik yönleri açısından günümüzün bilimsel anlayışına uygun gelecek tarzda bir hukuk, ahlak, siyer, tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, edebiyat, astronomi, tıp, sosyoloji, psikoloji vs. gibi insan ürünü bilim dallarının yöntemleri ile yazılmış kitaplarda yer alan bilgiler gibi değildir. Kuranda bu bilim dallarına veya zikretmediğimiz diğer bilim dallarına ilişkin niceliği ve niteliği farklı da olsa bazı bilgilerin yer aldığı açıkça görülür. Nitekim kainatın yaratılışı, rüzgarların yağmurun öncüsü oluşu, güneş ve ay ışıkları ve yörüngeleri, kainattaki denge, evrenin genişlemesi gibi kozmolojik, hava basıncı, eşyanın çift oluşu gibi fiziki, suyun hayat kaynağı oluşu, rüzgarın aşılayıcı rolü ve soya çekim gibi biyolojik, döllenme, ceninin merhaleleri, çocuğun cinsiyeti, ve kürtaj gibi jinekolojik, koruyucu hekimlik, hijyen ve beslenme gibi tıbbi bilgilerin, araç değer olarak Kuranda yer aldığı açıkça görülmektedir.

Kuran- bilim ilişkisi, Kuran açısından ele alındığında insan-kainat ilişkisine odaklandırıldığı görülür. Bu ilişkide birey, kainat karşısında halife ; kainat ise kendisinden yararlanmak üzere insanın hizmetine sunulmuş ve ona emanet edilmiş bir varlıktır. Bu ilişkide kısmi irade sahibi bir varlık olarak insan, halifelikle; genel anlamda kainat, özel alan olarak yeryüzü ise insana hizmet etmekle sorumlu/ musahhar kılınmıştır. İnsan, evren karşında sorumlu bir varlık olarak, kainatın sırlarını ve düzeni ile ilgili kanunlarını keşfetmek, açıklamak ve hizmetinde kullanmakla yükümlüdür. Bu genel açıklamalardan ortaya çıkan sonuca göre her bireyin veya her beşerin, kendi bireysel bütünlüğü içinde ilişkide bulunduğu varlıklara karşı üç konumu ve bu üç konuma bağlı üç tanımı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Allaha karşında kul; ikincisi, hemcinsi karşında insan; üçüncüsü ise, varlık alemi karşında halife olarak tanımlanmasıdır. Kul, bireyin Allah karşısındaki konumunun; insan, bireyin sosyal bir varlık oluşunun yani birey toplum karşısındaki konumunun; halife ise doğal çevre yani evren karşısındaki konumunun adıdır. Buna göre her bireyin konumundan kaynaklanan sorumlulukları mevcuttur. Bu sorumluluklar, Allah karşı kulluk; bireye veya topluma karşı insanilik; doğal çevreye yani kâinata karşı ise halifeliktir, yani gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla evrenin sırlarını çözme sorumluluğudur. Çünkü insan bu sorumluluğu yerine getirebilecek yetenekte yaratılmıştır.Bu anlayışın bir benzeri  Necmeddin ed-Daye’de   görülmektedir.

Bu nedenle Kur’an ise, eşyanın  “niçin “ini açıklar.  “Nasıllığını “ ise modern bilimlere bırakır. Nitekim şu âyetler, bunu açıkça göstermektedir.

 “Gökte ve yerde olan şeylere bakın.“

 “Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah'ın ibtida mahlûkatı nasıl yarattığına bakın. “

 “Başlarının üstündeki göğe bakmadılar mı? Biz onu, nasıl bina ettik ve nasıl süsledik? “

 “Allah'ın yarattığı şeylere bakmazlar mı? “

 “Müşrikler yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? “

 “Onlar, deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmış¬tır? “

 “Bir de insan yediği şeye baksın. “

 “İnsan, neden yaratıldığına bir baksın. “

Örnek olarak sunduğumuz bu ayetlerin dışında, insan-eşya ve kâinat münasebetine ve varlığın insanın hizmetine sunulduğuna dair daha pek çok âyet mevcuttur. Fakat bu kadarının bile, maksadı ifâde ettiği kanaatindeyim.

Kuran’daki insan-eşya ve kâinat münasebetine dair ayetlerin ortaya koyduğu genel prensip ve kanun¬larıyla, insana terk edilen sahada, insanların araştırma, gözlem ve deney yoluyla elde ettikleri neticeler ışığı altında insan- varlık münasebetini şöyle tespit edebiliriz:

a) İnsanların gözlem, deney ve araştırma yolu ile elde ettikleri neticelerin, yani modern bilimlere ait kanun¬ların sahası ve gayesi, tabiat olaylarını anlama, sınıflan¬dırma ve onları kontrol etme olduğu halde, Kuran’ın sahası ve gayesi, bütün ilimlere ait prensipleri  ve kanunları keşfedip onlardan faydalanmasını bilen insanın hidayetidir.

b), Modern bilimler, gözlem ve deney metotlarının kullanıldığı maddî cisimler ve varlıklar, yani eşya üze¬rinde araştırma ve inceleme yaptıkları halde, Kuran, insanlarla yani insanların duyguları, düşüncele¬ri, inançları, anlayışları, davranışları, ibadetleri ve diğer varlıklarla olan irtibatları ile ilgilenmekte ve bunlara dair prensipler ve hükümler getirmektedir.

c) Modern bilimler, sahalarına giren konularda derin¬lemesine ve geniş bir şekilde araştırma yapıp, bu konu¬larda detaylı ve teferruatlı bilgiler verirken, Kuran,  sadece bazı ilmî hakikat¬lerden ve kanunlardan genel hatlarıyla bahsetmekte ve bu bilimsel hakikatlere yönelik bazı bilgiler vermektedir.

Konuya açıklık getirmek ve ne demek istediğimizi daha iyi açıklamak için şu örnekleri vermek mümkündür.

Örnek 1

“Kâfirler görmezler mi ki gökler ve yer birbirine bitişik idiler, onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hala iman  etmezler mi?”   (Din Dili)

“Önce mekânda gazlardan müteşekkil çok büyük bulutlar vardı. Gaz bulutları sabit durmayıp döndüklerinden cazibe kuvvetinin te’sîriyle parçalanmıştır. Parçalanan bölümler de yine cazibenin te’sîriyle gitgide tekasüf ederek sıkışmaya başlamış, sıkışan ve dönen cisimler belirtildiği gibi küreye yakın şekiller almış; kesafetin artmasıyla içteki hararet de artmış, bu yüzden merkezde bulunan hidrojen helyuma dönmüş ve ışık, ısı neşretmeye başlamıştır. İşte bu bölünen, parçalanan gaz; küreleri, galaksileri, yıldızları ve güneş manzumesini meydana getirmiştir.” (Bilim Dili)

Örnek 2

“Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Onun üstüne suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır ve güzel çiftten nebatlar biter.”   (Din Dili)

Rüzgârın sürüklediği bulutlardan inen yağmur, toprağı yumuşatarak bitkilerin yeşermesini ve büyümesini sağlar. (Bilim Dili)

Örnek 3

“And olsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra Onu nutfe hâlinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.”   (Din Dili)

Döllenmiş yumurtaya zigot denir. Zigot ana rahminde annenin kanıyla beslenerek gelişimine devam eder. Kemik hücreleriyle et hücreleri birbirinden farklıdır ve kemik hücreleri et hücrelerinden önce teşekkül eder. Daha sonra cenin oluşumunu tamamlar. (Bilim Dili)

Örnek 4

“Ay için de nihayet kuru bir hurma dalına döneceği menziller tayin etmişizdir.”  (Din Dili)

Ay, Dünyâ’nın yörüngesi boyunca kıvrım kıvrım dönerek yol alan bir yörüngeye sahiptir. Tıpkı bir sarmaşık gibi dönen, kıvrılan ve bükülen bir dal gibi. (Bilim Dili)

Örnek 5

”Biz semaları kendi gücümüzle kurduk; onu biz genişletmekteyiz.”  (Din Dili)

Evrendeki galaksiler birbirinden uzaklaşmakta, uzay giderek şişmekte ve evren dev boyutları ile irileşip büyümektedir (Expanding Universe). (Bilim Dili)

Bu örneklerden de anlaşıldığı kadarıyla Kuran’da yer alan her konunun, ilgili bilim dalının diliyle değil de kendine özgü dil ile ifade edildiği görülmektedir. Nitekim,“O Allah ki, sizin için yeri beşik yaptı”  ayetine ilk muhatap olan nesiller, belki de yeryüzünün, ayaklarının altına serilmiş, tarım ve ticaret için önlerine konulmuş ve hayat ve gelişme için hazırlanmış olarak anlamışlardır. Biz ise bu ifadeyi daha geniş ve daha derin bir şekilde anlıyoruz. Bizden sonra gelecek nesiller ise bu gerçekleri, bizim anladığımızdan çok daha farklı anlayacaklardır ve bu ayetin manası, her geçen gün biraz daha genişleyecek ve biraz daha derinleşecektir. İnsanoğluna ilim ve bilgi kapıları aralandıkça, daha geniş ufuklara ulaşan anlamlar çıkarılacaktır.

Ve yine“Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?” ayetini bir cahil, dağları, yere çakılmış kazıklar olarak anlarken; bir şair, yeri taban, semayı bir çadır, dağları da o çadırın kazıkları olarak görür. Bir edip ise, bu ayeti, edebî yönden ele alır ve yer ile dağların fizikî tasvirini yapar. Bir coğrafyacı da, yer küresini denizde yüzen bir gemi ve dağları da o geminin direkleri olarak düşünür ve onları, geminin dengesinin sağlayan bir unsur kabul eder. Bir sosyologa göre de, yeryüzü, hayatın kaynağı olan bir evdir ve bu hayatın devamı için su, hava ve toprağa ihtiyaç vardır. Dağlar, suyun mahzeni, havanın temizleyicisi ve toprağın koruyucusu olduğundan, toprağın direği gibidir. Bir tabiat âlimine göre ise, yer küresinin içindeki bir takım boşluklar neticesinde meydana gelen titreme ve zelzelelere karşı dağlar, bir denge unsurudur.

Bu görüşümüzü bir örnekle delillendirecek olursak şu misali verebiliriz : “Allah semaları gördüğünüz gibi direksiz yarattı" mealindeki ayetin aslında " Bigayri amedin te-ravneha” ifadesi yer almaktadır. Tevevnahâ kelimesindeki “ hâ” zamiri ayette geçen es-semevât kelimesine gönderildiği takdir de, ayet, yukarıda mealini verdiğimiz anlama gelmektedir. Genellikle müfessirler ve meal yazanlar bu anlamı tercih etmişlerdir. Bu bir ihtimaldir ve ayette şöyle bir ihtimal de mevcuttur “hâ” zamiri ayette geçen “ bigayri amedin” kelimesine de gönderilebilir. Bu takdir de, ayetin anlamı “Allah semaları kendilerini gördüğünüz direkler olmaksızın yarattı” şeklinde olacaktır. Bu ikinci ihtimale göre verilen anlam, Arapça dil kurallarına göre birinci ihtimalden daha güçlüdür. Zira Arapça dil kurallarına göre bir zamirin en yakınındaki isimden başlamak üzere geriye doğru gönderilmesi geçmektedir. Buna göre ikinci ihtimal, kurala daha uygundur. Birinci ihtimal ise ondan sonra gelmektedir. Birinci ihtimal de görüyorsunuz anlamına gelen teravnehâ cümlesi hâl olduğu halde, ikinci ihtimale göre sıfat olmaktadır. Bu takdir de ayetin anlamı, birinci ihtimale göre, Allah semaları direksiz yaratmıştır. Nitekim siz de bunun böyle olduğunu görmektesiniz, şeklinde olurken; ikinci ihtimale göre ise, Allah semaları direkler üzerine kurmuştur, fakat bu direkler, sizin görebileceğiniz cinsten direkler değildir. Gerçekte bir direk mevcuttur, fakat bu görülmemektedir, şeklinde olmaktadır.

2. Kuranın  Bilimsel Yorumuna İlişkin  Tanım   Sorunu

Yukarda verilen örneklerde de görüldüğü  gibi Kuranın bilimsel yorumu, bir gerçekliktir. Kuranın bilimsel yorumları, yapılmakta ve yapılmaya da devam etmektedir Buna karşı çıkmanın veya yasaklayıcı  bir tavır içinde olmanın  reel bir gerçekliliği de bulunmamaktadır. Tıpkı sufi  tefsir ekolünün orta çıkışında olduğu gibi, Kuranın bilimsel yorumuna da karşı çıkılmıştır ve çıkılmaktadır. Ancak bu karşı duruş, Kuranın bilimsel yorumuna  engel olamadığı gibi, Kuran-bilim ilişkisine yönelik sorunları da çözmemektedir. Argüman olarak ileri sürülen görüşler, sonuçta  söylenmiş olmakla kalmakta ve  problemi  yetmemektedir. Ama  bilinen  sorunların da bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir Bunun da yolu,  sorunu ya da sorunları tespit etmekten ve çözmekten geçiyor.  Kuran-bilim ilişkisindeki asıl ve  temel sorun, kanaatice   yapılan  işin    doğru bir tanımın yapılmamış olması  veya  yapılan tanımın ya da tanımların   eksik ve yanlış  tanımlar  olmasından kaynaklanmaktadır.

Yapılan bu yorum, nasıl tanımlanacaktır? Bu yoruma, Emin el-Huli’nin “İlmi Tefsir” tanınma uygun olarak “ Kuranı Kerim ibarelerindeki ilmi ıstılahları tefsir ve o ibarelerden çeşitli ilim ve felsefi görüşleri istihraç eden bir tefsir çeşididir”  mi diyeceğiz? Yoksa, bu ayete veya bu ayetteki delalete, bilimsel verilerin bağlam yapılarak anlaşılması ve yorumlanması mı diyeceğiz? Yapılan yorum, ayetten bilimsel bir keşif çıkartma eylemi midir? yoksa ayetin ne demek istiyorunu daha iyi anlamak için çağdaş bilimsel bir veriyi bağlam olarak kullanmak mıdır? Bunlardan hangisi yapılan işi  daha doğru tanımlıyor? Bizim tercihimiz ne  olacak? Veya hangisi olacak?

İşte  bu sorulara verilecek cevaplar, hem yapılan işin doğru tanımını, hem de yapacağımız tercihi  belirleyecektir. Emin el-Huli’nin tefsir tanımını,  ölçüt alacak olursak, yapılan bilimsel yorumları, ayetten bilimsel bir görüşün istihraç edilmesi  olarak tanımlayabiliriz. Ama çağdaş bilim anlayışını özellikle dini ilimlerin, keşfedici ilimler olmayıp anlamacı ve açıklamacı ilimler olduğu görüşünü, ölçüt olarak ele aldığımız takdir de yapılan  bilimsel yorumları, ayetin daha iyi anlaşılması için bilimsel bir verinin bağlam yapılması olarak tanımlamamız, daha doğru bir yaklaşım tarzı olacaktır. Zira buradaki sorun, bizim modern bilimleri hangi tanımda ve kategoride, tefsiri hangi kategoride ve tanımda ele aldığımızla ilgili bir sorundur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bilimler, konusuna göre, bilgi kaynaklarına göre (deneysel ve önsel bilimler), yöntem ve alanına göre (açıklamacı ve anlamacı bilimler) bir tasnife tabi tutulmaktadır.

Bu tasnife göre modern bilimler, deneysel ve açıklamacı bilimler kategorisine girerken, dini bilimler özellikle bir Kuran yorumu olarak tefsir anlamacı ve açıklamacı bilimler kategorisinde yer almaktadır. Bilimsel tefsirde diğer yorum çeşitlerinden farklı olarak yapılan, ayetlerin bilimsel veriler bağlamında anlaşılması ve açıklanmasıdır. Burada yorumcu, bilimsel verileri keşfeden ve bilimsel icat yapan değil, bilim adamları tarafından keşfedilen bilimsel verileri ve icatları, konu veya alan birlikteliği gördüğü veya sandığı ayet veya ayetler arasındaki uyumu göstermemeye çalışan ve bunu da bağlam yaprak o ayeti yorumlayan kişi konumundadır. Bu nedenle yapılan bilimsel yorumu, istinbat veya istihraç sözcüğü ile tanımlamak, doğru bir tanımlama olmayacaktır.

Aynı şekilde yapılan bilimsel yorumun, Kuranın bilimsel i’cazı olarak tanımlanması da  ne derece de doğru bir tanımlamadır? Veya böyle bir yorumun doğru bir tanımı nasıl olmalıdır? soruları da cevap  bekleyen sorulardır.  Zira yorumu yapılan ayet ise de, yorumu yapan insandır. Bir başka deyişle yorumun nesnesi ayet olsa da o yorumun öznesi insandır. Yorumcu, ayetin hem ne diyornu hem de ne demek istiyorunu anlamaya çalışır ve anladığını açıklar. Neticede yapılan yorumlar, bizim o ayetten anladıklarımızdır. Biz ise ayetleri, hem dilbilimsel anlama yöntemine uygun olarak hem de bağlamsal anlama yöntemine uygun olarak anlamaya çalışırız. Bilimsel tefsirde de bu anlama yöntemlerini kullanılır. Ancak O’nun diğer Tefsir ekollerden bir arkı vardırki o fark da, anlamada ayetin tenzil ortamı ile alakalı dış bağlamını bir kenara koyarak, çağdaş bilimsel verileri bağlam yapmış olmasıdır. Tıpkı sufi tefsir ekolünde nüzul ortamının bağlam yapılmayarak sezgisel algıların bağlam yapılmış olması gibi. Ayetlerin nüzul ortamındaki bağlamından kopartılarak gerek sezgisel algıların gerekse bilimsel verilerin bağlam yapılarak anlaşılması ve bunun ayetleri anlamada bir yöntem olarak kullanılması, ayrıca tartışılması gereken bir sorundur.

Yapılan yorumların genelinden anlaşıldığı kadarıyla ayetlerin anlaşılmasında bilimsel verilerin bağlam yapılmasındaki amacın, Kurandan bilimsel keşifler yapmak veya bilimsel veriler bulmak değil, modern bilimlerle alansal veya konusal olarak ilişkili olduğu var sayılan ayetlerin daha iyi anlaşılması sağlamaktır. Şayet Kuran ibarelerinden bilimsel veriler ve keşifler çıkartmak bir amaç ise, bu amaç İslam aleminde hiç gerçekleşmemiş ve Müslümanlar Kuranı hiç anlamamışlar demektir. Çünkü şu ana kadar hiç bir tefsirde, Kurandan çıkartılmış bilimsel bir veri veya bir icadın bulunduğu görülmemiştir.Bu da Kuranın bilimsel yorumuna karşı olanların bir reaktif düşünce olarak ileri sürdükleri “Kuranda vardı da Batılı bilim adamları bunları bulmadan önce neden İslam âlimleri onları keşfetmedi?” sözünü haklı çıkartmaktadır.

         Bu nedenle Emin el-Huli’nin yaptığı bilimsel tefsir  tanımın terk edilerek, Kuranın bilimsel yorumuna yeni bir tanımın yapılması ve bu tanıma göre yorum yapmaktaki amacın tespit edilmesi gerekmektedir. Benim önerdiğim bilimsel tefsir tanımı şudur: “Bilimsel verilerle ayetlerin delaletleri arasındaki uyumu araştıran, anlamaya ve açıklamaya çalışan tefsir.” Zira bu tanımın, yapılan bilimsel yorumları tanımlayabilecek en makul bir tanım olduğunu düşünüyorum.

Bu tanım, aynı zamanda geçmişte Fahrettin er-Razi’nin yatığı yorumları da, günümüzde Tantavi Cevheri’nin yaptığı yorumları da tanımlayacak bir niteliktedir. Zira her iki müfessirin de kendi çağlarındaki bilimsel verileri, ayetlere bağlam yaparak anlamaya çalıştıkları görülüyor. O nedenledir ki bu iki müfessir Kurandan bilimsel icatlar çıkartmıyor, tam aksine biri Batlamyos’un astronomi bilimine ait görüşlerini ayetlerin anlaşılmasına bağlam yapıyor, diğeri ise çağdaş bilimsel verileri, ayetlerin anlaşılmasında bağlam olarak kullanıyor. Ne var ki bu yorum tarzının sorunu, sadece tanım sorunu ile de bitmiyor. Bu soruna ilaveten bir başka ciddi sorun daha bulunuyor. O da bilimsel yorumlarda “rasyonalizasyon/ aklileştirme” yönteminin sıkça kullanılmış olmasıdır .

3. Kuranın Bilimsel Yorumlarında Rasyonalizasyon

Rasyonalite (raitonality) ussallık, aklîlik; rasyonalizasyon, (rationalize) “ussallaştrma, akla dayattırma”,  bahane bulmak, mantığa göre açıklamak, mantıklı kılmak;  akıl ise, “düşünme, anlama ve kavrama gücü”  şeklinde tanımlanmaktadır. Bağlamak, engellemek, tutmak, alıkoymak gibi anlamlarda da kullanılan akıl sözcüğünün,  dilbilimsel analizine girmeksizin çağımızdaki “akıl” anlayışına temas etmenin, konuya açıklık getirmesi açısından daha yararlı olacağını düşünüyorum.

Akli olmak, akla uygun olan demektir. Akli olma bireyin dış dünyasında var olan ve yaşanan gerçeklikler demektir Bunlar ise; a. bilimsel verileri, b. doğal olguları, c. hayata geçirilmiş dini bilgileri veya dogmaları, sosyal ve kültürel normları içerir. Akli veya akla uygun olan denildiğinde kastedilen bu gerçekliklere uygun olma durumudur Hatta Ebu Hanife’nin hadis olduğu yakin derecesinde olan bir rivayeti “ nefs-i fiil”e yani gerçeğe aykırı olduğunu gördüğünde, bu rivayeti zayıf olarak kabul ettiğine yönelik görüşünü  dikkate aldığımızda, akli olmanın gerçeklikle olan bağlantısını daha iyi anlamış oluruz. Ebu Hanife’nin bu yaklaşımı, onun hem akılcılığı hem de akılcılığa getirdiği tanım açısından son derecede önemlidir. Zira rivayetlerin merkeze alınıp, gerçekliklerin dikkate alınmadığı bir ortamda, gerçekliğin merkeze alınması elbette ki çok önemli olacaktır.

Aklileştirme ise bilimsel verilere, doğal olgulara ve hayata geçirilmiş dini bilgilere, sosyal ve kültürel normlara aykırı olan veya aykırı görülen bilgi ve düşünceler ile rivayetler arasında görülen içerik çelişkilerini akla uygun hale getirme işleminin adıdır. Bu tanımın temsil ettiği Kur’an yorumu, “bilimsel verilerle Kur’an metnin delaleti arasındaki uyumu araştıran ve açıklamaya çalışan bilimsel tefsir” ile çoğu kez karıştırıldığından, tefsirdeki rasyonellik ile rasyonalizasyon da birbirine karıştırılmaktadır. Oysa tefsirde aklilik başka, aklileştirme daha başkadır. Bilimsel tefsire karşı olumsuz bir tavır takınanların farkında olmadıkları ya da farkına varamadıkları için karıştırdıkları o hassas çizgi de burasıdır. Yani rasyonalite ile rasyonalizasyonun karıştırılmasıdır.

Doğru diye tanımladığımız bilgi, aslında objelerine uygun olan bilgidir. Bilimsel veriler, objelerine uygunluğu açısından bilim anlayışlarına göre değişme potansiyeline de sahiptir.  Bu nedenle bilimsel bilgiler mutlak ve kesin bilgiler değildirler. Pozitif bilim anlayışı ile Einstein’in “rölatif” bilim anlayışı farklı olduğu gibi, Karl Popper’ın “doğruluğu yanlışlanabilen” bilgi anlayışı da farklıdır. Yine pozitivist ve determinist bilim anlayışı ile indeterminist bilim anlayışı da bir değildir. Nitekim tarih felsefesine ilişkin bir anlayış; tarihi, doğrusal bir ilerleme çizgisi olarak tasavvur edip, akıl dışılıktan akıl çağına girildiğini iddia ederken, diğer anlayış bunun tam tersini söyler ve tarihin döngüsel olduğunu iddia eder Oysa olgusal olarak bakıldığında tarihin, inişli çıkışlı bir çizgi takip ettiği görülür. Nitekim Kur’an’ın da olguya/tarihe bakışı da bu yöndedir.  Bu nedenle her çağın kendine göre akla uygun ve akıl dışı olguları vardır.

 Aklileştirme de bu değişken bilimsel verilere göre yapıldığından hiç şüphesiz, zaman içinde bilimsel verilerin değişmesiyle değişime uğrama potansiyeline sahip bulunmaktadır Nitekim bir zamanlar çıplak gözle güneşe bakıp olgusal duruma, yani görünene göre dünyanın değil de güneşin döndüğünü kabul eden akıl, gözlemlerini derinleştirip ayrıntılara girdiğinde ve asıl görüneni şekillendirenin bilgisine ulaştığında dünyanın döndüğünü kabul etmiştir. Bu da aklın, kendisine ulaşan bilgi türüne ve niteliğine göre işlevsel olduğunu ve kendisine ulaşan bilgi çeşidine göre çıkarımlar yaptığını gösterir. İnsan var olduğu andan itibaren bütün yetileri gibi, aklını da kullanmaktadır. Ancak bu kullanımın bireyden bireye, devirden devire veya bölgeden bölgeye önemli farklılıklar gösterdiği de bir gerçektir. Akla uygun bulmanın başlangıcı ise, iki değerli Aristo mantığını  yansıtan İsagoji’den itibaren doğru ve yanlış ikilemine ve çelişmezlik ilkesine dayandırıldığından, aklileştirmenin tarihi de bu döneme kadar da uzanır.

Rasyonalizasyonun Kur’an yorumunda etkin olarak kullanıldığı asıl dönem, İslam âleminde rasyonalizmin etkin olduğu 19. ve 20 yüz yılları kapsar, daha çok bu yüz yıllarda bilimsel verilerle bazı Kur’an ayetlerinin çeliştiği var sayılan konularda yoğunlaştığı görülür. Bununla birlikte tefsir tarihinde, bilimsel görüşlerle, doğal olgularla, sosyal ve kültürel normlara uymadığı sanılan konulardaki bazı ayetlerin yorumlarında da rasyonalizasyon örneklerine çağımızdaki yoğunlukta olmasa da rastlamak mümkündür.

4. Kuranın Bilimsel Yorumunda Rasyonalizasyon Örnekleri:

Kuran- bilim ilişkisi bağlamında Kuran yorumlarındaki rasyonalizasyon örneklerine ilk defa Fahreddin Razi de görmekteyiz. Nitekim F. Razi, “Yeryüzünü size döşek kılan O’dur.”  ayetinin yorumunda, mantıki olarak yeryüzünün ya sakin ya da hareket halinde olabileceğini zikrettikten sonra, şayet yeryüzü hareket ediyor ise, bu takdirde yeryüzü ya düz olarak ya da yuvarlak olarak hareket ediyor demektir. O düz olarak hareket ediyorsa şayet, bu takdirde ondan tam olarak yararlanılamayacak demektir. Bu sebeple yeryüzünün sakin olduğu/dönmediği bir gerçektir, dedikten sonra “yeryüzünün hareket etmediğini anlamak istersen yine yeryüzüne bak”  diyerek ayetin anlamını, duyu organlarının doğal algısına uygun gelecek bir açıklamada bulunur. Buna paralel bir yorumun, Abdullah b. Baz’ın “eş-Şemsu Cariyetün ve’l A’rdu Sabitetün” adlı makalesinde de yer aldığını görürüz. Ona göre de “güneş sabit değildir, dünya ise yuvarlaktır ve hareket etmemektedir”

Bu aklileştirmenin yanında Razi, akılcı yorumlarda da bulunmuştur.. Mesela “Bundan sonra da yeri döşedi”  ayetini açıklarken, bu ayetin dünyanın düz olduğuna işaret ettiğini söyleyenlere karşı, dünyanın küre şeklinde yuvarlak olduğunu ve bunun delillerle de sabit bulunduğunu hatırlattıktan sonra, yeryüzünün büyük bir cisim olduğunu, yuvarlaklık son derecede büyük olursa, ondan her hangi bir parçanın düz bir satıh gibi görüldüğünü hatırlatarak rasyonalist bir yorumda da bulunur.

Bir başka rasyonalizasyon örneğini de “Semayı biz kendi kudretimizle kurduk ve onu genişletiyoruz”  ayetinin yorumunda görüyoruz. Hem geçmişte yazılan tefsirlerde hem de günümüzde yazılan bazı meallerde bu ayette yer alan “mûsiûn” lafzının açıklanmasında rasyonalizasyona şahit oluyoruz. Söz konusu eserlerde “mûsiûn” sözcüğü, asıl ve kök anlamı olan “genişletici olan/lar” yerine “geniş kudret sahibi olan” anlamında “zü seatin ve kuvvetin” ile açıklanmıştır.  Böyle bir açıklama, anlama yöntemi açısından bir rasyonalizasyon örneğidir. Zira bu sözcüğün kökü olan VESEA, geniş oldu, EVSEA ise genişletti, “mûsiûn” ise bu sözcükten türetilmiş fail olan bir isimdir ve genişleten/ler demektir ve geniş kudret sahibi anlamına da gelmemektedir. Fakat böyle bir anlamın verildiği de bir gerçektir. Neden böyle bir anlam verilmiştir? sorusunun cevabı ise anlamadaki rasyonalizasyonu göstermektedir. Ayet lafız anlamıyla semaların genişlediğini ifade etmektedir. Fakat yorumcunun kafasında ayetin işaret ettiği anlama ilişkin beş duyu organı ile elde ettiği bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca bu konuda bilimsel verilere dayalı bir bilgiye de sahip değildir. İnanılan gerçekliğe ait semaların genişlemesi bilgisi ile örtüşecek yaşanan gerçeklik bilgisine sahip olunmadığından, mevcut durumdaki yaşanan gerçeklik bilgisine uygun bir yorumun yapılası gerekmektedir. Bu da ancak yapılacak yorumsal anlamanın rasyonalizasyonu ile mümkün olacaktır. Ve öyle de yapılmıştır. Semaları kudreti ile kuran bir gücün, geniş kudret sahibi olmasından daha tabii ne olabilir? Fakat evrenin genişlediği bilgisi, bilimsel bir veri olarak ortaya çıkınca bu ayete verilen anlam da, ayetin lafzına uygun hale gelmiş oldu.

Sanayi toplumu ile başlayan modernleşme ve bilimsel gelişmelerin meydana getirdiği düşünce akımlarının İslam dünyasındaki etkilerinin en fazla görüldüğü alanlardan biri de, Kuran yorumu üzerinde olmuştur. Modernist ve pozitivist bakış açısıyla yapılan, Kuranın bu yeni yorumunun, özellikle iki sömürge ülkesi olan Mısır ve Hindistan kökenli müfessirler arasında daha yaygın ve etkin olarak kullanıldığı bilinmektedir. Hindistan’da, Seyit Ahmet Han, İkbal, Ebu’l Kelam Azad, Mevdudi ve Perviz gibi bilim adamları ile Mısır’da Abduh, Reşit Rıza, Tantavi Cevheri, Mustafa el- Meragi gibi müfessirlerin yaptıkları yorumlarda, modernist anlayışın yansımalarını ve rasyonelleştirmenin izlerini görmek mümkündür. Özellikle rasyonalizmin etkisi ile Kuranda mucizelerle ilgili yer alan bazı ayetlerin yorumunda, bir anlama yöntemi olarak rasyonalizasyonu da kullandıkları görülmektedir.

“Sizin için denizi ikiye böldüğümüz zaman”  ayetinin içerdiği bilgi, duyu organları ile elde edilen bilgiye ve doğal olguya ters düştüğü düşüncesi, bu ayetin anlamını doğal olguya ters düşmeyecek bir yorumu ortaya çıkartmıştır. Bu yorumda Kızıl Deniz’in yarılarak Hz. Musa ve İsrail oğullarının karşıya geçmesi olayını, bir med ve cezir olayı ile açıklamak şeklinde olmuştur. Nitekim Mustafa el- Meraği tefsirinde bu yorumu yapmıştır.  Mevlana Şibli de geçmişte Farabi ve İbn Sina gibi bilim adamlarının böyle yorum yaptıklarını nakleder.

“Üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi.”  ayetini yorumunda ise daha net rasyonalizasyon örneklerine rastlıyoruz. Ayette geçen “tayr/kuşlar” kavramının, bir kısım hastalık ve mikrop taşıyan sinek ve sivrisinekler, “hicaret/taşlar” ise, rüzgârların taşıyıp getirdiği mikroplu tozlar olarak anlaşıldığını ve yorumlandığını görüyoruz.  Bu görüşün, Muhammed Abduh’a ait olduğu  ve Elmalı’lı Hamdi Yazır tarafından da şiddetle eleştirildiği  hepimizin malumudur. Muhammed Esed ise, “tayran ebabil”i “uçan varlıklar” olarak anlar ve “eğer salgın hastalık varsayımı doğru ise “uçan varlıklar”- ister sinek ister böcek- bu mikrobun taşıyıcısı olabilir” der . Karl Opitz “Kuran’da Tababet” adlı kitabında bu hastalığın çiçek hastalığı olduğunu ve Arap yarım adasında ilk defa bu bu hastalığın o vakit görüldüğünü, daha sonra Mısır üzerinden Avrupa’ya yayıldığını söyler . Mikail Bayram ise “Fil Olayının Mahiyeti” adlı kitabında fil olayını yorumlarken: “Volkanik bir patlama sonucu üstlerine lav (sicil) yağmış binlerce cesedin üzerine leş yiyen kuşların üşüştüğünü ve cesetleri didik didik ederek parçaladıklarını ve lavların üstüne saçtıklarını ve yenilmiş ekin gibi etrafa dağıttıklarını açıklar.

Görmüyorlar mı ki, biz yeri etrafından eksiltip duruyoruz”  ve “Bizim gerçekten arza gelip onu uçlarından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mı?”  ayetlerinde yer alan, “arzın eksiltilmesi”, Mekkeli müşriklerin hareket alanının günbegün daraldığı anlamına mı,  yer yüzünün etrafından gitgide eksiltmesi anlamına mı,  yer yüzünü sahip olduğu en iyi şeylerden her gün biraz daha yoksun bırakmak anlamına mı,  uçlarından eksiltmek anlamına mı  veya “yağmur, sel, rüzgar, deprem ve benzeri tabiat güçlerinin etkisiyle toprağın yerinden kayması, dağ ve tepelerin aşınması” yani erozyon anlamına mı  gelmektedir? Ayetin “ne demek istiyor”u bunlardan hangisidir? Kasıt bunlardan birisi ise, diğer yorum ne anlam ifade edecektir? Burada şayet bir aklileştirme söz konusu olacak ise, bu aklileştirmenin, kelimenin hakikat anlamına göre mi yoksa mecaz anlamına göre mi olması gerektiği, en azından bir tartışma konusudur.

 “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı”  ayeti, tefsirlerde farklı şekillerde açıklanmış olsa da, Y.Nuri Öztürk’ün bu ayete ilişkin şu yorumu, bir başka rasyonalizasyon örneğidir: “ Ayın yarılmasına ilişkin mucize haberler, bize göre insanoğlunun aya inişi ve oradan bazı taşların dünyaya getirilmesiyle gerçekleşmiştir. İşte bu olay, kıyametin yaklaşmış olduğuna bir işarettir. Ay taşlarının aydan alınıp dünyaya getirilmesi, ayın yarılmasının ta kendisidir.” . “Onu sakara kokacağım”  ayetinde geçen “sakar, yine Yaşar Nuri Öztürk’e göre elektrik enerjisiyle çalışan “bilgisayardır”  Zira sakar, güneşin yakıp kavurması, acı vermesi demek olduğu için cehenneme bu ad verilmiştir.Bu nedenle sakardaki şiddetli yakma , elektriğe işaret edebilir.

Neml suresinin 38-40. ayetlerinde yer alan Seba melikesine ait tahtın Hz. Süleyman tarafından yaşadığı mekana getirtilmesi bilgisini, Muhiddin Arabi; Yüce Allah kainatı her an var edip yok etmektedir. Tahtı yok etme anında Yemen’de yok etmiş ve aynı anda onu Filistin’de var etmiştir  şeklinde açıklarken; Hüseyin Atay da bu olayın, uzay yolu filmlerinde gösterilen bir insanı, nesneyi veya maddeyi uzak bir yere ışınlamak yoluyla nakletmeye benzediğini, bu şayet ileride gerçekleşirse ayetin daha iyi anlaşılabileceğini söyler.  İbn Arabi’nin yukarıdaki yorumu aynı zamanda tasavvufi tefsirdeki rasyonalizasyona da bir örnek olabilir.

 Kuran’da bir bilgi olarak yer alan yedi kat sema, ne görünürde olan olgusal bir durumdur, ne de günümüzde astronomi bilimi tarafından ileri sürülen bir bilimsel veridir. Yedi kat semadan kastın ne olduğunu Fıkıh terminolojisiyle söyleyecek olursak delaleti kati olan bir anlamla açıklamak bugün için gerçekten zordur. Bununla birlikte Fahreddin er-Razi’nin Kuranın birçok yerinde geçen “yedi sema”  ifadesini, çağının astronomi bilgisine göre yorumlayarak yedi semayı, Ay, Utarit, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri ve Zühal olarak açıkladığı bilinmektedir.  Çağının bilimsel anlayışına uygun olarak yapılan bu açıklamanın, günümüzün bilimsel anlayışına uygun bir açıklama olduğu söylenemez. Ayrıca böyle bir açıklama, sistematik ve analitik Kuran ve Hadis yorumlarına da uygun değildir. Dini kaynaklarımızda zikredilen miraç hadisinde, Hz. Peygamber, yedi kat semadan söz etmekte ve sırasıyla bu semalara çıktığını, her bir semada bazı peygamberleri ve bir takım insanları gördüğünü anlatmaktadır.

Bu hadisin sıhhatini tartışmayı bir yana bırakıp, doğru olduğu varsayımını esas alarak, Razi’nin yorumunu bu hadis üzerinde somutlaştırdığımızda, Ay’da Hz. Adem’in, Utarit’te Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın, Zühre’de Hz. Yusuf’un, Güneş’te Hz. İdris’in, Merih’te Hz. Harun’un, Müşteri’de Hz. Musa’nın ve Zühal’de Hz. İbrahim’in bulunduğunu kabul etmek zorunda kalacağız. Hadiste zikredilen sema ve katlarını ve bu katlarda yaşayan insanları sembolik olarak mı, yoksa gerçek olarak mı anlayacağız? Kuranda zikredilen yedi kat semaya yönelik Razi’nin bu yorumu, soyut değil, somuttur ve sembol olmaktan da çok uzaktır. Dolayısıyla aklileştirilen yorum da ayrıca yeni sorun/lar üretmektedir. Nitekim Elmalı’lının, bu sorunları çözmek için, bütün yıldızların tezyin ettiği maddi âlemin hepsinin, bir sema ve yedi semanın da birincisi olduğunu, diğer altı semanın ise maddi semalar olmayıp manevi semalar olduğunu ve “Biz dünya semasını yıldız ziyneti ile süsledik”  ayeti ve miraç olayı ile de bu görüşünü desteklediğini görüyoruz.  Sembolik bir anlam ifade ettiğini kabul ettiğimiz takdir de, bu anlamın ne olduğu, gerçek olduğunu kabul ettiğimiz takdirde ise akla uygunluğu konusu problem olmaya devam edecek demektir.

 

Sonuç

Kurani bilgiler, Kuran diliyle insanlara sunulmuştur . İnsanlar ise Kuran diliyle sunulan bilgileri, kendi dilleri yani sahip oldukları mesleki dilleri ile ifade ederler. Mesela: “Ahmet Tanrıya inanır” sözü din dili değildir ama Allah evreni yarattı din dilidir. Allah birdir sametttir din dilidir, ama Allah basittir, mürekkeb değildir, sözü din dili değil, Kelam dilidir. Bu nedenle Kuranda doğa yasalarına uygun bazı bilgiler verir demek, yasaları keşfedenin koyduğu ifadeye, tanıma veya terime göre bilgi verir demek değildir. Zira yasaları keşfedenler, tanımları da tanımlamaları da kendileri yaparlar. Kuran ise kaşiflerin ürettikleri terimlerle insanlara hitap etmez, tam aksine kendine özgü ifade biçimiyle insanları bilgilendirir. Bu nedenle Kuranın insan- evren ilişkisine yönelik verdiği bilgiler, amaç bilgiler olmasa da, amacı için araç bilgiler olduğunda asla şüphe yoktur. Sonuçta bu tür bilgiler, araç bilgilerde olsa Kuranda yer alan bilgilerdir. Bu bilgilerin araç bilgi oluşu, bu bilgilerin, ne göz ardı edilmesini ne de yok sayılmasını gerektirir. Bu tür bilgilerin de en azından amaç bilgiler kadar, anlaşılmaya hakkı vardır. Bilimsel tefsirin yaptığı, ve yapmaya çalıştığı da budur.

Kurana göre, insana düşen görev hem sözlü yasaları hem de fiilî yasaları anlamak ve hayatını bu yasalar çerçevesinde yaşamaktır. Bu işlevi ise insan, Allah’ın kendisine verdiği yetilerle ve bu yetiler içinde en önemlisi olan aklıyla yapar. Kısaca insan, aklını kullanmak onu fonksiyonel hâle getirmekle yükümlüdür. Aklın fonksiyonel olabilmesi için de kendisinden çıkarım yapabileceği verilere ihtiyacı vardır. Bu verileri akıl, ya duyu organları vasıtasıyla ya da vahiy yoluyla elde eder. Yani akıl, ya gözlem ve deney yoluyla elde ettiği veriler üzerinde fonksiyonel olur ya da vahiy yoluyla kendisine ulaşan bilgiler üzerinde fonksiyonel olur .Bilim, alanı ve metodu gereği bu iki olguyu bir birinden ayırsa da, Kuranda bu iki olgu birlikte ve iç içe bulunmaktadır. Bu nedenle bilimsel metodu merkeze alarak düşünce üretenler veya bilim yapanlar ile Kuranı ya da Kuranın belli alanlarını merkeze alarak onu anlamaya çalışanlar arasında yaklaşım ve anlayış farklılıklarını oluşmaktadır. Oluşan bu anlayış ve yaklaşım farklılıklarını ise şöyle özetlemek mümkündür:

1. Kuran'da bilimsel ve bilgisel katkı amaçlı atıflar yoktur. Dolayısı ile Kuran-bilim ilişkisinden söz etmenin bir anlamı yoktur.

2. Kuran'da bilimsel nitelikli ayetler vardır. Ancak bu ayetlerdeki bilim anlayışı, tenzil dönemi anlayışı ile bağımlıdır, tenzil dönemi sonrasında ortaya çıkan bilimsel anlayışları ihtiva etmemektedir. Çünkü Kuran indiği toplumu ve toplumun fikir seviyesini esas almıştır. Verilen bilgiler, bu dönemin anlayışını yansıtmakta ve bu nedenle de bu bilgileri bilimsel verilerle açıklamaya çalışmak Fatih dönemindeki askerin koluna saat takmaya benzemektedir.

3. Kuran, farklı bir kulvarda, bilim ise farklı bir kulvarda giden iki araba gibidir. Mesela biri deniz aracı ise diğeri de kara aracıdır. Bu nedenle aralarında bir bağ yoktur. Bu nedenle de Kuranda bilimsel bilgi aramak yanlıştır. Hatta abesle iştigaldir.

4. Kuranla bilim iki ayrı kulvarda olmakla birlikte, Kuranın verdiği bilgiler bilimle çatışmaktadır. Hatta Kuranda bir çok bilim dışı bilgiler mevcuttur.

5. Kuran müciz bir kitaptır. Onun i'caz yönleri ise pek çoktur. Bunlar arasında bilimsel i'caz'da bulunmaktadır. Bilimsel i'caz'dan kasıt ise "Morern bilimlerin ancak son asırlarda ulaştığı ve Kur'an'ın indirildiği çağda beşeri vasıtalarla bilinmesi mümkün olmayan bazı gerçekleri Kuran'ın haber vermesidir." Bu nedenle Kuranda bilimsel bilgiler mevcuttur.

6. Kuran'da pozitif bilimlere ait doğrudan bilimsel ve bilgisel katkı amaçlı, bilgiler olmasa da, farklı amaçlar için araç olarak ifade edilen bazı ayetlerdeki içerik, bilimsel verilere uygun gelebilecek bilgileri de ihtiva etmektedir. Bir başka deyişle bu tür ayetlerin birinci ve öncelikli amacı, modern bilimlere bilgisel ve bilimsel katkıda bulunmak olmadığı halde bu ayetler, ihtiva ettiği ikincil ve üçüncül anlamlarıyla, yani delaletleri ile bilimsel bilgilere zıt olmayan tam tersine bilimsel bilgilerle tam bir uyum içinde olan bazı bilgileri içermektedir. Nitekim Allah’ın varlığına kanıt olarak sunulan ayetler, bu neviden ayetlerdir.

 Bu  gibi ayetler, amaç ayetler değil, araç ayetlerdir. Bu nedenle bu ayetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, anlamaya bilimsel verilerin bağlam yapılmasının veya bilimsel bilgilerle yorumlanmasının bir sakıncası olmamalıdır. Tam aksine bilimsel konularla ilgili ayetlerdeki delaletlerin anlaşılmasında bilimsel verileri bağlam yapılması, bu nevi ayetlerin daha iyi anlaşılmasına katkı da yapacaktır. Dolayısıyla ön yargı veya kalıp yargı ile bu tür yorumlara karşı olmak, en azından bardağın dolu tarafını inkar ederek sadece boş tarafını görmek anlamına gelecektir. Böyle bir yaklaşım tarzı ise ne bilim anlayışı ile ne de bilim ahlakı ile bağdaşır bir durumdur.

Bir başka ifade ile Kuranda araç değerler olarak algılanan ve anlamlandırılan olgulara ve olaylara ait bazı bilgilerin ; aynı zamanda olguları ve olayları inceleyen ve açıklayan farklı bilim dallarına ait bilgilerle benzeştiği, en azından konu birlikteliği içinde olduğu görülür. Bunun nedeni Kuranın kâinatı da, Kuran pasajlarını da ayet saymasıdır. Bir anlamda Kuran sözlü, kâinat ise fiili vahiydir. Bu olgudan hareketle, bir çok din-bilim adamının; Kuran-bilim ilişkisini ve uyumunu anlamaya, açıklamaya ve temellendirmeye çalıştığı görülmektedir. Nitekim Kuranda yer aldığı kadarıyla, ifade biçimi, bilimsel ifade biçiminden farklı da olsa bilimle konu veya bilgi benzerliği içinde olan bazı olguların ve olayların, Kuran tarafından “niçin?”inin, bilim tarafından ise “nasıllığının” açıklandığı bilinmektedir. Bir başka deyişle Kuran olgu ve olayların “niçin?” ini, bilim ise nasıllığını açıklar. Bu da O’nun; alansal, konusal, bilgisel ve kuralsal kuşatıcılığının, belli bir zaman, mekân ve coğrafya ile sınırlı olmadığını da gösterir.

 Neticede Kuranın bilimsel yorumuna veya Kuranın içeriğine yönelik farklı yaklaşımların ana sebebi, Kurandan değil, Kuran tasavvurumuzdaki veya Kuran algımızdaki farklılıklardan yada kalıp yargılarımızdan kaynaklandığı söylenebilir. Nitekim her bilim adamının bir Kuran tasavvuru ve bir Kuran algısı mevcuttur. Bu tasavvur ve algı, yukarıda zikrettiğim yaklaşımlardan birine ait olabildiği veya olabileceği gibi, bunlardan başka da olabilir. Burada önemli olan doğru bir Kuran tasavvuruna ve algısına sahip olabilmektir. Ama şu da bir gerçektir ki hangi tasavvurun doğru, hangi tasavvurun yanlış olduğunu gösteren bir ölçütümüz de yoktur.

 Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında bu yaklaşım tarzlarından hangisi, Kuran- bilim ilişkisini daha doğru yansıtmaktadır? Bu sorunun cevabı, hiç şüphesiz bu yaklaşım tarzları arasından yapılacak tercihe bağlı olacaktır. Ancak yapılacak bu tercihte, önyargılarımız veya kalıp yargılarımız mı etkin olacak? Yoksa aklınızın ve vicdanınızın sesi mi? Bu ikisinden hangisini öncelersek, tercihimiz de ona göre olacak demektir. Benim tercihim, altıncı ve sonuncu görüşün daha doğru bir tercih olacağı yönündedir. Zira bilgi birikimim, aklım ve vicdanım, hem Kuranda bu tür araç bilgilerin bulunduğunu hem de “bilgi objelerine uygunsa doğrudur”  tanımına uygun olarak bilimsel verilerle çatışmadığını söylüyor. Zira bu yaklaşım tarzı, yorumun doğruluğunu, yorumu yapanlarda değil de yorumun kendisinde aramayı öngörüyor. Bu da fundemantalist anlayış gibi gelenek ve tarihsel formları aşıp metnin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştırmıyor veya radikal anlayış gibi bilgi- iman özdeşliğine de sevk etmiyor.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim, on sekizinci yüzyıldan kalma pozitif bilim anlayışının etkisinde kalarak, Kuran- bilim ilişkisine toptan karşı çıkmanın da, bilimsel tefsirlerdeki rasyonalizasyon yorum örneklerine bakıp bazı ayetlerin bilimsel verilerle olan uyumunu açıklamayı reddetmenin de, Kuran’ın bilimsel i’cazını gösteriyor diye aklileştirilen bütün yorumları onaylamanın da doğru ve bilimsel bir yaklaşım olmadığına inanıyorum. Bu tür yaklaşımları, kategorik ve “ iki değerli mantık” sistemini öneren Aristo mantığına uygun fakat “çok değerli mantık”  anlayışına ters olduğunu düşünüyorum.

Kısaca her şeyi Kuranda arama ifratını da, Kuranda bilimsel bilgiye yönelik hiçbir şey yoktur deme  tefritini de doğru bulmuyorum Kuranın bilimsel yorumunda doğru olan yaklaşımın; ilgili ayetleri istinbatın veya istihracın bir objesi olarak değil de, anlamanın bir objesi olarak ele almanın ve önyargılardan uzak bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım tarzı olduğuna inanıyorum.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com