Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

KUR'AN VE SÜNNET'E GÖRE BİRLİKTE YAŞAMANIN TEMEL DİNAMİKLERİ

 

                                                                                                      Prof. Dr. Celal Kırca

 

Yüz'de ısrar etme, "Doksan da olur”

                                                                                      İnsan dediğinde, "Noksan da olur.”

                                                                                     Sakın büyüklenme, "Elde neler var”

         Bir ben varım deme, "Yoksan da olur”

 Hatasız Dost Arayan Dosttan da olur.

 Mevlana

 

Hararet nardadır, sacda değildir,

Keramet hırkada, taçda değildir,

Her ne arar isen kendinde ara

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.

 Hacı Bektaş Veli

 

 

GİRİŞ

 

 

İnsan sosyal bir varlıktır, bu nedenle tek boyutlu değil, çok boyutludur. Çünkü biyolojik, sosyal, kültürel ve ruhsal özelliklere sahip tek canlıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği de onun  bu fıtri yapısıdır. Bu fıtri yapı düalisttir. İnsan, bir yanda ilgi, sempati, sevgi, saygı, anlayış, ihsan, merhamet, onur, tevazu, af etme, adalet gibi olumlu  duygulara  sahip iken, diğer yanda antipati, kibir, kin, nefret, haset, gurur, öç alma gibi olumsuz  duygulara da sahiptir. İnsanın, sahip olduğu bu ve benzeri binlerce duyguların yanında ayrıca akıl, irade ve vicdan gibi yetileri de mevcuttur. Bu yetileri sayesinde insan, seçme hürriyetine sahiptir.

İnsan, eşini, işini, aşını ve dinini seçebilir. Ama anne babasını, akrabasını, cinsiyetini, ırkını seçemez. Çoğu zaman komşusunu ve iş arkadaşını da seçemez. İnsan bu kadar fıtri yetilere sahip olsa da fıtri yapısı gereği asla yalnız yaşayamaz ve daima birine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç onun için doğumundan ölümüne kadar değişmeyen bir olgudur. Doğumunda annesine muhtaç olduğu kadar, hayatında da ölümünde de birilerine muhtaçtır. İnsan için esas olan yalnız yaşama değil, insanlarla birlikte bir arada yaşamadır. Şayet birileri yalnız yaşıyorsa bu yalnızlık, mecburiyetten kaynaklanan bir durumdur yoksa fıtratının gereği olan bir yaşama tarzı değildir. Bu nedenle yaşlılıklarında anne babalarını yalnızlığa terk edenler, insanlığını bu açıdan da sorgulamalıdırlar. Yalnızlık asla istenilen ve arzu edilen bir durum değildir. Arzu edilen birlikte ve bir arada yaşamadır.  Bu nedenledir ki arazi yapısının  müsait olmadığı  yerler hariç, insanlar güven içinde  birlikte yaşamak için  evlerini   yanaşık düzen  şeklinde  yan yana  yapma  ihtiyacını  hissetmişlerdir.

 Nitekim insan kelimesinin, kendinden türediği” “üns” sözcüğünün anlamı da birlikte yaşamayı ön gören bir anlam içeriğine sahiptir. Zira üns, yakınlık, aşinalık , tanışıklık demektir. Bu “yakınlık” özünde hemcinsleriyle birlikte yaşamayı ifade eder. Ancak insanlardaki bu fıtri yapı aynı olsa da bu yapının nitelikleri ve kullanılması aynı değildir. Bu nedenle her insan, aynı zamanda biriciktir. Zira her insanın diğerlerinden farklı bir yanı mutlaka vardır.

Bu farklılık, aynı zamanda birlikte yaşamanın önündeki en büyük engellerden birini de oluşturur. Şayet bir kimse, kendisinin farklı olduğu hissine kapılır ve bu farklılığı sosyal ilişkilerinin merkezine yerleştirirse, birlikte yaşamanın önündeki en büyük engel  de yine kendisi olur. Buna karşılık insan, ilişkilerinde farklılıkları değil de ilke ve kuralları ölçüt alırsa, bir arada yaşama şansına sahip demektir. Bir başka deyişle bir kimse, ilişkilerinde “ben”i veya sülale, kabile, cemaat ve ideoloji anlamındaki “ biz”i değil de insan anlamındaki “ biz”i ve evrensel ahlaki değerleri ölçüt aldığında, bir arada yaşama imkanına kavuşmuş olur.

Zira her insan, seçtiği veya seçemediği kişilerle birlikte, bir mekanda, bir ortamda, bir yörede, veya bir ülkede yaşamak zorundadır. Fakat bu zorunluluk, insanların, aynı düşünce, aynı fikir, aynı inanç veya aynı kültür içinde olmasını da gerektirmemektedir. Her insanın fıtri yeteneği, bilgi bikrimi ve tecrübesi aynı olmadığı için, düşünce ve inanç farklılıklarının olması da gayet tabiidir. Bu nedenle her insanın bu gerçeğin farkında olması ve farklılıklarla birlikte bir arada yaşamayı öğrenmesi gerekmektedir.

Nitekim insanlar, tarih boyunca birlikte yaşamanın önemini ve zorunluluğunu kavradıkları için, birlikte yaşamanın kurallarını ve ilkelerini belirleme ihtiyacı hissetmişler ve bunun çabası içinde olmuşlardır. Böylece birlikte yaşamanın sorunlarını asgari düzeyde tutmak istemişlerdir. Peygamberlerin  bireylere değil de  toplumlara  gelmesinin önde  gelen sebeplerinden  biri de  budur.  Yaşanan tecrübeler, bu ilke ve kuralların, insanın fıtri yapısına, toplumsal dinamiklere ve dini kurallara göre tanzim edildiğinde, birlikte yaşama şansının arttığını, aksi durumlarda ise azaldığını göstermiştir. Bunun farkında ve bilincinde olan insanlar, kurallı bir hayatın, hem kendisi için hem de toplumun huzuru ve mutluluğu için gerekli olduğunu; kuralsız bir hayatın ise hem kendisi hem de toplum için kaos olduğunu, anarşi olduğunu, mutsuzluk ve umutsuzluk olduğunu çok iyi anlamışlardır.

Bu nedenle de “ en kötü kural, kuralsızlıktan iyidir” sözünü, kendileri için rehber edinmişlerdir. Bunun farkında ve bilincinde olmayan fertlerden oluşan toplumların ise, içler acısı durumları ortadadır. Her gün televizyonlarda izlediğimiz o acıklı manzaralar, bizim için birer ibret vesilesi olmalıdır. Seneler önce mezhep savaşlarıyla acı tecrübeler yaşayan Batının yaşadıklarını, maalesef bugün tarihten ders almayan Müslümanlar yaşamaktadır. Bu durum, aynı zamanda  Batının hedonist, egoist ve pragmatist anlayışlarına esir olup da, hasbiliği terk eden ve hesabiliği ise ilke haline getiren Müslümanların acıklı halini gözler önüne sermektedir. Çok acı olsa da yaşanan  gerçek  budur.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen bireyciliği bırakıp, bireyselciliği benimsediğimiz, ilke ve kuralara göre yaşama tarzını seçtiğimiz takdir de, birlikte yaşama kapılarının açık olduğunu da bilmek  gerekir.  Bunun için de yapılması gereken şey, birlikte yaşamanın ilke ve kurallarını tespit etmek, bunları benimsemek, içselleştirmek ve imkanımız ölçüsünde yaşamaya çalışmaktır. Bu ilke ve kuralları farklı şekillerde  farklı kaynaklardan tespit etmek mümkünse de,  biz  Kur’an ve Sünnetten yararlanılarak ortaya konan temel dinamiklerden söz etmek istiyoruz. Zira  bu dinamiklerin uygulamada  daha etkili ve başarılı olduğu görülmüştür. Bu temel dinamikleri ise iki kategoride ele almak  mümkündür:

Bunlardan birincisi, fıtri ve dini dinamikler, ikincisi ise hukuki kurallardır. Fıtri ve dini  dinamikler; tanıma, anlama, sevgi, saygı, hoşgörü ve iyilik yapma konularında odaklaşırken, hukuki kuralların, daha ziyade Kuranda yer alan bazı ilkelere ve Medine Sözleşmesine dayandığı görülmektedir.

Bu ilke ve kurallar, Müslümanlar tarafından öğrenilip içselleştirildiği dönemlerde birlikte yaşamanın temel dinamikleri olurken, maalesef günümüzde temel dinamik olma özelliğini yitirmiş bulunmaktadır. Bunun da temel nedeni, bu ilke ve kuralların yeterince bilinmemesi, bilenlerin ise bu kuralları yeterince içselleştirememiş olmalarıdır. Zira ilgi olmayınca bilgi, bilgi olmayınca da bilinç oluşmamaktadır. Bilinç haline dönüştürülmemiş bir bilginin eyleme dönüşme şansı  da yoktur. Eyleme dönüşmemiş bir kuralın alışkanlık haline gelmesi ise  mümkün değildir. Alışkanlıklarımız oluşmayınca da birlikte yaşamaya olan katkımız da yeterli olmamaktadır. Bu nedenle birlikte yaşamanın bilgi boyutunu oluşturan fıtri, ahlaki ve hukuki dinamikleri öncelikle bilmemiz, daha sonra da bunları içselleştirmemiz ve uygulamamız gerekmektedir.

I. Birlikte Yaşamanın Fıtri ve Dini  Dinamikleri

1. Tanıma (Tanışma)

Yüce Allah, insanları tek bir kalıptan çıkmış gibi aynı ölçüde ve özellikte yaratmış değildir. Bilakis farklı farklı yaratmıştır. Yüce Allah iradesini bu yönde kullanmış, insanları tek bir ümmet yapmamış, milletlere ve kabilelere ayırmıştır.

Yüce Allah bunu şöyle beyan etmektedir:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ خَبٖيرٌ

“Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek bir kadından yarattık, birbirinizle tanışmanız (Tearüf) için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, takva sahibi olanınızdır.” (Hucurat 49/13)

Bu farklılık, insanlar  arasında  bir çatışma ve ayrışma olması için değil, tam aksine birbirlerini tanımaları, birbirleri hakkında bilgi sahibi olmaları içindir. Ayetteki vurgu “tearüf”e yöneliktir. Tearüf, birbirini tanıma/ tanışma demektir. Arapçada örf, maruf, irfan, marifet, tearuf, arif, aynı kökten türeyen kelimelerdir. Bilme anlamından daha genel bir anlam ifade eder. Bir insan, bilgin olmayabilir ama arif olabilir. Arif olan da bilgin olmayabilir.

Tearüf ise;

1. Kimlik tanıması,

2. Kişilik tanıması şeklinde olur.

Kimlik tanıması, bir kişinin kim olduğunu bilmedir. Kişilik tanınması ise bir kişinin nasıl kimse olduğunu bilmedir. Kuranın asıl amacı, kimlikten ziyade kişiliğin tanınmasına yöneliktir. Zira ayette üstünlüğün millet ve kavim gibi kimlik tanımlarında değil de “takva”da olduğunun özellikle zikredilmesi, bunun bir göstergesidir. Bu nedenle tanıma, tanımak istediğimiz kişinin kim olduğu, hatta ondan öte nasıl bir insan olduğunu tanımamızdır.

Ancak tanıma kolay bir şey değildir. Birkaç aşamadan geçmedikçe o kişiyi tanıdığımız söylenemez. Tanımanın ilk aşaması, tebessümdür. Sonra sırasıyla bunu selam ve kelam (diyalog) takip eder.

Tebessüm etme, bir kişiyi tanımada ilk adımdır. Peygamberimizin “Mümin kardeşine tebessüm etmen sadakadır”.(Tirmizi, Birr,36) sözü, tanımanın ilk aşaması olan tebessümün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Selamlaşma ise tanımanın ikinci aşamasıdır. Selamın anlamı, “sana karşı bir tavır içinde değilim, seninle ilişki kurmak için konuşmak istiyorum” demektir.

Selamın iki fonksiyonu vardır: Birincisi “ benden sana zarar gelmez” demektir. İkincisi ise, “ emniyet, itimat ve muhabbet” e vesile olmasıdır. Böylece   söz kapısı güvenle açılırken, gönül penceresi de sevgiyle açılır.Nitekim  Hz. Peygamber’in şu sözü, başka bir söze hacet bırakmayacak kadar açık ve nettir:

İman etmeden Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de iman etmiş olmazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız.” (Müslim, İman: 17)

Selam, birlikte yaşamak için gerekli olan aşinalığın en önemli adımıdır. Zira tanışma selamla başlar, kelamla devam eder. Amaç birlikte yaşamak zorunda olan kişilerin yakınlaşmasını sağlamaktır. Selam, muhatabının yüzüne bakmadan, kaba bir sesle sanki ona taş atıp başını yaracak gibi ““selamün alayküm” demek değildir. Bilakis güler bir yüzle muhataba dönüp, tebessüm edip baş eğerek selam vermektir. Tokalaşmak da başını yana çevirip muhatabın yüzüne bakmadan elini uzatmak değil, göz göze gelip elini tutmaktır.

Selamdan sonra sıra kelama gelir. Kelam konuşma demektir. Bu konuşma sıradan rasgele bir konuşma değil, biri konuşurken diğerinin dinlediği; diğeri konuşurken de ötekinin dinlediği bir konuşmadır. Bunun adına “diyalog” deniliyor. Yoksa biri konuşurken diğerinin de konuştuğu ve birbirlerini dinlemedikleri çift kişilik monoluk değil.

Diyalog tanımayı ve bilgi sahibi olmayı sağlayan en önemli yöntemdir. Zira diyalogda, dinleme vardır. Dinleme ise iradeli bir tavırdır. Herkes duyar ama dinlemeyebilir. Dinleme, tanıma amaçlı olduğunda tanıma şansı daha artar. Yoksa dinler gibi yapmak, ya da hata aramak için dinlemek, aslında tanımamak için çaba göstermek demektir.

Yüce Rabbimizin;

 

فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى

 

“Ona yumuşak sözle ve tatlı dille hitap edin. Belki düşünür ya da korkup çekinir”. (Taha.20/44) sözü, bu diyalogun nasıl olması gerektiği konusunda bize yol göstermektedir. Diyalogun ilk şartı, karşımızdaki insanı önyargısız dinlemektir. Böyle bir dinleme sayesinde o kişiyi tanıma imkanımız olur. Tanıma aynı zamanda o kişi hakkında bilgi sahibi olma demektir.

 

 Yüce Rabbimiz bize         وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌ     “hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşüp gitme” (İsra,17/36) der. Önyargının ana sebebi de bu ilkeye uyulmamasındandır. Zira bu ilkeye uyulmaması halinde söylediğimiz her şey, zan demektir. Bir çok  zannın günah olduğu ise hepimizin malumudur. Bizim görevimiz,  insanlar hakkında  zanda bulunmak, onları sorgulamak ve yargılamak değil değil, tanımaya ve anlamaya çalışmaktır.

 Bizler “ münker ve nekir” melekleri değiliz ki, insanları sorgulayalım. Bize Allah tarafından verilmiş bir “yargıçlık” görevi de yoktur ki insanları yargılayalım. Zira Allah hiç kimseye kendi adına yargılama görevi vermemiştir. Biz Allah adına iş yapamayız. “Allah adına” iş yaptığımızı söylemek Allah’a iftira olur. Zira Allah hiç kimseye kendi adına iş yapma yetkisi vermemiştir. Biz ancak “Allah için” iş yaparız. Allah için iş yapmak ise, ancak Allah’ın koyduğu kurallara göre iş yapmakla mümkündür. Kendi kurallarımıza göre iş yapıp da Allah için iş yaptığımızı söylemek, Allah’a iftira etmenin bir başka çeşididir. Bunu da bedelinin ne kadar ağır olduğunu, insana yapılan iftira bedelinden anlayabiliriz. Hz. Aişe’ye yapılan iftira için Allah’ın on ayet indirdiğini ve bu ayetlerde iftiranın ne kadar kötü ve çirkin bir iş olduğunu söylemesi, Allah’a yapılacak iftira hakkında bize bir fikir vermeye kafidir.

 Tanımanın ana ölçütü ise, kişinin konuştukları ile yaptıklarının aynı olup olmadığını gözlemlemektir. Bir başka ifade ile söz ve davranış uygunluğunu gözlemek, insanı en iyi tanıma yoludur. Yüce Rabbimiz sözü ve özü bir olmayanları şöyle kınamaktadır:

 

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ

كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللّٰهِ اَنْ تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ

 

“Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir gazap nedenidir.” (Saf, 61/2-3)

Hz. Ömer’in şahitlik için istediği, komşuluk yapmış olma, alış veriş yapmış olma ve yolculuk yapmış olma kriterleri bize bu konuda yol göstericidir.

Tanımamanın veya tanımak istememenin önündeki en büyük engel ise ön yargılarımızdır.  Önyargı, peşin hükümlü yargılama demektir. Tanımadan, anlamdan bir kişi hakkında olumlu veya olumlu karar vermek demektir. Önyargı, duygularımızın, kalıp yargı ise düşüncelerimizin etkin olduğu bir davranıştır. Bu nedenle önyargılı olmamak için duygularımızı, kalıp yargılı olmamak için de düşünce tarzımızı sorgulamamız gerekmektedir.

 

 

        2. Anlama

Anlama, bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak, vakıf olmak demektir. Bir insanı anlamanın ilk şartı da onu can kulağı ile dinlemek, sonrada empati yapmaktır. Empati, Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, o insanın sözlerini, eylemlerini yargılamadan anlamaya çalışmak, olaylara onun bakış açısıyla bakmaktır.

Empati kurabilmek için mutlaka karşımızdaki insanın karşılaştığı olayları yaşamamız gerekmez. Ayrıca o kişiyi anlamak, onun yaptıklarını kabul etmek ve onaylamak anlamına da gelmez. Onun yaşadığı olaylarda kendimizi görebilmek¸ kendimizi onun yerine koyup¸ onun duygularını anlayıp¸ onun bakış açısıyla bakmak demektir. Burada asıl olan¸ olayları yaşamak değil¸ o kişiyi doğru olarak anlamaktır. Hz. Aişe’ye yapılan iftira sebebiyle nazil olan şu ayetler, empatinin ne kadar önemli ve hayati bir uygulama olduğunu bize açıkça göstermektedir:

 

 

 

لَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هٰذَا اِفْكٌ مُبٖينٌ

 

“Onu işittiğinizde, erkek ve kadın müminlerin birbirleri için iyi zanda bulunup, "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?" (Nur,24/12)

 

اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظٖيمٌ

 

“Siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiçbir bilginiz olmayan o sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında pek büyük bir vebaldir” (Nur, 24/15)

 

وَلَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَا سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظٖيمٌ

 

“Onu işittiğiniz zaman, "Bunu konuşmamız bize yakışmaz, hâşâ, bu, büyük bir iftirâdır." demeniz gerekmez miydi? (Nur, 24/ 16)

Peygamberimizin şu sözleri de empatinin önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir: “Komşuna ihsanda bulun, mü'min ol. Kendin için istediğini başkaları için de iste, Müslüman ol!." [Tirmizi, Zühd 2, (2306)

"Hiçbiriniz kendisi için istediğini, mü’min kardeşi için istemedikçe gerçek iman etmiş olamaz." (Buhârî, Îmân, 7)

Anlamanın önündeki en büyük engel ise, kalıp yargılarımızdır. Kalıp yargı, bir düşünce veya inancı belli bir düşünce kalıbı ile yargılamak demektir.

Tıpkı pasta kalıpları gibi, zihnimizde oluşan kalıplarımız mevcuttur. Elde edilen bilgiler bu kalıplara dökülür ve o kalıpların şeklini alır. İlk bilgiler genellikle doğru kabul edildiğinden, sonradan öğrenilen bilgiler, bu kalıplara uyuyorsa doğru, değilse yanlış kabul edilir. Bu nedenle bize söylenen fikir ve düşünceleri, peşinen yargılayarak ret etme yerine, onu anlamaya çalışıp ondan sonra bilerek ret etme ya da kabul etme yolunu tercih etmek gerekmektedir.

 

3. Sevgi

Sevgi, “İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu” diye tanımlanır. Bu her bireyde var olan fıtri bir duygudur

Sevgi, fıtri bir duygu olmakla birlikte yönlendirilmeye ve geliştirilmeye müsait bir duygudur Bunun için de yönlendirilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Her insan kendisiyle aynı fikir ve düşüncede olan kişileri daha çok sevme temayülündedir. Ancak bu farklı düşüncede olanları sevmememiz anlamına gelmez. Bir kişinin düşüncesini benimsemesek de, onu bir insan olarak sevebiliriz. Çocukluk yıllarımızdaki arkadaşlarımızın, düşüncelerini benimsemesek de, onları bir arkadaş olarak sevmeye devam etmemiz, bunun bir göstergesidir. Tıpkı bunun gibi, bir arada yaşadığımız insanları da, düşüncelerini benimsemesek de bir insan olarak onları sevebiliriz. Bunun da temel şartı, o insanları, olmaları gerektiği gibi değil, oldukları gibi kabul etmektir. Bir insanı olduğu gibi kabul etmek, ona değer verdiğimizi göstermek demektir. Kendisine değer verilen her insan, kendisine değer vereni sever.

Bir kişiyi sevmek de yeterli değildir, ayrıca bu sevgiyi ona göstermek de gerekir. Hayat aslında çok kısadır. Bu kısa hayat içinde neden sevgimizi başta anne babamıza, kardeşlerimize, eşimize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, bütün insanlara ve hatta bütün canlılara göstermiyoruz? Bunlardan her biri, bir bakıyorsun bugün var yarın yok. Sevgimizi onlara göstermek için yarını niçin bekleyelim?

Zira yarın çok geç olabilir. İnsan, elinde olanın kıymetini, elinde iken bilmelidir. Elden çıktıktan sonra onun kıymetini bilmek, çok geç kalınmış bir itiraf olmaz mı?

“Sağlığında nice ehl-i hünerin,

Bir tutam tuz bile yoktur aşına,

Öldürüp evvel onu açlıktan,

Sonra bir türbe dikerler başına”

diyen şairin hicvettiği bu davranış türü değil midir?

Hayatta iken anne ve babamıza, eşimize, dostumuza, kardeşlerimize, arkadaşımıza “seni seviyorum” demek çok mu zor geliyor? Neden “seni seviyorum” diyemiyoruz? Oysa Hz. Peygamber’e izafe edilen bazı rivayetlerden sevdiklerimize sevgimizi söylememizin tavsiye edildiğini öğrenmekteyiz.

Eğer mutlu ve huzurlu olmak istiyorsak kendimizle barışık olmak zorundayız. Bunun için de önce kendimizi sevmemiz gerekir. Kendimizi sevebilmemiz için de kendimizi tanımamız gerekmektedir. Kendisini tanımayan insan, kendisini de sevemez. Kendisini sevemeyen kişi, başkalarını da sevemez  Ancak bu sevgiyi “narsist” bir tavra da dönüştürmememiz gerekir.

Aile, sevgiyi elde etmek için en ideal bir ortamdır. Sevgi öyle güçlü bir duygudur ki, sadece aileyi kurmakla kalmıyor, aynı zamanda devamını da sağlıyor. O nedenle sevgi, hem ailenin kurcu bir unsuru hem de devam ettirici bir unsuru oluyor.

Bir gün Hz. Peygamberin yanında bir adam geldi ve onunla konuşmaya başladı. O esnada yanlarından biri geçip gitti. O adam, "Ey Allah'ın Resulü! Ben şu geçen adamı Allah rızası için seviyorum." dedi. Efendimiz de " “Kendisine bunu söyledin mi?" diye sordu. O adam da "Hayır! Söylemedim " dedi. Peygamberimiz bunun üzerine "O adama sevdiğini söyle!" dedi. O adam Hz. Peygamberin yanından ayrılarak geçip giden adamın peşinden gitti ve ona yetişti. Sonra da ona "Seni Allah için seviyorum!" dedi. Adam da, "Kendisi adına beni sevdiğin Zât (cc) da seni sevsin!" diye mukabelede bulundu." (Ebu Davud, Edeb, 12)

Sevginin ölçütünü ise Hz. Peygamber şöyle tanımlar:

“Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr, 60) Sevgisizliğin en önemli nedeni ise nefrettir. Nefretinin esiri, kulu ve kölesi olmak ise bir Müslüman’a asla yakışmayan bir tavırdır.

 

4. Saygı

Saygı “değeri üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram, başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu” olarak tanımlanır. Saygı duymak, aynı zamanda birine değer vermeyi de ifade eder

Bu nedenle insanlar arası ilişkilerde, özellikle de aile içi ilişkilerde saygının önemi ve değeri asla küçümsenmemelidir. Bir ailede sevgi olsa da şayet karşılıklı saygı kalmamış ise, o ailenin uzun ömürlü olması düşünülemez. Zira saygının olmadığı bir yerde, aşağılanma, horlanma ve alay etme gibi olumsuz duyguların öne çıktığı görülür. Bunlar da saygıyı yok eden etkenler arasında yer alır. Saygı yoksa orada huzur da yoktur, birliktelik de yoktur.

Nitekim Hz. Peygamberin Kuranda övülen en bariz vasıflarından biri de, O’nun yumuşak bir tavır içinde olması ve buna bağlı olarak da insanların O’ndan uzaklaşmamasıdır. “Allahın rahmetinden dolayı seni onlara karşı yumuşak davrandın, şayet kaba ve katı olsaydın onlar etrafından dağılıp giderlerdi” yeti bu gerçeği ifade eder.

Aynı kural, aile içi ve dışı ilişkiler için de geçerlidir. Zira buradaki davranış türü, evrensel bir nitelik arz eder. Kuran, Hz. Peygamber’in karşında ses tonunu yükseltmeyi bir saygısızlık göstergesi olarak tanımlar. Bu kurallar, sosyal ilişkilerimizde geçerli olduğu kadar, aile içi ilişkilerde de geçerli kurallardır. Ayetlerin formu, her ne kadar Hz. Peygamberle irtibatlı ve sınırlı olsa da, normu yani yumuşak davranma ve saygı gösterme kuralı, evrensel bir nitelik arz etmektedir.

Korunma ve sakınma anlamında kullanılan “takva” sözcüğündeki, saygı ve sorumluluk bilinci içinde hareket etme anlamlarını da dikkate aldığımızda, saygıyı ifade eden veya saygı anlamını içeren bir çok ifadenin Kuran’da yer aldığını görürüz.

Nitekim Lokmanın oğluna olan öğütleri arasında anne-babaya karşı gösterilmesi gereken saygının güzel bir örneğini buluruz. Ayette “Biz insana ana-babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Bana ve ana babana teşekkür et diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Şayet anan ve baban seni bana karşı körü körüne ortak koşmaya zorlarlar ise, onlara itaat etme, fakat dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy” (Lokman,31/15) denilmektedir.

Ayette geçen “dünya işlerinde onlarla güzel geçin”  ifadesi,  özellikle anne-babaya karşı dünyaya işlerinde saygısızlık yapılmamasını öğütler.

Ayrıca “Rabbin yalnız kendine tapmanızı ve ana-baya iyilik etmenizi emretmektedir. Eğer ikisinden biri, veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olurlarsa, onlara karşı “öf” bile deme. Onları azarlama, onlara saygı göster. İkisine de tatlı söz söyle” ayeti, ayrıca saygının dini bir kural olduğunu gösterir. Çünkü azarlama ve kızdırma, karşındakine değer vermeme demektir. Değer vermeme, horlama ve azarlama ise, bir saygısızlık göstergesidir.

Kur’an’da

وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً

“kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler” (Bakara,2/83) buyrulmaktadır.

 Bu kural, aile içi davranışlar da dahil bütün davranışlarımız için de genel geçer bir kuraldır. Çünkü güzel söz, saygıyı simgeler. Bir başka ifade ile söyleyecek olursak, sevgi içe dönük olduğu halde, saygı dışa, yani davranışlara dönüktür. Bu demektir ki, eşler sevgilerini ve saygılarını aynı zamanda yaşayarak da gösterecektir. Eşlerin birbirlerine karşı gösterecekleri karşılıklı sevgi ve şefkat, ailenin diğer fertlerine de sirayet edecek, dolayısıyla aile, sağlıklı bir kurum olarak varlığını sürdürecektir.

İnsanlar arası ilişkilerdeki saygının birkaç alanda yoğunlaştığı görülür: Bunlar, yaşama hakkına saygı, düşünceye saygı, inanca saygı, insan onuruna saygı, mülkiyet hakkına saygıdır.

Yaşama hakkı ile ilgili şu örneği vermek yeterli olacaktır: Resûlullah, Abdullah b. Ebu Hadret’i ve üç arkadaşını Batn-ı İdâm denilen yere göndermişti. Oraya varınca Âmir b. el-Edbat el-Eşcaî adında bir şahsa rastlamışlardı. Adam, kendilerine İslâmî usulle selâm verip gitmişti. Ancak adam atlı idi ve atında yiyecek bulunuyordu. Grupta bulunan Muhallim b. Cessâme, atına ve yiyeceklerine tamah ederek o adama saldırmış ve öldürmüştü. Bunu yaparken de, O'nun selâmı samimi olarak vermediğine hükmetmişti. Seferden dönünce bu olayı, Hz. Peygamber'e anlatmışlardı. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu.

يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اِذَا ضَرَبْتُمْ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ اَلْقٰى اِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللّٰهِ مَغَانِمُ كَثٖيرَةٌ كَذٰلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبٖيرًا

 

"Ey inananlar, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek, sen mü'min değilsin, demeyin. Çünkü Allah'ın yanında çok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz. Allah size lütfetti de imana geldiniz. O halde iyice anlayın da peşin hüküm vermeyin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisâ, 4/94)

İnanç ve düşünceye saygıyı ise yaşadığım örnekle sunmak istiyorum:

İstanbul Zeytinburnu’nda bulunan Ermeni hastanesinde Garbis Aşıkyan isminde bir doktor vardı. Annem ona tedavi olmuştu. Bu doktor zaman zaman annemin dizine bazen de beline ağrı kesici iğneler vururdu. İğneler periyodik olarak yapılırdı. Bir defasında iğne vurma tarihi ramazan ayına denk gelmişti. Annemle birlikte hastaneye gittiğimde, doktorun ameliyatta olduğunu öğrendik. Ameliyat uzun sürdüğü için doktor muayenesine geç geldi. Bizden önceki hastalarını muayene ettikten sonra sıra bize geldi ve içeri girdik Nerdeyse akşam oluyordu. Doktor iğneyi hazırlarken içeri bir müstahdem yemek getirdi. Doktor, müstahdeme “ yemeği geri götür.,burada oruçlu insanlar var” dedi. Ben söze karışarak “olsun biz sizi biliyoruz, bu ana kadar bekledik.Biraz daha bekleriz” dedim. Onun cevabı “ sizin bilmeniz önemli değil, benim sizin karşınızda yemek yemem size ve dininize saygısızlık olur, ben bu saygısızlığı kendime yakıştıramam” oldu. “ bu zamana kadar bekledim biraz daha beklerim.” demişti. İşte inanca saygı budur.

 Bir diğer örnek de şu: 1962-63 yıllarıydı. Espiye Lisesinde ders vermek üzere Amerika’dan barış gönüllüsü olarak Tina isminde genç bir kız gelmişti. Dayımların evinde pansiyoner olarak aklıyordu. Ramazan ayında okuldan eve geldiğinde yemeği bizim yanımızda değil, odasına çekilir orada yerdi.

 Babam bir ara marangozluk yaptı. Daha  İmam-Hatip Okuluna gitmemiştim Yanında bulunuyordum. Bir keresinde benden keseri istedi. Ona verdim. O da keserle bir ağacı yonttu. Bana kesere dikkatlice bak yongalar hangi tarafa düşüyor? dedi. Sonra testereyi getirmemi istedi. Testere ile odun kesmeye başladı. Bana testereye iyi bak tozlar hangi tarafa gidiyor? dedi. Sonra da rendeyi getirmemi istedi. Onunla bir tahtayı rendelemeye başladı. Bana rendeye iyi bak yongalar nereye düşüyor dedi. Bende onun her yaptığına dikkatlice baktım.

Daha sonra bana, bak oğlum keser yongayı hep benden tarafa attı. Testere tozu bir öte bir beri attı. Rende ise yongayı karşı taraf attı. Hayatta tıpkı bunun gibidir. Sen keser olup her şeyi kendine yontma, testere gibi ol, o zaman adil olursun. Rende gibi olmak çok zordur. Bu başkasını kendine tercih etmenin adıdır. Demişti. Seneler sonra ben rende olmanın dindeki karşılığının “ isar” olduğunu, savaşta su dağıtan bir sahabenin yaşadıklarını okuduğumda anlamıştım.

Hz. Peygamber’in dilinden birkaç öğüt sunmak istiyorum:

“Saçı sakalı ağarmış yaşlı Müslüman'a saygı gösterip ikram etmek, Allah'a saygıdandır”.(EbuDavud," Edeb 23)

“Küçüğümüze şefkat göstermeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen, bizden değildir" (Tirmizi, Birr, 15)

Hz. Peygamberin bir Yahudi’nin cenazesi için ayağa kalkmıştı, O Yahudi’dir dediler, Hz. Peygamber de “ o insan değil mi? demişti.( Ahmed b. Hanbel, Müsnet, Mısır,1895,6/6)

 Saygısızlığın nedeni ise, tekebbürdür, insanın egosudur. Bu ise Kuranın şiddetle yerdiği bir davranış türüdür.

1965 yılında hatıra defterime insanların birlikte yaşamasının yollarını gösteren ilkelerle ile ilgili olarak şunları yazmışım. Ancak bunları nereden aldığımı ise yazmamışım:

1. Münakaşa etmemek, en büyük münakaşayı kazanmaktır.

2. Başkalarının düşüncelerine saygı gösteriniz

3. Yanlışınızı derhal kabul ediniz ve bunu süratle yapınız.

4. Her hangi bir söze dostça bir dil ile girişiniz.

5. Başkalarının size “evet evet” demesini temin ediniz.

6.  Sözün çoğunu muhatabınıza bırakınız.

7. Bir fikrinizin başka tarafın da benimsemesine ehemmiyet veriniz.

8. Bir meseleyi başkasının gözü ile de görmeye alışınız ve bunu samimiyetle yapınız.

9. Başkalarının düşünce ve arzularına sempati gösteriniz.

10. İnsanların asil duygularına hitap ediniz.

11. Düşüncelerinizi canlı bir şekilde ortaya koyunuz.

12. İnsanları, meziyetlerini ortaya koyduracak şekilde teşvik ediniz.

 

5. Hoşgörü/Müsamaha/Tolerans

Hoş, Farsça bir kelimedir. Güzel, tatlı, latif, duygu okşayan, zevk veren, beğenilen demektir.

 

“Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü,

Yaratılanı hoş gör,

Yaratan’dan ötürü”. Yunus Emre

 Hoşgörü, kayıtsız kalma, aldırış etmeme, gevşek davranma demektir. Arapça karşılığı müsamahadır. Tolerans da aynı anlamda kullanılmaktadır. Ancak toleransta tahammül etme, katlanma anlamları da bulunmaktadır. Hoşgörülü insan konulara ve sorunlara şartsız bakabilendir Hoşgörünün karşıtı hor görmedir.  Hor görmenin sebebi ise kin nefret, intikam duyguları ve narsis bir tavırdır.

Hz. Peygamber, şöyle buyurur:

ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ كُلُّ

“Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tövbe edenlerdir.(Tirmizî, Kıyâme, 49) Bu sözün anlamı herkesin hata yapabileceği, hatasız bir insanın olmayacağıdır. Herkes hata eder, herkes günah işler, ancak insanlar,   hata ve günahların niceliğinde ve niteliğinde farklılık  gösterirler. Bir başka ifade ile herkes ayın hatayı ve aynı günahı aynı miktarda işlemez.

 Bu nedenle kendi kusur ve hatalarımızı dikkate almadan başkalarının hata ve günahlarını dikkate almak yanlış bir tavırdır. Atalarımız bu durumu  “gözündeki çöpü görmeden başkalarının gözündeki merteği görme “ olarak tanımlar. “Hem kel hem fodul” sözü de bu anlamda söylenmiş bir sözdür. Bu bakımdan hoşgörülü olmak, Peygamberimizin bir sünnetidir. Hoşgörünün en önemli tezahürü, öfke kontrolü yapmaktır. Kendisine yapılmasını istemediği bir davranışı, kendisinin bir başkasına yapmamasıdır. Bir diğeri ise kendisine yapılan olumsuz bir davranışı affetmektir.

 Yüce Yaratıcının davranışlarını övdüğü insanlar arasında, öfke kontrolü yapanlarla, kendilerine karşı hata eden insanları affederleri özellikte zikretmesi, bu iki hasletin ne dar önemli olduğunu göstermektedir.

 Hz. Peygamber, sahâbeyle birlikte Mescid-i Ne-bevî’de sohbet ederlerken bir bedevî çıkagelir. Bir süre sonra bu adam mescidin bir tarafına idrar etmeye başlar. Oradakiler, dur, yapma diyerek adama engel olup onu dövüp mescitten uzaklaştırmak istediler. Allah Resulü: “Adamı bırakın, idrarını kestirmeyin” buyurdu. Adam, ihtiyacını giderdikten sonra Rasûlüllah ashâbına: “Gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökünüz; su, o pisliği alıp götürür, orası da temizlenir” buyurdu.

Ashâbtan birine de o bedevîyi çağırmasını istedi. Bedevî yanına gelince onu dizlerinin dibine oturttu. Gayet yumuşak bir ifadeyle: “İdrar ve pislik cinsinden şeyler bu mescitlere yakışmaz. Buralar, ancak, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır” diyerek kendisine mescidin fonksiyonunu anlattı.

Hz. Peygamber’in bedevîye karşı olumsuz davranışta bulunulmasına müsaade etmemesi, ortaya çıkan problemi hoşgörü çerçevesinde çözmeye çalışması, insanlar arası sağlıklı iletişimin kurulmasına önemli katkısı vardır

 

            Mekke’deki mücadelesinde yalnız kalan Hz. Peygamber’in Taif’e gittiği hepimizin malumudur. Taif’teki Sakif kabilesinin önde gelenleri, Peygamberimizi dinlemedikleri gibi taşlatmışlardı. Kan revan içinde bir bağ evine sığındığında Hz Peygamber: “Allah’ım bunları bağışla çünkü bunlar bilmiyorlar” demişti.

 

Hz. Peygamber’in büyük kızı Zeynep’i Hicret esnasında, hamile olmasına rağmen iterek düşürüp çocuğunu kaybetmesine, hatta bu hastalıktan vefatına sebep olan Hebbar İbn Esved’i, bile Allah Resulü affetmiştir. Hebbar ibn Esved korkusundan İran’a kaçmayı düşünmüş, fakat daha sonra Hz. Peygamberin huzuruna gelerek af dilemişti. Hz. Peygamber de onu af etmişti.

Uhut savaşında sevgili amcası Hz. Hamza’yı katleden Vahşi, yıllarca kaçmış, sonunda Allah Resulüne gelerek af dilemişti. Karşısında Vahşiyi gören Allah Resulü, mübarek gözlerinden yaşlar boşanarak amcasını hatırlamış ve affettim ama gözüme fazla görünme buyurmuşlardı. Yine aynı vahşete ortak olan Hint’i de Mekke’nin fethi günü affetmiş ve yaptıklarının hiçbirini ondan sormamıştı.

Zira Hz. Peygamber,

 

 وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ

 

“Öfkesini yenenler ve insanları affedenler”(Al-i İmran,3/134) ayetinin gereğini yapmış, öfkesini yenmiş ve onları affetmişti.

 Zira kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil iman sahibi olduğunu gösterir. Beşerî ilişkilerde daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak, bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın müminlere yakışan güzel hasletlerden olduğunu unutmamak gerekir. Yüce Rabbimiz  bu nedenle  Hz. Peygamberi  şöyle  övmüştü:

“Allâh’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. İşini onlara danış, karar verince de Allah´a dayan; çünkü Allâh kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

Hatıra defterime insanları darıltmadan ve üzmeden değiştirmenin yolları ile ilgili olarak da şunları yazmışım:

1. İnsanları methetmek ve samimi takdirlerde bulunmakla söze başlayınız.

2. Başkalarının hatalarını bilvasıta gösteriniz.

3. Başkalarının hatalarını tenkit etmeden evvel, kendi hatalarınızdan bahsediniz.

4. Doğrudan doğruya emir verme yerine, sualler sorunuz.

5. Başkalarının izzet-i nefsini koruyunuz.

6. Her insanda gördüğünüz en cüz’i salahı ( en küçük doğruyu) takdir ediniz ve bunu samimiyetle yapınız.

7. Başkalarına kıymet veriniz ve o kıymeti yaşatınız.

8. İnsanları teşvik ediniz, hatayı düzeltip gösteriniz.

9. Başkalarına yaptıracağınız işleri sevdire sevdire yaptırınız.

Aile hayatımızı daha bahtiyar edecek kaidelerle ilgili olarak da şunları kaydetmişim:

1. Üzüntülere ve dırıltılara meydan vermeyiniz.

2. Hayat arkadaşınıza usanç vermeyiniz.

3. Kırıcı tenkit yapmayınız.

4. Samimi tenkitleri unutmayınız.

5. Küçük dikkatleri ihmal etmeyiniz.

6. Eşinize karşı sevgi ve saygı gösteriniz.

7. Evliliğin cinsiyet bahsine dair kitaplar okuyunuz.

 

 

6. Kötülüğe Karşı İyilik yapma

 Merhum A.F. Başgil, “ İyiliğe karşı iyilik adalettir. İyiliğe karşı kötülük cinayettir. Kötülüğe karşı iyilik, ihsan ve atıfettir. Bu nedenle insanı yaşatan ve mutlu eden iyiliktir” der.

Yüce rabbimiz şöyle buyurur:

 

وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتٖى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذٖى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖيمٌ

وَمَا يُلَقّٰیهَا اِلَّا الَّذٖينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقّٰیهَا اِلَّا ذُو حَظٍّ عَظٖيمٍ

 

“İyilikle kötülük asla bir değildir. Sen kötülüğe iyilikle karşılık ver. O zaman sana düşman olan kişinin, seninle samimi bir dost olduğunu göreceksin. Fakat bu fazilete ancak sabredenler ve bundan büyük haz duyanlar erişebilir” (Fussilet 41/34,35.) Ayetin devamında ise buna engel olmak için şeytanın büyük çaba harcayacağı anlatılmakta, bu durumda Allah’a sığınılarak ondan yardım talep edilmesi istenmektedir.

Büyük mekanlar ve mevkiler, insanları büyük yapmaz; sadece büyük gösterir. Büyük insan olabilmenin pek çok yolu olabilir. Ama bunlardan biri ve belki de en önemlisi, yapılan kötülüklere karşı iyilik yapabilmektir. Atalarımızın “Kötülüğe karşı kötülük her kişinin karıdır, kötülüğe karşı iyilik er kişinin karıdır” sözü, bu bağlamda çok anlam ifade etmektedir.

Kötülüğe karşı, ya misliyle karşılık verilebilir, ya affedilir, ya da İyilikle karşılık verilir. Yani taş atana taş atmak kolaydır. Taş atanı af etmek zordur. Af etmekten daha zoru ise, kötülük yapana iyilik yapmaktır. Nefis, daima kendisine yapılan kötülüğe karşı, kötülükle karşılık verilmesini ister. Ancak Yüce Rabbimizin istediği bu değildir. Onun istediği af etmekten de öte kötülüğe karşı iyilikle karşılık verilmesidir. Çünkü kötülüğe iyilikle karşılık vermek, nefsin azgınlığını törpüler. Onu iyiliğe yöneltir. Kötülüğün alevini söndürür. Şeytanın kışkırtmasını bertaraf eder. En sonunda kötülüğü savar. İyilik sadece maddi yardım yapmak değildir. İyilik her konuda ve her alanda yapılan bir eylemin adıdır.

Genellikle her filimde iki karakter bulunur. Bunlardan biri iyi, diğeri ise kötüdür. Bir filmin kalitesi ise kötü adamın kalitesiyle doğru orantılıdır. Bir filimde kötü karakter yoksa o film, sıradan bir filimdir. Filimde kötü adam var ise, ve yaptığı kötülüklerle de zirveye yaklaşmış ise, o film kalitelidir Neticede filimdeki iyi karakter, kötü karakterle mücadele etmiş ve onu yenmiş olur. İyi karakterin değeri ise kötü adamın yaptığı kötülükle doğru orantılı olarak ortaya çıkar.

              Bir insan hayatı da tıpkı bir film gibidir. İnsanda kötü adamı nefis, iyi adamı ise vicdan temsil eder. Nefis, şeytandan, vicdan ise akıldan destek alır. İrade ise sadece tercih yapar. Her konuda nefis ile vicdan daima çatışma halindedir. Zira  nefis, Hz. Yusuf’un diliyle kötülüğü  emreder.  Vicdan  ise  daima iyiden,  güzelden ve doğrudan yanadır. Burada asıl görev, iradeye düşmektedir. İrade şeytanın desteklediği nefsi mi tercih edecek, yoksa vicdanın yardım aldığı aklı mı tercih edecek?  Yüce Yaratıcı  nefsin arzularına   uymayı  onun tanrılaştırma olarak  anlatır. (Furkan,25/43) Hz. Peygamber ise  kendisine iyilikle kötülüğün ne olduğunu  soran bir sahabiye, “İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler seni onaylasalar bile, gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir." (Dârimî, Büyû', 2) diye  cevap verir.

      Asıl  sorun, insanın neyi nasıl tercih edeceği ile ilgilidir.  Doğru tercihlerde  bulunabilmesi için her  insan, vicdanını aklıyla desteklemek, aklını ise bilgiyle  donatmak zorundadır. Bir başka ifade ile insan, aklını bilgi ile besleyerek vicdanına yardım etmelidir ki, vicdanı her zaman galip gelebilsin. Hz. Peygamber’in “ büyük cihat” dediği de işte budur.

           Ne var ki çağımızın insanı bilgi eksikliği nedeniyle aklını kullanma yerine, şeytanın desteklediği nefsini daha fazla dinlemekte ve yanlış tercihlerde bulunmaktadır. Bu sebeple iyiliği, bireysel iyilik yani ‘kendine iyilik’ olarak algılamaktadır. Günümüz insanı, iyilik denildiğinde çoğu zaman kendisinin faydasına ve menfaatine olan şeyleri anlamaktadır. Bunun adı ise iyilik değildir, adı üzerinde fayda ve menfaattir. Bununda sebebi, bireycilik yani egoizmdir. Biz anlayışının, yerini ben anlayışına bırakmasıdır.  Günümüzde bireycilik, bireyselciliğin yerini almış ve  birlikte yaşama anlayışı da büyük oranda erozyona uğramıştır.  Bundan kurtulmanın yolu, ise ben anlayışı kadar, biz anlayışını da geliştirmek, hesabilikten kurtulup  hasbiliğe dönmektir. Kendi çıkarımız için değil, Allah için iş yapmamızdır.

Bir gün ashap, Peygamberimize Hz. Ali’yi niçin çok sevdiğini sormuştu. Hz. Peygamber o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali’yi çağırmaya birini gönderdi ve orada bulunanlara da sordu:

Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse ne yaparsınız? Onlar da cevap verdiler:

“Yine iyilik yaparız.”

“Yine kötülük yapsa?”

“Biz yine iyilik ederiz.”

“Yine kötülük yapsa?”

Ashap cevap vermedi, başlarını öne eğdiler. Bunun anlamı, kötülüğe kötülükle mukabele etmesek bile, iyilik yapmaya devam etmeyiz, demekti.

Bu sırada, Hz. Ali o meclise geldi. Rasûlullah Hz. Ali’ye sordu:

“Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne yapardın?”

“Yine iyilik ederdim.”

“Yine kötülük yapsa?”

“Yine iyilik yapardım.”

Hz. Peygamber bu soruyu tam yedi defa tekrarladı. Hz. Ali, yedi defasında da “Yine iyilik ederdim.” diye cevap verdi. Ashap: Ya Rasûlallah, Ali’yi neden çok sevdiğinizin sebebini şimdi anladık, dediler.

Yüce Rabbimiz bize şunları söylüyor:

لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّٖنَ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّهٖ ذَوِى الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاكٖينَ وَابْنَ السَّبٖيلِ وَالسَّائِلٖينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرٖينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحٖينَ الْبَاْسِ اُولٰئِكَ الَّذٖينَ صَدَقُوا وَاُولٰئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret  gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve mücadelenin kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır” "(Bakara Suresi, 177)

 

 Kendi çıkarı için değil de Allah rızası için iyilik yapanları ise Yüce Yaratıcı;

 

اِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ لَا نُرٖيدُ مِنْكُمْ جَزَاءً وَلَا شُكُورًا

اِنَّا نَخَافُ مِنْ رَبِّنَا يَوْمًا عَبُوسًا قَمْطَرٖيرًا

 

“Biz size, ancak Allah rızası için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 9–10) ayetiyle övmektedir.

Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettikten sonra Kabe’nin avlusuna toplanan halka hitaben “ Bugün siz daha önceki yaptıklarınızdan kınanmayacaksınız, evlerinize gidiniz, hepiniz hür ve serbestsiniz” demiş, sonra da Bilal’a ezan okumasını emretmişti. Tam bu sırada Esid oğlu Uttab isminde bir genç, yanında bulunan Mekkeli arkadaşına “ çok şükür ki babam hayatta değil, şu rezaleti görseydi kahrından ölürdü” demişti. Bu sözleriyle Hz. Peygamber’e duyduğu kini ifade ediyordu. Aradan bir süre geçmişti ki umumi af ilan edilmiş, Mekke’nin ileri gelenleri Hz. Peygamber’e biat etmek için sıraya girmişlerdi. Uttab da biat edenler arasındaydı. Hz. Peygamber on gün kadar Mekke’de kaldı, sonra hiçbir muhafız kıtası bırakmadan Medine’ye döndü. Ayrılırken de “çok şükür ki babam hayatta değil, şu rezaleti görseydi kahrından ölürdü” diyen Uttab’ı da Mekke’ye vali olarak tayin ederek gitti. Bu kötülüğe karşı yapılan iyiliğin bir mükafatıydı. Hz. Peygamber, kelle almamış, gönülleri fethetmişti. Yüce Yaratıcının bize tavsiyesi şudur:

  وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ

 

“İyilikte ve takvada birbirinizle yardımlaşın, fakat günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. (Maide, 5/2)

“Bir topluluğa olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın” Maide,5/2

Hz. Peygamber’in tavsiyesi ise şöyledir:

“Her iyilik sadakadır.” (Buhârî, Edeb, 33),

“Müslüman elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu kişidir”. (Buhârî, İmân, B.4)

“Sizden biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe imân etmiş olamaz”. (Buhârî, İmân, B.7)

Hz. İsa’ın tavsiyesi de şöyle:

“Kimseye, kötülüğe karşı kötülük etmeyin.” K.Mukaddes, Pavlosun Romalılara Mektubu,12/18.

 

II. Birlikte Yaşamanın Hukuki Temelleri

Birlikte yaşamanın hukuki boyutu ile ilgili çok şey söylenebilir. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki birlikte yaşamanın hukuki temellerini belirlemek, her şeyden önce bireylerin değil, devletin bir görevidir. Zira birlikte yaşama pratiği, devletin adil ve güçlü olmasına bağlıdır. Güç ve adalet bir devlette bir araya geldiğinde ancak bir arada yaşama ortamı oluşabilir. Bu nedenle devletin ortaya koyduğu hukuki kuralların, insan haklarına ve adalete uygun kurallar olması gerekmektedir. Kuran ve Sünnette yer alan temel ilkelerin de bu amaca yönelik olduğunu görmekteyiz.

 Nitekim din ve vicdan hürriyeti, kul hakkı bağlamında insan hakları ve adalet ilkesi, Kur’an’ın ısrarla üzende durduğu ilke ve kurallar arasında yer alır. Bu nedenle bu ilke ve kurallar, birlikte yaşamanın hukuki normlarının oluşturulmasında etkin bir role sahip olmuşlardır. Hz. Peygamberin Medine sözleşmesinde bu normların pratiğe yansıtılmasını açıkça görmekteyiz. Ayrıca Hz. Ömer’in Kudüs uygulaması ile Osmanlı tecrübesi de, birlikte yaşamanın hukuki normların pratiğe yansıtılması açısından önem arz etmektedir.

Kur’an’da  yer alan  şu ayetler,  birlikte yaşamanın  hukuki temellerini oluşturan  ayetlerden  sadece  bir  kaçıdır:

وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ ا

 

 “Deki Hak Rabbindendir. Dileyen inansın, dileyen inanmasın”. (Kehf,18/29);

 

لَكُمْ دٖينُكُمْ وَلِىَ دٖينِ

 

“Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun 109/6)

 

 

وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ اَنْ صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اَنْ تَعْتَدُوا

 

“Mescid-i Haramdan sizi uzaklaştıranlara olan öfkeniz, aşırı gitmenize sebep olmasın” ( Maide,5/2)   Bu ayetler, Mekke’de nazil olmuştur. Din ve vicdan hürriyetinin garantiye alınması açısından büyük bir öneme haizdirler.  Bundan dolaydır ki Hz. Peygamber’in Medine’ye geldiğinde orada yaşayan insanlarla yaptığı sözleşmede, bu hususu özenle korumuştur.

Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde, Medine de altı bin kadar müşrik Arap, dört bin kadar Yahudi ve elli kadar da Hıristiyan Arap vardı. Hz. Peygamber, Müslüman olmayan bu unsurlarla hukuki bir sözleşme yapma ihtiyacı duydu ve bir sözleşme yaptı. Yaptığı bu sözleşmede din ve vicdan hürriyetini ve insan haklarını garantiye alan maddelere de yer verdi. Nitekim bu sözleşmesinin 25. Maddesinde yer alan “Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir” maddesi, din ve vicdan hürriyetinin uygulamaya yansıtılan somut bir göstergesidir. Ayrıca bu sözleşme hazırlanırken ve uygulanırken adaletten sapılmaması ilkesinin de benimsendiği görülmektedir. Daha sonra indirilen  لَا اِكْرَاهَ فِى الدّٖينِ “Dinde zorlama yoktur.” ( Bakara 2/256) ayetinin ise bu hukuki uygulamanın teyit edildiğini  göstermektedir. Zira bu ayette  doğru ile yanlışın apaçık belli olduğu  açıklanmakta, bu nedenle de  dinde  zorlama yapılmaması  istenmektedir.

Tarih, Hz. Ömer’in Kudüs’ün, Fatih’in ise İstanbul’un fethinde bu ilkelerin uygulanmasına ayrıca şahittir. Nitekim Kudüs'teki antlaşmadan sonra Kamame Kilisesi'ne giden Hz. Ömer, namaz vakti geldiğinde patrikten namaz kılabileceği bir yer göstermesini ister. Patrik de: "Kilisenin herhangi bir yerinde namaz kılabilirsiniz" der. Ama Hz. Ömer, kilisenin içinde namaz kılmaz ve kapıya yakın bir yerde namazını kılar. Namazını kıldıktan sonra da, patriğe "Eğer ben içerde namaz kılsaydım, öteki Müslümanlar da orada namaz kılarlar, orayı mescit hâline getirirlerdi" der. Bunun üzerine ahitnâmeye Müslümanların namaz için kilisede toplanmaması ve orada ezan okumaması maddesi ilâve edilir. Hz. Ömer’in Şam valisi Sab b. Ebi Vakkas’a yazdığı mektupta “ Bilesin ki ben Nuşiveran’den daha az adil değilim ” sözünü de unutmamak gerekir. Adalet mülkün temelidir. Bu temel özenle korunduğunda birlikte yaşama da hukukun koruması altında demektir.

 

 

SONUÇ

Her insanın fıtri yeteneği, bilgi bikrimi ve tecrübesi aynı olmadığı için, düşünce ve inanç farklılıklarının olmasından daha tabii bir durum yoktur. Bu nedenle her insan hayata ve olaylara kendine özgü bir bakış açısıyla bakar. Bu farklı bakış açısını anlamadan bir insanla birlikte yaşama şansının olmadığını, şayet olsa bile bunun asgari düzeyde olacağını bilmek zorundayız.

Yüce Yaratıcının “tearüf”ten muradı da bu farklılığın bilinmesi ve insanların farklılıkları ile birlikte bir arada barış ve huzur içinde yaşamalarıdır. Zira İslam, bir taraftan farklılıkların bir kimlik olarak muhafaza edilip yaşatılmasını öngörürken, diğer taraftan da koyduğu kural ve ilkelere uyulmasını isteyerek birlikte yaşamayı sağlamaya çalışmıştır. Nitekim Tanıma, anlama, sevme, saygı duyma, müsamaha ve iyilik yapma ile ilgili kuralları, Yüce yaratıcının birlikte yaşamak için koyduğu kurallar arasında yer alır.

Zira Kur’an, farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak değerlendirir (Rûm, 30/20.) ve insanların kavimlere, kabilelere, ırklara ayrılmasının hikmetini “teâruf” kavramıyla izah eder. (Hucurat, 49/13.) Buna göre yer yüzünde dillerin, renklerin, etnik yapıların farklı farklı oluşu, ötekini tanıma, bilme ve kabullenme anlamına gelen teârufu gerektirir. Bu nedenle insan, farklılıkların ilahi kudretin ve hikmetin bir gereği olduğunu (Maide, 5/48.) idrak etmek, erdemli ve faziletli bir duruş sergilemekle yükümlüdür.

“Sizden her biriniz için bir sistem ve bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tekbir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.” (Maide, 5/48.) ayeti ile “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi iman ederlerdi. Böyle iken, sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yunus,10/99.) ayeti, insan fıtratının bu yönüne dikkatimizi çekmektedir.

“Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek topluluk yapardı...” (Maide, 5/48; Hud,11/118; Şuara, 26/8; Nahl, 16/93) ayeti ise, Yüce Yaratıcının bu konudaki muradını açıkça ortaya koymaktadır. Allah’ın muradı, insanların farklılıkları ile birlikte bir arada yaşamasıdır. Bu murada uymak ise her Müslüman’ın vazifesidir. Bu nedenle her insanın, birlikte yaşadığı insanları, tanımak, anlamak, sevmek, saygı göstermek, hoşgörülü olmak ve onlara iyilikte bulunmak gibi bir sorumluluğu vardır. İnsan ancak bu şekilde mutlu olabilir.

 Bu¬nun içindir ki insanları olmaları gerektiği gibi değil de oldukları gibi kabul etmek gerekmektedir. Ol¬ması gerekenler, idealde ve uzakta olandır. Olanlar ise, realitede ve yakında olan şeylerdir. Yakın¬da ve realitede olanı anlamadan ve varlığım kabul et¬meden, idealde ve uzakta olanı anlamamız ve ona ulaş¬mamız mümkün değildir. Zâten, insanları birbirinden uzaklaştıran ve çatışmaya sürükleyen de bu gerçeğin farkında olmayışlarıdır. Bunun için insanı tanımak ve lâyık olduğu yere oturt¬mak gerekmektedir. İnsanlar ne melektir, ne de şeytan¬, insan sadece insandır. Her nedense sevdiğimiz ihsanları oldukları gibi de¬ğil de, olması gerektiği gibi düşünür ve onları zihin plânında melekleştiririz. Sevmediğimiz insanları da, aynı şekilde, düşünce plânında olması gerektiği gibi düşünür ve onları şeytanlaştırırız. Halbuki gerçekte bu insanlar, bizim zannettiğimiz gibi, ne melektir ne de şeytan. İnsanların, zaman zaman melekleştiklerini veya zaman zaman şeytanlaştıklarını da görürüz. Bu da hayatın bir gerçeğidir. Bu gerçeğin farkında olduğumuz sürece, birlikte yaşamamak için hiçbir sebep yoktur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com