Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

MEHMED AKİF’İN ŞİİRLERİNE KONU

ETTİĞİ ÂYETLER ve TAHLİLİ

 

 

İnsanları, belli davranışlara sevkeden ve onları et¬kileyerek yönlendiren sebebler arasında, hiç şüphesiz içinde bulunduğu psikolojik durum ve sosyal çevre baş¬ta gelmektedir. Bu iki ana etken sebebiyledir ki, insan¬lar, belli şeylere ihtiyaç hissetmekte ve ihtiyaç duydu¬ğu şeyleri elde etmek için de gayret göstermektedir. Bu açıdan olaylara yaklaşıldığında, her hareketin temelin¬de mutlaka psikolojik veya sosyolojik bir ihtiyacın mevcut olduğu görülmektedir.

İnanma, inandığını yaşama, sevme, sevdiklerini ve inandığı değerleri koruma ve kollama da bir ihtiyaçtır. Çünkü bu değerler, insanların şahsiyetlerini oluş¬turan, kendilerine kimlik kazandıran ve kendilerini ta¬nıtan değerlerdir. Bu durum, fertler için olduğu kadar, toplumlar için de geçerli bir kuraldır. Nitekim Kur’ân’ı Kerîm’de “Birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık” (Hucurat, 49/13) buyrulmaktadır. Milletlerin kimliği ise, hiç şüphesiz sahip oldukları manevî değerleri ve kültürleridir. Bir şahsın özellikle¬ri, nasıl onun kimliğini oluşturuyor ve tanınmasını sağlıyorsa, bir milletin özellikleri de onun kimliğini ve tanınmasını, sağlar. Bunun içindir ki bir millet, başta dini ve dili olmak üzere bütün manevî değerlerini, kı¬saca kültürünü korumak zorundadır. Aksi takdirde kendisini diğer milletlerden ayırdedici özelliğini yitir¬diği an, varlığını da yitirmiş olmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunun askerî alandaki yenil¬gisi, ilimdeki ve teknolojideki geriliği, bazı aydınları¬mızı komplekse düşürmüş ve kendilerinde bir kimlik bunalımı ortaya çıkarmıştır. Bu bunalım, aydınlarımızı saflara ve gruplara ayırmış ve neticede bir kültür ça¬tışması meydana getirmiştir. Bu çatışma ne yazık ki, sıcak savaşın aksine aynı ülke içinde, aynı ülkenin in¬sanları arasında olmaya başladı. İnsanlar, etkisinde kaldığı kültüre göre şekillendi ve kültür yapısına göre sınıflanır oldu. Nitekim Cumhuriyet öncesi Osmanlı aydınları arasında ortaya çıkan Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık akımları, bir kültür sınıflandırmasından başka bir şey değildir.

Batı kültürü ile yetişen ve onun değerlerini ve gö¬rüşlerini benimseyenler; Türk kültürünü ve O’nun de¬ğerlerini korumak ve yaşatmak isteyenler ve İslâm kültürünü ve değerlerini korumak ve yaşatmak iste¬yenler ve İslâm kültürünü ve değerlerini yaşatmak is¬teyenler arasındaki çatışma, aslında kişisel bir çatış¬madan öte, bir kültür çatışması idi. Öyleki bu çatışma, bugün kuşaklar arası çatışma haline dönüşmüş bulun¬maktadır. Kuşaklar arası çatışmanın temeline inildi¬ğinde bunun, bir kültür çatışmasından başka bir şey olmadığı açıkça görülecektir. Kültür değişmeleri, pek tabii olarak beraberinde çatışmayı da getirecektir. Ni¬tekim, kültür değişmelerinin süratli olduğu ülkelerde¬ki kuşaklar arası çatışmaların boyutları ile, değişme¬nin yavaş olduğu ülkelerdeki çatışmaların boyutları bir değildir.

Kültürel çatışmanın meydana geldiği en önemli saha ise dindir. Diğer bir ifade ile, çatışmanın yapıldığı birinci saha, İslâm ülkelerinde müslümanlık olmuştur. Dil, adet ve gelenek konularındaki çatışma ise, dindeki çatışmadan sonra ikinci sırada yer almıştır. Bu neden¬le gerek Osmanlı gerekse diğer İslâm ülkelerindeki ça¬tışmaların ana konusunu İslâm teşkil etmiştir. Özel¬likle Batı kültürünün etkisinde kalanların, İslâm ülke¬lerindeki ilmî ve teknolojik geriliğin en önemli müseb¬bibi olarak İslâm’ı görmeleri ve göstermeleri, sürekli olarak din-ilim çatışmasından söz etmeleri, özellikle yirminci yüzyılda toplumun sosyal içerikli problemleri¬nin çözümü için İslâm’ın bir şey getirmediğini yazma¬ları, bir çok İslâm alimini gayrete getirmiş ve onları İslâm’ı müdafaaya zorlamıştır. Büyük ölçüde inandığı değerleri koruma ihtiyacından kaynaklanan bu müda¬faa, özellikle bu alimleri, KUR’ÂN-I KERİM’i tetkike zorlamıştır. Bu alimler arasında pek çok ilim ve fikir adamları, hatta yazarlar ye şairler de bulunmaktadır. İkbâl, doğunun Mehmed Akif ile Osmanlı Türkiyesinin şairi olarak, bu müdafaa kervanına katılmışlardır.

MEHMET AKİF ve İSLÂM

Mehmed Akif, sosyal problemleri düşünen ve araştıran bir sosyolog; problemlerin çözümünü öze dö¬nüşte, İslâm’ı sade ve aslî şekliyle yaşamada bulan bir din adamı; konularını Kur’ân ve hadisten alan bir şair¬di. O İslâm aleminin çöküşünü ve yıkılışını yaşıyordu. Bir düşünür olarak o da bu çöküşün sebeblerini araştı¬rıyor ve sebeb olarak da müslümanların içinde bulun¬dukları acı durumu ve zihniyeti gösteriyordu. Akif e gö¬re Batı, asıl suçlu değildi. Asıl suçlu, İslâm’ı yanlış an¬layıp, yanlış uygulayan müslümanların bizzat kendi¬siydi. Tembellikti, cahillikti, tefrikaydı. Zira bir millet kendi öz yapısını değiştirmedikçe, onu bir güç değişti¬remezdi. O bir yandan tercümeler yaparak, ülkeye yeni fikirler ve yeni düşünceler getirirken, bir yandan da konularını ve muhtevasını Kur’ân1 dan alan şiirler yazı¬yordu. Bu tutumu ile Akif, san’atı san’at için değil, ga¬ye için kullanıyordu. Problemleri şiir dilü ile ifade edi¬yor, yine şiir dili ile çarelerini söylüyordu. O’na göre çare, dönüşteydi, İslâm’ı aslî şekliyle anlamadaydı, ça-lışmadaydı, birlik ve beraberlikteydi. Akif e kadar şiir¬de, edebiyatta bu metodu uygulayan Kur’ân âyetlerini şiir san’atıyla kitlelere sunan bir başka şair de gelme¬mişti. Bu da dikkat çekmiş ve tenkide uğramıştı. Akif, Safahatın üçüncü kitabı Hakkın Sesi’nde yer alan ve konusu bir ayet olan ilk şiirinin yazılış tarihi, 27 kânûn-u evvel 1912’yi göstermektedir. Bunun üzerine kendisine yapılan^tenkidlere karşı Ferid Kam, 30 Ma¬yıs 1913 tarihli, Akif e yazdığı mektupta, “İhtimal ki san’at san’at içindir, san’attan maksat san’attır, san’at-ta dinî, ahlakî siyasî bir gaye aramak abestir, diye se¬nin mesleğine itiraz edenler, onu hoş görmiyenler var¬dır. Fakat o halde, yani san’at hakkındaki bu düstûr kabul edildiği takdirde onu dinsizliğe, ahlaksızlığa da alet ittihaz etmemek lâzım gelir. (...) Sen sanatta gaye aramıyorsun, lâkin gayede san’at arıyorsun. Mesleğin tamamiyle maksadını te’mine kâfidir. Safahat’ın bu kısmını teşkil eden manzumelerin menbaı Furkan-ı Hakîm olduğundan hepsinin ilham-ı mahz eseri oldu¬ğunu söylemek zaittir”  diyordu. Bu iki tarih arasında Akif, konusu bir hadis sekizi âyet olmak üzere tam do¬kuz şiir yazmıştı. Bu tarihten sonra da yazmaya de¬vam etmişti. Hiç şüphesiz Akif, doğru bildiği yolda tek başına yürüyen bir insandı. Ama bu mektuptan etki-lenmemesi de mümkün değildi. Belki bu mektup, azmi¬ni daha da artırmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüz yılın başla¬rında devamlı yenilgi alan ve toprak kaybeden bir ül¬keydi. Gösterilen bütün çabalar, kesin bir sonuç vermi¬yordu. 8 Ekim 1912 tarihinde başlayan Balkan savaşı¬nı, 15 Ekim 1912 tarihinde Osmanlı’nın Libya’yı kay¬bedişi takip etmişti. Cephelerden hergün yeni acı ha¬berler gelmekte ve İstanbul’un üzerine bir kabus gibi çökmekte idi. Kayıplar karşısında duyulan acı ve ızdı-raplar ise sonsuzdu. Bir taraftan askerî alandaki bu yenilgilerin dayanılmaz acısına, diğer taraftan bütün olayların tek müsebbibi olarak İslâm’ın gösterilmesi gayretleri de eklenince, Akif in ızdırabı bir kat daha artmıştı. O, zaferden zafere koşan bir milletin, zirveye çıkan merdivenden aşağıya inişini ve çöküşünü görü¬yor, her samimi mü’minin yaptığı şeyi yapıyor ve Al¬lah’a sığınıyordu. 27 kânûn-u sâni yani aralık 1912^ de yazdığı ve Hakkın Sesi’nde yer alan ilk şiirinde Âl-i îmrân sûresinin 26. âyetini konu olarak ele alıyor ve bu âyetin muhtevasını şiir metoduyla yorumluyordu. Ayette “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım, Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir. Sen hiç şüphe yoktur ki, her şeye kadirsin” buyrulmaktaydı. Akif, bu muhteva¬yı, on kıt’alık bir şiirle yorumlayarak şöyle diyordu:

“İlâhî, emrinin avare bir mahkûmudur âlem;

Meşiyyet sende, her şey sende... Hiç bir şey değil âdem”

……………

“İlâhî, “malik-ei mülküm” diyorsun... Doğru âmenna,

Hakîkî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla.

Eğer bir millet, edip bir mülkü istilâ;

Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva;

Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünyâ.”

……………

“İlâhî altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı...

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı.

……………

“Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta âfâkı.

Yazık: Şarkın semâsından Hilâlin geçti işrâkı.”

……………

“Sus ey dîvâne, Durmaz kâinatın seyr-i mutadı.

Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?

Bugün sen kendi kendinden ümid et ancak imdadı;

Evet, sen kendi ikdamınla kaldır git de bîdâdı.

Cihan kânûn-i sa’yin, bak nasıl bir hisle münkadı,

Ne yaptın? “Leyse lil-insâni illâ mâ-seâ” vardı”

Bu sözler, acılar karşısında inanan bir şairin gös¬tereceği ilk ve tabiî tepkinin bir sonucuydu. Kadere il¬tica etmek, olayları büyük bir tevekkülle karşılamak, hadiselerin şokundan kurtulmanın ilk ve zorunlu şar¬tıydı. Daha sonra kendine gelme, düşünme ve çare ara¬ma dönemi gelmişti. Akif e göre çare, “İnsana çalışma¬sından başka bir şey yoktur” (Necm, 53/39) âyetiyle emredilen, çalıma idi. Bütün bu acıların, zulmün ve geriliğin tek sebebi vardı, o da tembellikti. Çalışan ka¬zanmıştı. Biz de kazanmak istiyorsak, çalışmalıydık. Bu bir sosyal kanundu.

 

Âkif, düşünme döneminde kendisiyle hesaplaşıyor ve Nemi sûresinin 52. âyetinde, İslâm âleminin başına gelen bütün bu felâketlerin sebebini keşfediyordu. Bu âyette “İşte sana, onların kendi yolsuzlukları yüzünden, ıpıssız kalan yurtları” buyrulmaktaydı. Bu ayet, Akif e şu ilhamı vermişti:

“Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyarından;

Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından;

Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzârından.

…………….

Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garbın;

O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini

Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini

Susturan abdalın idrakine bol bol tükürün...

Bu şiirini Akif, birinci şiirinden tam yirmi gün sonra 17 kânûn-u sanî 1912 tarihinde yazmıştı. Akif e göre, insanlar kendi felaketlerini kendileri hazırlıyor¬du. Tefrika, çekişme ve ayrılık, milletleri içinden çö¬kerten ve felaketlerini hazırlayan en büyük etkendi. O “Bana vahdet gibi bir y ar-ı müsaid lâzım” derken, bu¬nu ifade ediyordu. Olan olmuş, vatanın o güzelim yer¬leri tek tek çıkmıştı. Ama eli bağlı olarak da öyle kalın¬mamalıydı. Bir kere tefrikayı bırakmalı, birlik ve bera¬berlik içinde tek yumruk gibi olunmalıydı. Allah’ı bı¬rakmak isteyenlere aldırmadan, O’na daha da sıkı oir şekilde sarılmalı ve ümidsizliğe düşmemeliydi.

21 Şubat 1913 de yazdığı şiirinin konusu bu defa, bir hadisten alan Akif, bi şiirinde tefrikayı, gruplaşma¬yı ve ayrılığı yeriyordu. Kavmiyetçilik yaparak, devlet¬ten ayrılmak isteyenleri şiddetle tenkid ediyordu.

14 Mart 1913 tarihinde yazdığı dördüncü şiirinin konusu Yusuf sûresinin 87. âyetidir: “Oğullarımı, gi¬diniz de Yusuf ile kardeşini araştırınız, hem sakının, Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kes¬mez” melindeki âyeti, şöyle yorumluyordu:

“Atîyi karanlık görerek azmi bırakmak...

Alçak bir ölüm varsa, edinim budur ancak

Ye’s öyle bataktır ki: düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun.

………..

Hüsranına rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma.

………..

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Kur’ân’da zikredilen olaylar, inananlar için birer örnektir. Herkes kendi durumuna uygun bir örneği, Kur’ân’da bulabilmektedir. Hz. Yakup da iki oğlunu kaybetmiş, fakat asla ümitsizliğe düşmemiştir, içinde bir ümit ışığı daima yanmıştı. Araştırmadan, çalışıp çabalamadan da ümidini kaybetmek istememişti. Bu¬nun için de oğullarını Mısır’a gönderirken, “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz” demişti. Ayrılığın acı ve izdira-bını yaşamış, fakat neticede arzusuna nail olmuş ve iki oğluna da kavuşmuştu. Akif de çok sevdiği vatanının bir çok yerini kaybetmiş ve onun acısını yaşamıştı.

Ama ümidsiz değildi. Bir gün bu vatanın kurtulacağın¬dan emindi. Kendisine teselli verecek ve halkının ümi¬dini artıracak bir örneğe ihtiyacı vardı. O da Hz. Ya-kub’un Kur’ân’da zikredilen bu kıssasıydı. Bu kıssa hiç şüphesiz boşuna zikredilmemiş ti. İbret alınması ve bu gibi durumlarda olay kahramanı ile özdeşleşilmesi için nakledilmişti. İşte Akif, milletin Hz. Yakub’la öz¬deşleşmesini istiyor ve O’nun gibi düşünmesi ve ümit¬siz olmamasını istiyordu:

“İş bitti... Sebatın sonu yoktur” deme; yılma.

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma

diyerek, Kur’ân’dan aldığı ilhamla millete ümit ışığı sunuyor ve direnme gücü aşılıyordu.

28 Mart 1913 tarihli beşinci şiirinin konusu, bu defa A’raf sûresinin 155. âyeti idi. Bu âyette “İçimizde¬ki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” buyruluyordu. Akif, bi şiirde, Allah Teâlâ’ya bir serzenişte bulunarak şöyle diyordu:

 

“Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi biçârelerin, yoksa felahı.

Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun,

“Yandık” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun.”

……….

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran iman,

Olsun mu beş on sersemin ilhadına kurban.

Enfâs-ı habîsiyle beş on ruh-i leîmin,

Solsun mu o parlak yüzü Kur’ân-ı Hakimin?

……….

Mazlumu nedir ezmede, ezdirmede mâna?

Zalimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ.

Cani geziyor dipdiri... Can vermede ma’sum,

Suç başkasınındır da niçin başkası mahkum?

……….

Eyvah, Beş on kâfirin imanına kandık;

Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık.

Madama ki, ey Adl-i İlâhî yakacaktın,

Yaksaydın ya mel’unları... Tuttun bizi yaktın.

Akif, bu şiiriyle sevgiliye yapılan bir sitem gibi, Allah’a sitemde bulunmakta, şayet bu bir ceza ise, ce¬zanın hak edenlere verilmesini istemektedir. Zira ina¬nan bu millet, bu cezaya müstehak değildir. Üç beş dinsize kızarak, çoğunluğa bu tür bir ceza verilmeme¬liydi. Akif, Hz. Musa’nın Allah Teâlâ’ya söylediği sözü örnek alarak, kendisi de Hz. Musa gibi, Allah’a bu be¬lanın sebebini soruyordu. Hz. Musa, Rabbı ile buluş¬mak üzere kavminden ayrıldıktan sonra, kavmi bir bu¬zağı yapmış ve ona tapmaya başlamıştı. Üstelik Allah’ı da açıkça görmek istemişlerdi. Bunun üzerine onları bir sarsıntı yakalamış ve hepsi baygın düşmüştü. Hz. Musa işte o zaman içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak mı edeceksin? diye Allah Teâlâ’ya sitemde bulunmuştu. Hiç şüphesiz bu imtihandı. Ve Hz. Musa Allah’tan özür dilemişti.  Akif de şiirine bu âyeti konu alarak, O da, milletin başına gelen bu belâdan dolayı, aynı duygular içinde Allah’a “bizi üç beş beyinsizin yü¬zünden helak etme” diyor ve:

“Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahî (belâlar)

Ağzım kurusun.. Yok musun ey Adl-i İlâhî”

diye dua ediyordu.

Akif e göre Kurân-ı Kerîm, her şeyin çaresini gös¬termiştir. O da “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) âyetinde ifade edilen bilgi idi. İn¬san bilgi vasıtasıyla, bütün problemlerini çözebilir, kendisine bir çıkış yolu bulabilirdi. Çünkü bilenle bil¬meyen asla eşit değildi. Bilen kişi, olay ne kadar vahim olursa olsun, onun üstesinden gelebilecek bir yeteneğe sahip demekti. İşte Akif, 11 Nisan 1918 tarihli şiirine konu olarak bu âyeti seçmiş ve şöyle yorumlamıştı:

“Olmaz ya... Tabiî... Bir insan, biri hayvan,

Öyleyse “cehalet” denilen yüz karasından,

Kurtulmaya azmetmeli, baştan başa millet,

Kâfi mi değil, yoksa bu son ders-i felaket?

………

Eyvah, bu zilletlere sensin yine illet...

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki: ne din kaldı ne namus,

Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbus,

Ey hasm-ı hakikî, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Akif e göre en büyük düşman cahillikti. Zira başı¬mıza hangi belâ gelmişse sırf bu yüzden gelmişti. Bizi perişan eden de, düşmanları galip getiren de hep cahil¬likti. Onu yenmeden, düşmanı yenmenin imkânı yok¬tu. Kur’ân bize, işte bu gerçeği “Hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?” ifadesiyle açıklamaktaydı. Akif ise, bu gerçeği şiirleştirerek, Kur’ân’ın veciz bir yoru¬munu yapıyordu. Amacı, bu gerçeğin daha iyi anlaşıl¬ması ve milletin uyanmasıydı. Çünkü din düşmanları, geriliğimizi ve mağlubiyetimizi, İslama bağlıyorlar ve O’ndan kurtulursak terakki edeceğimizi ve başımıza gelen bunca belâlardan kurtulacağımızı söylüyorlardı. Halbuki, kurtulmak istedikleri bu din, inananlara ça¬lışmalarını ve bilgili olmalarını emrediyordu. ^Cehale¬tin her çeşidini yeriyor, ilmi teşvik ediyordu. Akif ise, müslümanların hatasının, dine mal edilmesine tahammül edemiyordu. Ortada bir suçlu varsa o, islâm dini değildi, suçlu O’nu iyi anlayıp yorumlayamıyan müslü-manlardı. Bu nedenle de, öncelikle müslümanların içinde bulundukları bu durum, onlara izah edilmeli ve daldıkları derin uykudan uyandırılmalıydı.

Fakat bu nasıl olacaktı? Şayet bir hasta, hastalığı¬nı kabul ederse, ona yapılan tedavi fayda verir, aksi takdirde, yapılan tedavinin hiç bir faydası olmazdı. Bu millet de hastaydı ve O’nün da bu hastalığını kabul et¬mesi, daha sonra da ondan kurtulmak için gayret gös¬termesi gerekiyordu. Bu psikolojik hastalık ise, ezil¬mişlik, bıkkınlık ve kendisine güvensizlikti. Akif bunu çok iyi tesbit etmişti. Bunun için de bu millet’in kendi¬sine olan güvenini güçlendirmek ve takviye etmek ge¬rekiyordu. 16 Mayıs 1913 tarihli şiirinin konusu, bu amaca yönelikti. Bu defa Âl-i İmrân suresinin 110. âyetini, şiirine konu olarak seçmişti. Ayette “Siz, iyili¬ği emreder, kötülükten nehyeder, Allah’a inanır oldu¬ğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz” buyrulmaktaydı. Akif, bu âyeti yorumlayan şiirinde şöyle diyordu:

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:

Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz,

Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyyetin;

Nur olup fışkırmışız tâ sinesinden zulmetin.

…………..

Akif, şiirinin devamında müslümanların haksızlık karşısında susmalarından ve şahsî çıkarlarına olan düşkünlüklerinden yakınarak:

Göster, Allahım, bu millet kurtulur, tek bir mu’cize:

Bir “utanmak hissi” ver gaib hazinenden bize”,  diye temennide bulunur.

Akif, dıştaki düşmanlar kadar, içteki fesadçılar-dan da rahatsızdır. Aslında İslâm’a düşmanlıkta birle¬şen içteki ve dıştaki insanların düşünce tarzına karşı¬dır. Bu insanlara karşı müslümanları uyarmak için Bakara sûresinin 11. ve 12. âyetlerini, şiiine konu ola¬rak ele alır. Bu âyetlerde “Onlara “Yer yüzünde fasad çıkarmayın” denildiği zaman, “Biz ıslahdan başka bir şey yapmıyoruz” derler. Gözünü aç, iyi bil ki: Onlar yok mu, işte asıl müfsid onlardır, lâkin farkında değil¬ler” denilmektedir. Akif bu âyetleri şöyle yorumlar:

Bir de halkın dini var sık sık taarruzlar gören,

Hele bak: Millette hissiyatı oymuş öldüren.

Dini kurban etmeliymiş, mülkü kurtarmak için...

Tut da hey sersem, bu idrakinle sen âlim geçin,

Her cemâatten beş on dinsiz zuhur eyler, bu hâl,

Pek tabiîdir, fakat ilhadı bir kavmin muhal.

Hangi millettir ki efradında yoktur hiss-i din,

En büyük akvama bak, dini herşeyden metîn,

Düşme ey âvâre millet bunların hızlanma

Vâkıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına,

Şarka bakmaz, garbı bilmez, görgüden yok vâyesı,

 Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi”

Akif, bu şiirini 9 Mayıs 1913 tarihinde yazmıştı. İslâm’a yapılan hücumlar, cephelerde devam eden sa¬vaş gibi, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bu hücum¬lar, inanları yaralıyor ve morallerini bozuyordu. O, bir taraftan, dış düşmanlara karşı millete şevk ve azim vermekte, bir taraftan da İslâm’a yapılan hücumlara karşı müdafaada bulunmaktaydı. Hakkın sesinde yer alan bu sekizinci şiirine konu olarak münafıkları anla¬tan iki âyeti seçmişti.

Akif, telkinde tekrarın önemini biliyordu. Bu ne¬denle de sık sık millete ümit aşılamak gerekiyordu. Milleti ümitsizlik girdabından kurtaracak sihirli sözle¬re ihtiyaç vardı. Bu nedenle 23 Mayıs 1913 tarihinde yazdığı dokuzuncu ve bu bölümdeki sonuncu şiirine ko¬nu olarak, Rum sûresinin 50. âyetini konu olarak seç¬mişti. Bu âyette “Allah’ın âsâr-ı rahmetine bir baksa¬na: öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte O Allah, bütün ölüleri muhakkak diriltecek, hem O, her şe¬ye kadirdir” buyrulmaktadır. Akif, bu sırada içi ümit¬le doludur ve bir müjde beklemektedir. Bu duygular içinde bu âyeti şöyle yorumlar ve umutsuz gönüllere umut vermek ister:

 

 

“Çıkda bir seyret baharın cûş-i rengârengini;

Nefh-i sûrun dinle mevcâmevc olan ahengini.

Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp, kudret yere:

Yemyeşil olmuş feza; gömgök kesilmiş dağ dere.

……….

Bir nesîm ister kımıldanmak için canlar bugün;

Bir nesîm olsun İlâhî... Canlanır kanlar bütün,

Nev-baharm ruhu etsin bir de bizlerden zuhur...

Yoksa artık, Sûr-i İsrafile kalmıştır nüşûr”.

Akif’in Safahat’ında yer alan üçüncü kitabı Hak¬kın Sesindeki âyetler, bu kadardır. Dördüncü kitabı, Fatih Kürsüsü’nda adını taşımaktadır. Akif, bu bölüm¬de de bazı âyetleri konu olarak ele almış ve yorumla¬mıştır. Ancak Hakkın Sesindeki kadar çok değildir. Bu bölümde yer alan şiirlerden ikincisinin konusu da bir ayettir. Ancak bu âyeti kendisi tercüme etmemiştir. Âyet, Afraf sûresinin 185. âyetidir. Ayette “Göklerin ve yerin melekûtuna bakıp ibret almalıdır mı? buyrul-maktadır. Vaiz Kürsüsünde başlığı altında bu âyeti, yorumlamaktadır. Ancak, âyetin mealinin yazılmama¬sı, şiirde bir başlığın bulunması ve şiirin çok uzun olu¬şu, Akif in bu âyeti doğrudan yorumlanmadığını gös¬termektedir. Nitekim Safahat’ın beşinci kitabı olan Hatıralardın ilk şiirinin konusu da bir âyettir ve mealini de yazmıştır.

Akif, 23 Mayıs 1913 tarihinde nev-bahar’ı bekli¬yordu. Fakat 29 Haziran 1913 de ikinci balkan savaşı, ardından da birinci cihan harbi patlak verince, artık ilk bahar çok gerilerde ve uzaklaçda kalmıştı. Yük üs¬tüne yük binmiş, sıkıntılar, acılar ve ızdıraplar daya¬nılmaz boyutlara ulaşmıştı. Toprak kaybının yanında binlerce ölü, açlık, hastalık ve yoksulluk milleti kasıp kavurmaya başlamıştı. Nur beklenirken, koyu bir ka¬ranlık geliyordu. İşte bu atmosfer içinde Akif, “Takat getiremiyeceğimiz yükü bize yükleme, Allah’ım” (Baka¬ra, 2/286) diye feryad ediyordu. Bu âyeti konu olarak ele alan Akif, şöyle diyordu:

Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah;

Ey âlem-i İslâmı ezen, inleten Allah,

Bizler ki Senin va’d-i İlâhine inandık,

Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl Seni andık

Balkanlardaki yangın daha kül bağlamamışken,

Bir başka cehennem çıkıversin... Bu ne erken,

Lâkin bu cehennem onu yıldırdı mı?

Asla, ilâya seğirtip duruyor nâmı hâlâ.

Bu şiirini Ocak 1914’te yazan Akif, 20 Ağustos 1914’te ise “Ey müslümanlar Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkunuz.” (Aî-i Imran, 3/102) âyetini konu alan bir başka şiir daha yazıyordu. O bununla toplumu ıslah etmeyi, manevî hastalıkları tedavi etme¬yi amaçlıyordu. Harbin getirdiği sıkıntı, fertlerde ah¬lak bunalımı meydana getirmişti. Toplumdaki çözülme daha da artmıştı. Kanun hakimiyeti sağlanamaz ol¬muştu. O, bu âyeti şöyle yorumluyordu:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havi-i Yezdânın...

Ne irfanın kalır te’siri kat’iyyen, ne vicdanın.

……….

O cemiyet ki vicdanında hakim havf-i Yezdândır;

Bütün dünyaya sahiptir, bütün akvama sultandır.

Fakat, efradı Allah korkusundan bî-haber millet,

Çeker, milletlerin menfuru kıbtîler kadar zillet.

……….

Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlış:

Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyyatiyle sağ kalmış?.

13 Haziran 1914 tarihinde yazdığı şiirinin konu¬sunu bu defa, bir hadisten alan Akif:

Müslümanlık nerede, Bizden geçmiş insanlık bile...

Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile.

Kaç hakîkî Müslüman gördümse, hep makberdedir.

Müslümanlık, bilmem ama galiba göklerdedir.

ifadeleriyle başlıyan şiirinde “Kim Müslümanla¬rın derdini kendine mal etmezse (dert edinmezse) on¬lardan değildir” hadisini yorumlamıştır.

Akif, 16 teşrini evvel 1914 tarihinde yazdığı şiiri¬ne ise “Kimin bu dünyada gözü kapalı ise, ahirette de kapalı, hattâ oradaki şaşkınlığı daha ziyadedir” (İsrâ, 17/72) âyetini konu olarak seçmişti. Bu âyete getirdiği yorumda dünya ve ahiret kavramlarına ve ilişkisine dair önemli yorumlar getirmişti. Bu yorumunda, Kur’ân’dan ilhamlar alarak, müslümanların günlük hayatına ve ahiretine yön verici tavsiyelerde bulun¬muştu. O, şöyle diyordu:

“Nihayet neyse idrak ettiğin şey ömr-ü fânîden;

O’nun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü sânîden.

Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı:

Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı.

Bu âlem şöyle bir rü’ya imiş, yahut muvakkatmış... Evet ukbada anlarsın ne müthiş bir hakikatmiş.

20 Haziran 1914 tarihinde yazdığı şiirinde “Müs¬lümanlık, huyun güzelliğinden ibarettir” hadîsini konu alan Âkif, 4 Eylül 1914’te yazdığı şiire ise “O mümin¬lere indellah ecr-i azim var ki: bir takım kimseler kendilerine “düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladı¬lar; onlardan korkmalısınız” dedikleri zaman bu haber imanlarını artırır da “Allah’ın nusreti bize kâfidir, O ne güzel muhafızdır” derler” (Al-i Imran, 3/173) âyetini kopu olarak almıştı.

“Şehâmet dîni, gayret dîni, ancak müslümanlıktır;

Hakîkî müslümanlık, en büyük bir kahramanlıktır.

………..

Mefahir onların tarihidir; ümmet o ümmettir.

Ki bir yandan celâdetler saçıp dünyayı titretmiş,

Öbür yandan da insanlık nedir dünyaya öğretmiş.

 

 

Hakiki müslümanlık en büyük kahramanlıktır,

Demiştim... İşte da’vam onların hakkında sadıktır,

diyen Akif, Hâtıralar kitabındaki âyet konulu son şiirini yazmıştı.

Altıncı kitabı Asımda açık olarak âyet konulu şii¬ri yoktur. Ama âyet muhtevalı ifadeler de yok değildir. Son kitabı Gölgeler’de ise üç âyeti, şiirine konu seçen Akif, bunlardan birincisinde “Birbirinize de girmeyin ki, ma’neviy atınız sarsılmasın, devletiniz gitmesin”(Enfal, 8/46) âyetini, Hâlâ mı boğuşmak? başlığı altında yorumlar ve şöyle der:

Sen, Ben, desin efrad aradan vahdeti kaldır. Milletler için işte kıyamet o zamandır. Mazîlere in, mahşer-i edvarı bütün gez. Kanun-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez. Târih, o bizim eştiğimiz kanlı harabe, Saklar sayısız lahd ile milyonla kitabe.

Akif, bu şiirini Kânûn-u evvel 1916 tarihinde yaz¬mıştır. O bu şiirinde de, yine tefrika ile uğraşmaktadır. “Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda” diyerek tefrika¬nın ve ayrılığın acı âkibetini dile getirmektedir. 30 teş¬rinievvel 1919 yılında yazdığı şiirine konu olarak bu defa “Dalâlete düşmüşlerden başka kini Tanrının rah¬metinden ümidini keser?” (Hicr, 15/56) âyetini seçen Akif, “Yeis Yok” başlığı altında şunları söylemektedir:

“Lâkin, hani bir nefhası yok sende ümidin,

“Ölmüş” mü dedin? Ah onu öldürmeli miydin?

Hakkın ezelî fecri boğulmazdı a zâlim,

Ferdaların artık göreceksin ki ne muzlim.

Onsuz yürürüm dersen, emin ol ki yürünmez

Yıllarca bakınsan, bir ufuk lem’a görünmez.”

………

Âfâkına” yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu devlet, “batacaktır” demiyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmıyacaktır,

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman,

Davransın ümidin, bu ne haybet, bu ne hirman

………

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol.

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

Gölgeler’deki üçüncü şiirinin konusu ise, “Bir kerre azmettin mi, artık Allah’a dayan” (Al-i İmran, 3/159) âyetidir. Bu ayeti, “Azimden Sonra Tevekkül” başlığı altında yorumlayan Akif, bu yorumunda şunla¬rı söylemektedir:

Allah’a değil, taptığın evhama dayandın;

Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi kî yandın.

Mefluç ederek azmini bir felc-i iradî,

Yattın kötürümler gibi, yattın mütemadî,

……………

Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”

Mîrâs-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi,.

Kur’ân duramaz, nezd-i İlâhiye dönerdi.

……………

Ey yolcu uyan, Yoksa çıkarsın ki sabaha

Bir kupkuru çöl var, ne ışık var ne de vaha”.

Sonuç

Akif in şiirlerine konu olarak seçtiği bu âyetlerin yanında muhteva ve mısra şeklinde seçtiği âyetler de mevcuttur. Ancak biz burada doğrudan doğruya âyete dayalı yorumlarını ve yorumlarına konu olarak seçtiği ayetleri ele aldık. Bu örneklerde de görüldüğü gibi Akif, Kur’ân âyetlerini, sosyolojik tefsir ekolü içinde yorumlayan bir şâir, bir düşünür veya bir din adamı¬dır. Çağının problemlerini iyi bilen ve onlara Kur’ân’dan çözümler sunan bir müfessirdir.

 

O’nu sosyal olaylar içinde hiç şüphesiz, başta sı¬cak savaş daha sonrada İslâm’a yapılan haksız itham¬lar etkilemiştir. Hattâ diyebiliriz ki, İslâm’a yapılan it¬hamlar, O’nda derin yaralar açmıştır. Müslümanların acıklı ve perişan durumu, O’nu üzmüş, ancak milletin kurtuluşunu da onların uyanmasında, birlik ve bera¬berliğinde, cahillikten kurtulmalarında ve hepsinin ba¬şı olan çalışmasında görmüştür. Bütün gücüyle bunu söylemiş ve bu millete kılavuzluk etmiştir. Şiirlerine konu olarak seçtiği âyetlerle, sosyal olaylar birbiriyle karşılaştırıldığında bu durum açıkça görülür. Bütün bunlardan başka O, sosyolojik tefsir ekolüne yeni bir ruh ve canlılık getirmiştir. Ayetleri şiir diliyle yorum-laması ise, tefsirde bir yeniliktir. Akif e gelinceye ka¬dar, hiç bir müfessir veya düşünür, Kur’ân âyetlerini şiir diliyle ifade etmeyi ya düşünmemiş; ya da -düşün¬müş olsa bile, düşündüğünü tatbik etmemiştir. Akif, klâsik geleneği bozan, tefsire yeni ifade biçimi getiren bir şâir olmuştur. İlk olması nedeniyle önce tenkide uğ¬ramış, ancak O, hak bildiği yoldan geri dönmemiştir. San’atını gayesi için kullanmış ve bazı sosyolojik Kur’ân âyetlerinin yorumunu şiir diliyle yapmıştır. İfa¬de biçimiyle şair olarak tanınan Akif, aslında şiirleri¬nin konusunu âyetlerden seçmesi ve çağdaş sosyolojik yorumlar getirmesi nedeniyle de bir müfessirdir. Bu yönüyle O’nu sosyolojik tefsir ekolünün önemli bir tem-silcisi sayabiliriz.

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com