Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

Soruşturma   ŞİİR VAKTİ DERGİSİ 9. Sayı 2016

 

 

 Celal  Kırca

 

 

1.İki Yüz yıllık süreçte Dünya ve İslam toplumları neler yaşadılar, yaşıyorlar?

C.Kırca: Herhangi bir olay veya olguyu doğru anlayabilmek için; olgu ve olayla, o olgu ve olayı ortaya çıkartan sebeplerin bilinmesi ve iyi bir analizin yapılması gerekmektedir. Bu yapılmadığı takdirde ne o olay ve olguyu doğru  anlayabilir ne de doğru değerlendirebiliriz.

İnsanlık,  tarihi süreç içinde devrim niteliğinde olan üç önemli aşamadan geçerek bu günkü kültürel, sosyal ve ekonomik seviyesine ulaşabilmiştir. Bu üç önemli aşama sırasıyla tarım, sanayi ve bilişim  dönemleridir. Her dönem kendi toplum yapısını, kültürel dokusunu ve medeniyet  anlayışını  oluşturmuştur. Nitekim tarım dönemi, tarım toplumunu, sanayi devrimi, sanayi toplumunu, bilişim devrimi ise bilgi toplumunu ortaya çıkartmış ve bunlar, varlıklarını kendilerine özgü toplum yapısı ve kültürel  dokusuyla devam ettirme imkânını bulmuşlardır Buna rağmen, günümüzdeki insanlığın tümünün bu sosyo-kültürel aşamalardan geçtiğini söyleyebilme imkânımız da  maalesef yoktur.

Tarım toplumunun sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısı sosyolojik tanımıyla “cemaatçi toplum” modeline, sanayi ve bilgi toplumlarının sosyo-ekonomik sosyo politik yapısı ise “cemiyetçi toplum” modeline dayanmakta, ekonomik, dinî ve siyasi alanlardaki yönetim biçimleri, kültleri ve medeniyetleri de bu yapıya uygun olarak şekillenmektedir. Bilgi toplumunun  toplum yapısının  nasıl bir şekil alacağı  ise   henüz meçhulümüzdür.

Tarım toplumuna özgü olan “cemaatçi toplum” modeli bir piramit modelinden başka bir şey değildir. Bu modelde tepede karizmatik, otoriter ve çoğu zaman  despotik bir lider (râi) onun altında ise bu lidere “itaat” kültürüyle bağlılığı sağlanan toplum, halk (râiyye) bulunmaktadır. Liderin mutlak hâkim olduğu veya hâkimiyetin liderde olduğu  bu modelde, toplumun ne söz hakkı ne de tercih hakkı vardır. Despotizmin, formelliğin, irrasyonelliğin, duygusallığın etkin ve kişilerin önemli  olduğu bu cemaatçi toplum modelinde, her şey karizmatik ve otoriter liderin bilgi ve becerisine bağlı kalmakta, adeta liderin duygu ve düşünceleri doğruluğun ve gerçekliğin ölçütü olarak algılanmaktadır. Etkinliğini yıllarca devam ettiren bu sosyal yapı, ailede  pederşahiliği, ekonomide feodal yapıyı yani ağalık sistemini,  dinde tarikatlaşmayı ve şeyhlik anlayışını veya cemaat liderliğini, siyasette ise krallığı, padişahlığı ve sultanlığı ortaya çıkartmıştır.  Nitekim tarım toplumu yapısının hâkim olduğu devletlerde yönetim biçimi hep krallık olmuş ve bu  toplumlar  krallar tarafından idare edilmiştir. Kral şayet iyi  biri ise, onun yönetimi de  iyi; kötü ise   yönetimi de kötü olmuştur.  İslam Ülkelerinin  kahir ekseriyetinde  maalesef, bu sosyal yapı  devam etmektedir. Türkiye ise  diğer İslam ülkelerinden  farklı olarak  tarım toplumundan sanayi toplumuna kısmen de  olsa  bilişim toplumuna  geçme sürecinin sancılarını  yaşamaktadır. Çekilen sıkıntıların önemli bir kısmı, yaşanan sürecin sancıları ile alakalıdır.

Batı  ise,  teoride de olsa bireyin egemen ve etkin olduğu cemaatçi toplum yapısının tam tersine objektifliğin, rasyonelliğin ve demokrasinin, değerlerin yani  ilke ve kuralların egemen ve etkin olduğu bir sosyo-kültürel yapıyı/cemiyetçi toplum modelini ortaya çıkartarak  kendi medeniyetini  bu değerlere  dayandırmaya  çalışmıştır. Ne var ki  bu değerler  uygulamada yeterince işlevsel  olamamış ya da yeterince işlevsel kılınmamış/kılınamamıştır. Bunun da   birçok sebebi  mevcuttur.

 Şurası bir  gerçektir  ki, her medeniyet  kendi değerleri üzerine kurulur ve  yükselir. Aslında medeniyet  bir değerler  sistemidir.  Zira  her  medeniyetin  temelinde mutlaka  bir kültür mevcuttur. Bu nedenle kültürsüz bir medeniyetin varlığından  söz edilemez.  Her ne kadar  medeniyetlerin ortak yanları  olsa da,  diğerlerinde farklı yanları  da mevcuttur.  Bu farklı yanlar o medeniyetin kimliğini/özelliğini  ortaya koyar. Bu  farklık da genellikle  kültürel  değerlerden kaynaklanır. Bu nedenle İslam Medeniyetin kültürel  değerleri ile, Batı Medeniyetinin   kültürel değerleri aynı değildir.  İslam  Medeniyetindeki kültürel değerleri; “Allah için  insana ve bütün canlılara hizmet”,  anlayışında odaklanırken;  Batı medeniyetinde ise; “insan için  bilim ve  teknoloji” anlayışında odaklandığı  görülmektedir. Bundan dolayıdır ki İslam medeniyeti, vakıf  ve sanatta temayüz ederken, Batı Medeniyeti  bilim ve teknolojide temayüz etmiştir.  Bu nenenle İslam medeniyeti  huzuru ve iç dinginliğini öncelerken, Batı medeniyeti  refah ve konforu  öncelemiştir. İslam medeniyetinde amaç değerler ile araç değerlerin  hiyerarşik  düzeninin korunmasına  özen gösterilirken,  Batı medeniyetinde  bu  düzen bozularak  araç değerlerin  amaç değerler  haline getirildiği  görülmektedir.

Bu nedenledir ki bilimsel ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak Batılı insan, öncelikle Tanrı’nın evrene koyduğu kanunları keşfetmeye ve anlamaya çalışmış, elde ettiği bulgularla insanların ihtiyaçlarını gidermiş, kilisenin çözüm bulamadığı konulara bilim vasıtasıyla çözüm bulmaya  gayret etmiş ve neticede daha önce bir türlü sarsamadığı kilisenin otoritesini sarsarak, kilisenin otoritesi yerine bilimin otoritesini; din adamının otoritesi yerine ise bilim adamının otoritesini ikame etmeye çalışmıştır. Bilim adamının evreni keşfetme ve anlama işlevinin yanında, kiliseye karşı olan bu tavrı dolayısıyla Batılı insan, giderek Tanrı'dan uzaklaşmış ve Tanrı'dan bağımsız kendi başına kurduğu bir dünyada yaşama arzusu ile dolup taşmıştır. Bir başka ifade ile kilisenin otoritesinden uzak ve tamamen hür bir ortamda bilimsel faaliyette bulunma arzusu, zamanla dine ve neticede Tanrı'ya bağımlı olmadan yaşama isteğine dönüşmüştür. Bu bağlamda ortaya çıkan materyalist, rasyonalist ve pozitivist anlayışlar, dine karşı olma ve dinden bağımsızlaşma temayüllerine olabildiğince destek olmuştur.

Bu dönüşüm, 18. yüzyılda o kadar etkili olmuştur ki, dinsiz veya Tanrısız bir dünya anlayışını ortaya çıkartmıştır. Bu kutsaldan kopmuş ve Tanrı'ya yabancılaşma hareketi, bütün dikey bağlamları, yataylaştırdığı için evrendeki bütün unsurların sınırlarını çizen bir din hâlinde algılanır olmuştur. Bu da toplumda giderek bunalımın ve gerilimin artmasına ve yaygınlaşmasına sebep olmuş, insan hayatım kolaylaştıran ve onu rahata kavuşturan bilim, kutsaldan kopuş ve Tanrı'ya yabancılaşma hareketi sebebiyle bizzat insanın varlığını tehdit eden bir unsur hâline gelmiştir. Nitekim 1. ve 2. Dünya  savaşları ile günümüzde yaşanan  savaşlar ve  terör olayları, özde kutsaldan kopuşun  bir  sonucudur.  Bu konuda  görüntü ile  özü birbirine  karıştırmamak gerekir. Gerçeklerle, gerçekmiş gibi yansıtılan algı operasyonlarını birbirinden   ayırmadıkça, yanılgı  kaçınılmaz olmaktadır.

İslam Dini ise tarihinde iki kez yabancı kültürlerle karşılaşmış ve bu kültürlerle etkin olarak iletişimde bulunmuştur. Bunlardan birincisi miladi sekizinci yüz yılın sonlarında Yunan kültürüyle, ikincisi ise Osmanlı Devletinin Viyana bozgunundan sonra Batı kültürüyle olan karşılaşmasıdır. Birinci karşılaşmada İslam Dini, merkezde olarak etkinliğini büyük oranda korumuş ise de, ikinci karşılaşmada İslam Dininin Batı düşüncesinden etkilenmesi, birincisine oranla daha farklı, sancılı ve sorunlu olmuştur. Birinci karşılaşmadaki ilişki bilgi ve bilim alanlarında yoğunluk arz ederken, ikinci karşılaşmadaki ilişki, ilk dönemdeki gibi sadece bilgi boyutu ile sınırlı kalmamış, ayrıca “değer”ler üzerinden de olmuştur.

Osmanlı Devleti, Viyana kuşatmasına kadar Batı kültürü ile askeri alanlardaki temasları hariç, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda her hangi bir temas içinde olmamış ve buna da ihtiyaç duymamıştır. Zira, “klâsik çağların Müslümanlığı için Frenk Avrupa, kendisinden güneşli İslâm dünyasının öğreneceği hiç bir şeyi olmayan, pek az korkacağı bir dış barbarlık ve imansızlık kaynağı” dır. Ne var ki Osmanlı ordularının Batı orduları karşısındaki devamlı yenilgileri, Osmanlı devlet adamlarına, önce Batı’nın askeri alandaki üstünlüğünü daha sonra da teknik ve kültürel alanındaki üstünlüğünü kabule zorlamış, neticede Osmanlı Devletinin kurumlarının yenilenmesi ve bunun için de Batı’nın bazı kurumlarının alınması gerektiği sonucuna varılmıştır.

Bu anlayış Osmanlı aydınını da etkilemiştir. Nitekim Tanzimat’la birlikte Batı’ya açılan Türk aydının, özellikle Pozitivizm, Rasyonalizm ve Materyalizm gibi felsefi düşüncelerden büyük oranda etkilendiği görülmektedir. Bu etki sebebiyledir ki dini ilimleri bilen, fakat Batı kültüründen ve biliminden haberdar olmayan din adamlarının yanında İslamiyet’ten haberi olmayan, sadece Avrupa’yı gören ve tanıyan, Batı’lı değerler için çaba gösteren aydın bir zümre de oluşmuştur. Bu iki grup arasında cereyan eden ilmi, fikri ve felsefi mücadele neticede, XIX. yüzyıl Osmanlı’sının sosyal yapısını düalist bir yapıya dönüştürmüş, eğitimde geleneksel medrese ile yeni açılan Batı tipi okullar, orduda alaylı subaylarla mektepli subaylar, hukukta şer’i ve karma mahkemeler bu düalist yapının ana unsurlarını oluşturmuştur.

Bu sosyal yapı, Türkiye’yi batılılaştırmamıştır, ama etkinliği hatırı sayılır düzeyde olan bir aydın çoğunluğu maalesef oryantalistleştirmiştir. Türk aydınının oryantalistleşmesi ise kendine özgü yeni bir kimlik ve aidiyet aramasına; karşısındakilere olumsuz bir kimlik atfetmesine sebep olmuştur. Neticede gelenekçi–modern veya ilerici–gerici ayırımı, bu oryantalist anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu kimlik, batılılaşmayı değil, oryantalistleşmeyi yani kendi toplumunun insanını “Avrupalı gözüyle” seyredip değerlendirmeyi hedeflediği için “biz” ve “onlar” şeklinde bir ayırımla maalesef ikiye bölmüştür. Böyle bir olgunun oluşmasında ve devamında ise mekteplerin ve özellikle edebiyatın önemli bir rol üstlendiği görülmektedir. Bilhassa Pozitivizmin yaygınlaşmasında ve etkisinin hala devam etmesinde edebiyatın rolü asla inkâr edilemez.

Pozitivist düşüncenin zihinlerde bıraktığı tortuları ve sosyal hayattaki izlerini görebilmek için Tanzimat sonrasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan şiir, roman ve hikâye gibi edebi eserlere bir göz atmak yeterli olacaktır. Çünkü edebi eserler, toplumsal olayları, düşünceleri ve olguları yansıtan bir ayna işlevi görürler. Bu nedenle de edebi eserlerde yer alan fikir, düşünce ve sosyal olayların hayatta daima bir karşılığı mevcuttur. Nitekim Tevfik Fikret ile Mehmet Akif arasında geçen o bildik tartışma bunun en bariz örneğidir. Ayrıca Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si ile Yakup Kadri’nin Nur Baba’sını bu bağlamada zikredebiliriz

Bu sebepledir ki  sanayi devrimi ile başlayan kök değerlerle güncel değerler çatışması sonucu   ortaya çıkan  sorunlara çözüm  bulmada   geleneksel  dini anlayışlar  yeterli  olmamış  veya olamadığı görülmüş, bunun için de  yeni  yorumlara ihtiyaç duyulmuştur. Özellikle hürriyet ve eşitlik gibi değerlerle, kadın hakları konusunun en çok yoruma ihtiyaç duyulan konular  arasında yer alması  bir  tesadüf  değildir. Nitekim Tanzimat sonrasında Osmanlı devletinin, toprak mülkiyeti hakkı konusunda kadın-erkek eşitsizliğini giderecek düzenlemeler yapmış olması böyle bir ihtiyacın  sonucudur. Bu uygulama, aynı zamanda 19. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan feminizm hareketinin Osmanlı kadın hareketini ne denli etkilediğini göstermesi açısından da önemlidir. Ancak bu hareketin sosyolojik, psikolojik, dini ve kültürel farklılıklar nedeniyle İslam ülkelerinde farklı şekilde algılandığını da unutmamak gerekir.

İslâm âleminde, İslâm dininin mahiyeti ve muhtevası gereği Hıristiyanlık dünyasında görüldüğü şekilde ve gerçek anlamda bir ilim-din çatışmasının varlığı asla söz konusu olmamıştır. Ancak fikir ve ilim adamları vasıtası ile Kiliseye karşı yaptığı ilmî ve fikrî mücadelesinde galip gelen Batı dünyası, ilim, teknik, sanat ve kültür alanlarında ilerleyip de İslâm âlemini etkilemeye ve askerî alanda Müslüman ülkeleri sıkıştırmaya başlayınca, bir çok kimse tarafından, İslâm âleminin bu sahalardaki geriliğinin tek müsebbibi olarak İslâm dini görülmüş ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi ,‘İslâm'ın da ilme ve terakkiye mani' olduğu düşüncesi ortaya atılmıştır

Nitekim, İslam Dini’nin toplum hayatına bir şey veremediği, problemleri çözemediği dolayısıyla toplum hayatından uzaklaştırılması gerektiği, İslam’ın medeni bir din olmadığı, hatta medeniyete ve bilime karşı olduğu düşüncesini, ilk defa seslendirenler arasında Türkiye'ye 1806'da gelmiş, uzun süre Türkiye'de kalmış ve büyük elçilik unvanını kazanmış olan İngiliz Strafford Canning, “Osmanlı İmparatorluğunun, Avrupalılaşması için, İslamiyet’ten ve onun müesseselerinden ayrılmasının şart”, olduğunu ileri sürerken, Ernest Renan da,1883'de Sorbonne'da verdiği «İslâm ve İlim» adlı konferansında İslâm ve ilmin, dolayısıyla İslâm ve modern uygarlığın birbiriyle uyuşma halinde olmadığını, çağındaki İslâm devletlerinin geriliğinin ve çöküntüsünün yeni fikirleri kabule kapalı bir inançtan kaynaklandığını iddia etmiştir. Bu iddia İslam âleminde aktif tartışmaların da adete fitilini ateşlemiştir.

Bu tartışmalar, İslam âleminde zamanla bir kısım insanları önce aşağılık duygusuna daha sonra da "Batı"nın kucağına itmiş ve neticede Batı medeniyeti ve değer yargıları bu insanların arasında yerleşmeye başlamıştır. Hatta bu kimseler nazarında İslâmiyet, Batı’da Rönesans’ la birlikte başlayan ilim-din çatışmasında yenik düşen Hıristiyanlık gibi terk edilmesi ve bırakılması gerekli zait bir unsur olarak telakki edilmiş ve insan hayatından eskimiş ve yıpranmış bir elbise gibi çıkartılıp atılması gereken  bir din olarak algılanmıştır.   Bu da   İslam âleminde  değerler çatışmasının başlamasına  sebep olmuştur. Bu Çatışma halen devam etmektedir.

2.İslam toplumları yüzyıldan fazla süren travmayı atlatabilirler mi? Yoksa insanlığın topyekûn yaşadığı bir travmadan söz edilebilir mi?

  C. Kırca :Sanayi  devrimi ile birlikte  oluşan ve gelişen bilim ve teknoloji  medeniyetinin, zamanla endüstriyel ve finansal kapitalizme  dönüşmesi ve   dünyada  yeni güç odağı haline gelmesi, sadece  İslam aleminin  değil, insanlığın da  topyekun travmasına  sebep olduğu görülüyor. Öyle ki Batının asimilasyon ve eliminasyon yöntemleriyle  kitleleri sömürmeye başlayan gücüne, finansal kapitalizmin gücü de eklenince, bu güç daha da acımasız olmuş, evrensellik, akıl ve insan haklarıyla tanımlanan moderniteyi  parçalayarak  “öznel” dünyamızı da yönetir hale gelmiştir.  Bunu  da algı operasyonları yaparak  başarmıştır.   Bu güç, sadece maddi kaynakları değil, insanların düşüncesini yönlendirme kapasitesine de sahiptir. Bu nedenle  dünyanın her yerinde, seçimleri, kararları, yani siyasi ve ahlaki sübjektif faktörleri yaratıp etkileyebilmektedir.   Bu nedenledir ki bugün Batı dünyasında, yani ekonomik olarak dünyanın büyük bölümünde sermayenin yarıdan fazlası, üretim ekonomisi dışındaki projelerde kullanılır hale gelmiştir.

Bu nedenle   parayı  araç değer olarak  gören  İslam’ın, bugün parayı amaç değer olarak  gören  finansal  kapitalizm  karşısında, bir dayanma gücünün  kalmadığı, hatta  bu güce teslim olduğu görülüyor. Artık Müslümanların da parayı   amaç değer orak  gördükleri  müşahede ediliyor.    Tarihi süreç içinde sürekli gelişen  egoizmin yanına bir de kapitalizmin etkin bir  dünya  görüşü olarak  ortaya çıkarttığı  hedonizm  eklenince,  ne İslam alemi ne de insanlık  böyle bir  psikolojik travmayı atlatacak bir  imkana veya   bir  medeniyet  projesine sahip bulunmuyor.  İnsan bütünlüğünün parçalandığı, onun sadece  belli  yanlarının  merkeze alındığı  bir  medeniyet anlayışının ise çağımız insanına   sömürüden ve  zulümden başka    vereceği   bir şeyi bulunmuyor.    İnsanı  sadece  ekonomiye  indirgeyen  / homo ekonomikus  anlayışın yerine insan bütünlüğünü ve  dengesini  hedefleyen “ onurlu ve  kişilikli insan”  anlayışı   ikame edilmedikçe bundan  kurtulmak  da imkansız görülüyor.

3.Dünyanın yaşadığı, yaşayacağı açmazlara Müslümanlar bir şeyler söylüyorlar mı? Söylüyorsa ne söylüyorlar? Geleceği bu çizgide nasıl okumalıyız?

  C. Kırca:Dünyanın yaşadığı bu  açmazlara  elbette ki Müslümanların söyleyecekleri  bir şeyler  vardır ve olmalıdır. Ancak    bugün uygulanan şekliyle bunun reaktif bir söylemle  mümkün  olmadığını ve olamayacağını düşünüyorum. Gelenekçiliğin  veya geleneksizliğin  savunulduğu  bir  anlayışın, insanlığın yaşadığı bu açmazlara  geçmişi tekrar etmekten  başka  söyleyebileceği  fazla bir şeyi yoktur. İnsanlığın içinde bulunduğu açmazlara  bir şeyler söyleyebilmek için proaktif  düşünceye dayalı yeni bir  medeniyet projesine ihtiyaç bulunmaktadır.

Bu da anacak  insanı  bir bütün olarak  merkeze alan  bir medeniyet  projesi ile  mümkün olabilir. Yani insanın Tanrı ile bağını koparmadan insanı yeniden merkeze  alan bir  medeniyet projesi  ile.  Bu proje insanın kimliklerini  öne çıkartan değil,  insan onurunun  ve  kişiliğinin öne çıkartıldığı  bir proje,  yani “Kuran merkezli insan”  projesi olmalıdır. Zira Kuran insanın kendi bireysel bütünlüğü içinde ilişkide bulunduğu varlıklara karşı üç konumu ve bu üç konuma bağlı üç tanımından  söz eder. Bunlardan birincisi, insanın   Allaha karşında kul; ikincisi, hemcinsi karşında insan; üçüncüsü ise, varlık âlemi karşında halife oluşudur.  Kul, bireyin Allah karşısındaki konumunun; insan, bireyin sosyal bir varlık oluşunun yani birey toplum karşısındaki konumunun; halife ise doğal çevre yani evren karşısındaki konumunun adıdır. Buna göre her insanın konumundan kaynaklanan sorumlulukları mevcuttur. Bu sorumluluklar, Allah karşı kulluk; bireye veya topluma karşı insanlık;  doğal çevreye yani kâinata karşı ise halifeliktir. Ancak  burada  önemli bir sorun  mevcuttur. O da  insanın,  bu sorumlulukları  yerine getirirken  dengeleri gözetmemesi, birinin  lehine ötekinin aleyhine   dengeleri  bozma potansiyeline  sahip oluşudur.  Bu nenenle insanın, iradesini  bu  dengeyi bozmamaya odaklaştırması gerekmektedir. Bu medeniyet projesinde,  “denge”  kavramı  önerilen  medeniyet projesinin  olmazsa olmazıdır.  Zira bugün   Batı medeniyetini  temel sorunu,  denge  kavramından yoksun oluşudur.  İnsan bütünlüğünü hedeflemeyen  bir  medeniyetin  sorunlu olması da  bu yüzdendir.  Yeni bir medeniyet  projesinde  insan bütünlüğü ve dengesi   ana  mihver  olmalıdır ki,   ekonomik insan anlayışına  alternatif  olabilsin.

Şunu  unutmamak gerekir ki, insan olarak  doğmak  başka,   insan olmak  daha başka bir şeydir. İnsan olarak doğmada insanın iradesi  yoktur,  ama insan olmasında    mutlaka    bir irade söz konusudur. Bu nedenle insan  sözcüğü,  verilmiş  bir kimliği ifade ettiği halde, insan olma kazanılmış bir kişiliği   ifade eder.   İnsanı değerli kılan  da  ondaki   bu “insan olma”  niteliğidir.   Yüce Yaratıcı’nın  insanı, insan olarak  yaratması  hiç  şüphesiz onun için   bir  onurdur, ama  insanın da  kendisine bahşedilen  bu onura layık olacak  davranışlarda  bulunması  ve onu hak etmesi/kazanması  gerekmektedir.  Bunun için de insan,  fıtri yetilerini   şerde değil,  hayırda ve  Yüce Yaratıcı’nın  arzu ettiği istikamette kullanmalıdır.   Bir başka ifade ile  insan, sadece insan kimliği ile yetinmemeli, aynı zamanda  insan kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine de sahip olmalıdır.  Bu da  ancak  doğru tercihlere dayalı bir çaba  ve  sağlam bir  irade  ile mümkündür. Özetle  İslam’ın söylediği   budur.

Ne var ki günümüzün insanı, insan olmayı değil de  hedonist, egoist ve  narsist   düşüncelerin etkisinde  kalmayı  daha çok  tercih eder  gibidir. Birçok Müslüman’ın  bazı dini değerleri  metalaştırdıkları ve bu metalaştırma çabasının, maalesef  her geçen gün  daha  taraftar  bulduğu görülmektedir. Bu anlayış şayet toplumlara  egemen olursa, gelecek için bir  medeniyet  projesinden  bahsetmek   bir hayalden ibaret kalır.  Şayet   günümüz insanı, insanlığını  yok eden  bu  anlayışlardan  uzaklaşıp kendine  gelebilir  ve insan olmayı  tercih ederse, gelecek için insan onuruna ve şahsiyetine dayalı bir  medeniyet  projesinin  gerçekleşmesi  konusunda  karamsar olmamamız gerekir diye düşünüyorum. Yeter ki Yüce Yaratıcı’nın koyduğu  şu  ilkeyi  bütün benliğimiz de  hissedelim: “ Allah,  kendi  benliğinde   yaşattığı   olumsuzlukları, olumlu yönde  değiştirmeye   çalışmadıkça  bir  toplumu, asla  değiştirmez!”    Bunun anlamı  biz değişmedikçe  Allah  bizi  değiştirmiyor. Değişim, zorla olmuyor. Değişim  ancak  insan  iradesiyle  mümkün  oluyor. Sonuç olarak şunu  söyleyebilirim: Parayı  amaç değer  olarak  gören, insan bütünlüğünü parçalayarak, onu sadece  ekonomiye  indirgeyen endüstriyel ve finansal kapitalizmin homo-ekonomikus  anlayışının   karşısında  direnme  gücüne  sahip olabilmek için,  insan bütünlüğünü ve  yaşam dengesini  gözeten; “ onurlu ve  kişilikli insan”   amaçlı bir  İslam medeniyeti  projesinin  üretilmesi, bu kaostan çıkmanın   bir  yolu  olabilir.  Aksi takdir de  insanlığın sürüklendiği bu psikolojik ve sosyolojik  kaostan kurtulmak,  her geçen gün daha  da zorlaşmaktadır.

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com