Prof. Dr. Celal Kırca r r

 

TENZİL YÖNTEMİNİN TARİHSELLİĞİ PROBLEMİ VE

KUR'AN YORUMUNA OLAN ETKİSİ

 

       Prof.Dr.Celal KIRCA

 

 

GİRİŞ:

 

 

Son iki asırda, İslam kadar müntesiplerinin içinde bulunduğu fikrî, askerî ve ekonomik durum nedeniyle tenkide uğramış, sorgulanmış ve yargılanmış bir din yeryüzünde acaba mevcut mudur? Yine Kur'an kadar, aynı muameleye maruz kalmış bir başka kutsal kitap var mıdır?

Doğruluğun ölçüsünü zaman ve mekana tahsis edenler ve bu ön yargı ile Kur'an'a ve O'nun şekillendirdiği dine yaklaşanların ortaya koydukları oryantalist bakışa göre, batı farklıdır, zira değişmektedir. Doğu  da farklıdır, zira değişmemektedir. Değişmemezliğin gerçek sebebi ise, bizzat İslam'ın kendisidir. Medeniyet değişim demektir. Dolayısı ile İslam, uygarlık değildir. Böyle bir kaygısı da olmamıştır. Nitekim 1806'da ilk defa Türkiye'ye gelmiş ve uzun süre Türkiye'de kalmış olan İngiliz büyük elçisi Strofford Canning. Osmanlı imparatorluğunun ilerlemesi için İslamiyetten ve O'nun müesseselerinden ayrılması ve Türkiye'nin Hristiyan ahlakında medenileşmesi gerektiğini açıkça söyleyebilmiş bir kişidir. Aynı söylem, 1883 de Sorbonne'da verdiği "İslam ve İlim" adlı konferansta Ernest Renan tarafından da açıkca dile getirilmiştir. İslam'ı bir din olarak görüp de, değişen bir uygarlığın kurucusu olarak görmeme, oryantalist bakış açısının bir alâmet-i farikası olmuştur.

Bu durumda Türkiye batılılaşamamıştır. Ama etkinliği olan hatırı sayılır düzeydeki bir aydın çoğunluğu ise oryantalistleştirmiştir. Türk aydınının oryantalistleşmesi, kendine özgü yeni bir kimlik ve aidiyet araması; karşısındakilere olumsuz bir kimlik atfetmiştir. Bundan daha kötüsü farklı iki kimliğe ve aidiyete sahip olanların bir araya gelmelerine ve bir diyalog içine girmelerine engel olmuştur. Nitekim gelenekci-modern veya ilerici-gerici ayırımı, bu oryantalist anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Halbuki en modern toplumlarda bile gelenek önemli bir yer tutar. İngiltere bunun en tipik örneğidir. Hem gelenekci hem modern bir toplum örneği sergileyen İngiltere, ekonomik sisteminin temelini geleneklerine ve insanlarının manevî değerlerine dayandırmıştır. Aynı şekilde M. Weber'de protestan ahlakının ekonomide oynadığı rolü, felsefesinin temeline oturtabilmiş bir batılı bilim adamıdır. Ama işin aslı iddia edildiği gibi değildir. Türk aydınına öngörülen kimlik, batılılaşmayı değil, oryantalistleşmeyi, kendi toplumunun insanını "Avrupalı gözüyle" seyredip değerlendirmeyi hedeflemiştir. Neticede "Biz" ve "Onlar" şeklinde bir anlamlandırma ile toplum ikiye bölünmüştür.

Bu durum karşısında bunalan, daralan ve hatta paniğe kapılan müslümanların ve müslüman bilim adamlarının sayısının küçümsenemiyecek boyutlara ulaştığı bilinen bir gerçektir. Ortada geleneksel dinî kültürüne bağlı olanların yanında dinde değil, ama dinî anlayışta tecdid, değişim, ıslahat veya ihya gibi kavramla ifade edilen şeyin olmasını isteyen müslümanlar da bulunmaktadır.

Kur'an'ın müslümanın hayatından uzak olduğu görüşünü paylaşan ve onu hayata yeniden kazandırmak suretiyle içinde bulunduğu ezilmişlik ve itilmişlik duygularından kurtulmak için fikir üreten,görüş ve tekliflerde bulunan müslüman aydınların, ürettikleri fikirler ve uyguladıkları yöntemler arasında tarihsellik ve evrensellik konusunun ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Tarih felsefesinin gelişmesiyle ortaya çıkan bu anlayışa göre kutsal bir metnin de tarihsel olabileceği dolayısıyle Kur'an'ın da tarihsel bir metin olarak okunup anlaşılabileceği ve bunun gerekliliği ileri sürülmüştür. Bu fikrin ileri sürülmesindeki temel amaç da, Kur'an'ın öngördüğü bazı kural ve ilkelerin çağdaş toplumun değer yargılarıyla örtüşmediği veya en azından öngördüğü bazı kuralların çağdaş problemlere çözüm getiremediği iddialarını geçersiz kılmak için Kur'an'ı yeni bir anlayış veya yöntemle ele alıp okumak ve O'nu yaşanan bir kitap haline getirmektir. Zira Kur'an'ın klasik okuma biçimlerinden hiçbiri bugün müslümanların içinde bulunduğu acıklı duruma düşmesine engel olamamıştır. Geçmişin Kur'an'ı okuma ve anlama biçimi, onları ilgilendiren bir husustur ve bizim için bağlayıcı bir yönü de yoktur. Bizim görevimiz, çağımızın insanına Kur'an'ı, anladığı dilden anlatmak ve Onun problemlerine Kur'an'dan çözümler üretebilmektir.Böyle yapılmadığı takdirde insanlar, Kur'an'dan uzaklaşmakta ve Kur'ansız bir hayatı tercih etmektedirler "Çağdaş müslüman aydının görevi de, gelenekci, sekuler ve oryantalist çevrelerin muhafeletine rağmen,Kur'an'ı tarihi içinde okumakla birlikte, O'nun mesajını bugüne taşımak ve Kur'an-ı yeniden tarihe sokma sevdasıdır" .

1. DİN VE DEĞİŞİM:

İnsanlar da toplumlar da değişmektedir. Ama  Din'de değişim yoktur. Buna karşılık dinî anlayış da değişim vardır. Din değişmez,ama dinî anlayış değişir. Mezheplerin varlığı bunun bir kanıtıdır. Din de yani vahye bağlı bilgilerde değişim sözkonusu değildir. Zira Hz.Muhammed son elçi Kur'an'da son ilahi kitaptır. "Son "kavramı, vahiyde bir değişimin olamıyacağını ifade eder. Ancak dinin yani vahyin anlaşılmasında değişim, her zaman ve her mekanda olabilir. Çünkü din insan için vardır ve insan hayatını hedeflemiştir. İnsan hayatı ise bir bütündür ve bütün alanları kapsamaktadır. İhtiyaçları sınırsız ve sonsuzdur. Ayrıca Kur'an'ın kendisini son kitap olarak tanıtmış olması, onun evrensel olduğunu gösterir. Bu demektir ki Kur'an hem yedinci asrın, hem de XX.veya XXI.... asırların insanlarına hitap etmekte ve problemlerine çözümler önermektedir. Zamana ve mekana göre problemler değiştiğine veya değişeceğine göre Kur'an'ın her zaman ve her mekanda geçerli olacak ilkeleri ve prensipleri ihtiva etmesi gerekmektedir. Bunun için de bütün zaman ve mekanlarda yaşayan insanlara anlayabileceği bir ifade ile hitap etmesi icab eder. İşte bu özelliğe sahip olan Kur'an'ın değişmediğini ifade ettiği temel konuların arasında Allah'ın insanda ve evrende var ettiği kanunlar yani fıtrat kanunları ile sözlü olarak yani vahiy yoluyla sunduğu ilkeler ve prensipler yer almaktadır.

Bu ilkelerin anlaşılması ve hayata uygulanması esnasında insanlar tarafından üretilen fikir ve düşüncelerde veya yapılan açıklamalarda ise değişim  olabilmektedir. Mesela bir ayetin "ne diyor?" u, değişmediği halde"ne demek istiyor?" u değişebilmektedir. Zira "ne diyor"unu yüce yaratıcı ifade ettiği halde, "ne demek istiyor"unu insanlar ifade etmektedir. Yüce yaratıcının sözünde bir değişiklik ve değişim olmadığı halde onun kastının anlaşılmasında değişim olabilmektedir. Burada değişmeyen ilahi metinlerdir. Değişen ise insanın o ilahi metne yüklediği anlamlar veya o metinden anladıklarıdır. Her insanın fikrî kapasitesi ve yeteneği eşit olmadığına göre ilahi metinlerden anladıkları da eşit değildir. Herkes kendi fikrî yeteneği ve kapasitesi ölçüsünde kutsal metinlerden kendi problemlerine çözüm üretebilmektedir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Kıyamete kadar da böyle olacaktır. Kutsal metinlere yüklenen anlamlarda değişim sürekliliğini daima koruyacaktır. Çünkü Yüce Yaratıcı insana sözle hitabetmekte ve Kur'an insan hayatına yönelik mesajları içermektedir. Ancak bu sözlerin ifade edildiği metinler, indirildiği dönemin kavramlarını kullanarak insanlara ulaşmaya çalışırlar. İndiği dönemde yaşayan insanların ihtiyaçlarını öncelikle karşılayan bu kutsal metinler, daha sonraki nesillerin de ihtiyaçlarını karşılama iddiasındadırlar. Bu sebeble indirildiği dönemdeki insanların göremedikleri şeyleri de daha sonra görebilecek insanlara aynı kalıp içinde anlatmak zorundadır. Bunun için bu kutsal metinler, sadece sözel anlamlarıyla kavranılmakla kalınmaz aynı zamanda yorumlanmasını da gerekli kılar. Bir başka ifade ile bu  kutsal metinlerin, insanlar tarafından anlaşılması ve keşfedilmesi söz konusudur. Bunun için de bu metinlerin zahirî anlamlarının yanında,ikincil ve üçüncül anlamları bulunan pasajların da yorumlanmasını zorunlu kılmaktadır.

2. TARİHSELLİK VE DURUMSALLIK:

Bilindiği gibi Kur'an 23 yılda parca parca pasajlar halinde nazil olmuş ve indirilen ayetler, mevcut mushafın tertibine göre değil de Yüce Yarıtıcı tarafından uygun görülen ve tercih edilen bir sıraya göre indirilmiştir. Bunu biz "Tenzil Yöntemi" diye tanımlıyoruz. Bu süre içinde vahyin, olgu-vahiy ve vahiy-olgu ilişkisine bağlı yani istenilmiş (Nuzül sebebi olan) ve sunulmuş (Nuzül sebebi olmayan) vahiy olarak teşekkül etmiş olduğunu da görmekteyiz. Tenzil sonrası dönemde ise artık olgunun vahyi değil, vahyin olguyu şekillendirdiğini söyleyebiliriz.

Tenzil dönemi içinde yaşayan insanlara, Kur'an'ın, 23 yıllık bir süre tanıması ve öngöreceği kuralları tedricilik, te'hir ve imhal gibi yöntemlerle sunması ve onlara sağladığı imkan ve kolaylıkları, acaba tenzil sonrasında yaşayan insanlara da sağlamış mıdır? Daha açık bir ifade ile tenzil sonrası dönemde yaşayan veya yaşayacak olan insanlara mesela günümüzdeki insanlara, tenzil döneminde yaşayan insanlara tedricilik, te'hir ve imhal yöntemleriyle sağlanan imkanlar ve kolaylıklar, Kur'an tarafından aynen  sağlanmış mıdır sağlanmamış mıdır?

İşte biz bu yazımızda bu konuyu ele alacak ve bu soruların cevabını bulmaya çalışacağız. Böylece tarihselci anlayışın sunduğu yönteme alternatif fakat amacına uygun bir yöntemi tartışmaya açacağız. Aslında bu yöntemin cevabı yukarda sunduğum sorunun içinde gizlidir. Benim gündeme getirmek istediğim konu, tenzil döneminde uygulanan tedricilik, te'hir ve imhal yöntemlerinin bugün için de geçerli olup-olamıyacağı ve bu yöntemin Kur'an bütünlüğünü kapsayıp-kapsayamıyacağıdır. Bir başka ifade ile "tenzil Yöntemi" tarihsel mi yoksa evrensel mi olduğu konusundaki tavrımızın açık ve net olup olmadığını  ortaya koymaktadır.

Tarihsellik kavramı dinî literatürümüze yeni girdiği için, klasik islamî kaynaklarımızda bu konunun ele alınıp tartışıldığını söylememiz, mümkün değildir. Ancak kavram olarak yer almasa da bunun düşünce ve fikir olarak yer aldığını söyleyebiliriz. Zira bu düşünceye göre, Hz.Peygamberin vefatı ile vahiy sona ermiş ve dolayısıyle uygulanan tenzil yöntemi de vahyin kesilmesiyle birlikte fonksiyonunu tamamlamış bulunmaktadır. Tenzil döneminde insanlar, müslüman oldukları ana kadar inen ayetlere, vahyin sona ermesiyle birlikte de vahyin tamamına muhatap olmuşlardır veya olmak zorundadırlar.

Böyle bir varsayımla konuyu ele aldığımızda tenzil yöntemini, ayetlerin indiği tarihsel bağlama ve ortama ait kılma ve bu yöntemin tarihselliğini kabul etme gibi bir paradikmaya kendimizi bağlamış olacağız.Buna göre Kur'an'ı da olmuş-bitmiş bir vahiy olarak algılamamız ve bütün olguları bu temel anlayışa dayalı olarak anlamlandırmamız gerekecektir. Yani bu durum bizi tenzil yönteminin dayandığı "durumsallık" ilkesini bir anlamda görmemizlikten gelerek, Kur'an ayetlerinin herbirini, her olguya veya herkese aynı anda ve aynı ölçüde uygulanabilirliğini öngörme gibi bir anlayışa, sevketmiş olacaktır. Nitekim bugün böyle olmaktadır.

Acaba işin aslı gerçekten böyle midir? veya böyle mi olmalıdır?  Bunu öğrenebilmenin en emin yolu, Kur'an'ın öngördüğü ilkelerin temelinde yatan mantığı yakalamak ve bu mantığa dayalı Kur'an'ın evrensel ilkelerini tesbit etmekten geçmektedir. Bana göre bu ilkeler şunlardır.

1. Kur'an'ın öngördüğü ilkeler ve verdiği bilgiler insan doğasına (Fıtrat dinine) ve doğa kanunlarına asla ters değildir.

2. Getirdiği ilkeler ve verdiği bilgiler, insan hayatının bütünlüğünü ve bütün akıllı insanları hedeflemektedir.

3. Kuranî ilkelerin ve bilgilerin hayata aktarılması sırasında "durumsallık" bir yöntem olarak öngörülmüştür. Yani vahyin kendisi zaman ve mekanla bağlı olmadığı halde meydana gelen olaylarda "durumsal" olmuştur. Müslümanların zengin olmadıkca zekat vermemesi ve hacca gitmemesi, su bulunmadığında teyemmüm etmesi,  mukim iken 4 rekat kıldığı namazı iki rekat olarak kılması, misafir ve hasta iken bazı dinî kuralları yerine getirmemesi, kadınların özel hallerde dinî kurallardan muaf tutulması v.s. gibi hususlar ile Mekke'de özellikle iman ve ahlâk kurallarının, Medine'de ise ibadet ve hukuk kurallarının veya ayrıntılarının belli zaman dilimleri içinde indirilen ayetlerle emredilmiş olması durumsallığı gösteren örneklerdir.

Ayrıca suç işlemedikçe hiç bir zaman müslümana uygulanamıyacak olan cezaî müeyyi'deleri  içeren ayetleri de buna ilave etmeliyiz. Allahın varlığına ve ahiret hayatına inanma gibi temel esaslar ve insanın temel kişiliğini oluşturan ahlakî kurallar hariç, diğer konuların uygulanmasında durumsallığın bir yöntem olarak öngörülmesi, tenzil yönteminin evrenselliği gereğidir. Nitekim tenzil sonrasında az da olsa durumsallığın ifade edildiği bazı örneklere rastlamaktayız. Bunlardan en çarpıcı olanı şüphesiz hepimizin bildiği müellef-i Kulub'la ilgili uygulamalardır.

Hz.Peygamber tarafından uygulanan ve ilk halîfesi Hz.Ebû Bekr tarafından da uygulaması devam ettirilen bir Kur'an âyetinin Hz.Ömer tarafından ilgâ edilmesi veya neshedilmesini düşünmek herhalde mümkün değildir. Hz. Ömer'in bu uygulamasını, ilgâ ve neshe bağlamak, bir âyetin ancak bir âyetle veya bazı âlimlerce sünnetle de olabileceğini,bunun dışında hiçbir şeyin âyeti neshedemiyeceğini bilmemek demek olur ki, bu da böyle düşünen fakihler için hiç de hoş bir netice değildir. Belki bazı hanefî hukukçuları, Hz. Ömer'in bu özel (hâs) uygulamasını, genel bir uygulama( âmm) sanarak böyle bir sonuca ulaşmışlardır.

Taberî, (ö.310/922) Câmiu'l Beyân adlı tefsirinde Tevbe Sûresinin 60. âyetini açıklarken, bu konudaki görüşleri ve rivâyetleri naklettikten sonra şöyle demektedir: Allah vergileri iki gaye için emretmiştir: Biri müslümanların arasındaki fakirlerin yardımına koşmak, diğeri de İslâm'a yardım etmek ve onu güçlendirmek için. İslâm'a yardım etmek ve onu güçlendirme hususunda fakirlere olduğu kadar zenginlere de sadaka verileceği muhakkaktır. Zirâ bu durumda, istifade edilecek kişinin ihtiyaçları dikkate alınarak sadaka verilmekte ve sonuç olarak İslâm dinine yardım dikkate alınmaktadır. Kalbleri kazanılacak kişilere, zengin dahi olsalar İslâm dâvâsının iyileşmesi ve kuvetlenmesi  için yardım yapılması da bu tür yardımlardandır. Bu durumda günümüzde bir kimsenin çıkıp da, artık kalbleri kazanmaya ihtiyaç kalmadı, çünkü müslümanların sayısı arttı ve düşmanlara karşı kendisini müdafaa edecek güce geldi demesi haklı sayılmaz.

İbn Arabî (ö.542/1147)'ye göre, İslâm güçlüyse kalbleri ısındırmak için insanlara yardım etmeye gerek yoktur. Şayet yardıma ihtiyaç duyulursa, Hz. Peygamber'in yaptığı gibi yapılır ve devlet gelirlerinden bir kısmı bu kimselere verilir. Zirâ Hz. Peygamber, "İslam zayıf olarak başlamıştır ve yeniden ilk başladığı gibi zayıf hale gelebilir" buyurmuştur.

Ünlü Hanefî hukukçusu Kâsanî (ö.587/1191) de bu ayetin uygulanmasında Hz.Peygamber'in ödemede bulunan mevcut olan sebeblerin tekrarı halinde aynı durumda olan kişilere ödemede bulunabileceğine dikkatimizi çeker .

Bunun anlamı, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik şartlar uygulanmakta olan yöntemden farklı olarak diğer bir yöntemin uygulanmasını zorunlu kılıyorsa, bu yöntemin de uygulanmasında herhangi bir sakıncanın bulunmamasıdır. Bu durumda şüphesiz uygulamada bir değişiklik olacaktır. Bu değişiklik bir hükmün bir diğer hükmü edebiyyen ortadan kaldırması anlamında değil, birbirine alternatif iki çözümden birinin mevcut problemi çözemediği durumlarda diğerinin devreye girmesi anlamındadır. Bu olgu her ne kadar geçmişte nâsih-mensuh olarak tanımlanmış ise de olayın doğru olan izahı, farklı zaman ve mekânlarda uygulanacak çözümlerin, zamanı gelince devreye sokulmasıdır. Burada hükümler değil durumlar değişmektedir.

Nitekim Kur'an'da hem savaş hem de barış ile ilgili ayetler bulunmaktadır. Savaş durumunda savaşla ilgili ayetlerin hükmü devreye girmekte, barış zamanlarında ise savaş ile ilgili ayetlerin hükmü devre dışı kalarak,barış ile ilgili ayetlerin hükümleri geçerli sayılmaktadır.

Mesela: Mekke'de inen ayetlerde, barış, iyilik, bağışlama, af, hoşgörü, tatlı ve güzel konuşma gibi hükümler yer almasına rağmen, hicretin ikinci senesinde Medine'de savaş ile ilgili hükümlerin yer aldığı âyetlerin nâzil olduğu görülmektedir. Bu durumda savaş hükmünün yer aldığı ayetin veya ayetler grubunun, savaş karşıtı hükümlerin yer aldığı, âyetleri veya ayetler grubunu neshettiğini söyleyerek bu yorumu evrenselleştirmek doğru olmayan bir yöntemdir. Bu yöntemi müfessire Kur'an'ın her iki olguya ait getirdiği hükümler arasında bir çelişki varmış gibi göstererek birini diğerine tercih ettirmek suretiyle diğerini yok saydırmaya sevketmiştir.

Halbuki savaş sırasında savaşla ilgili kurallar barış sırasında ise barış ile ilgili  kurallar devreye girmektedir. Çünkü savaş ayrı bir olgu barış ise ayrı bir olgudur. Her iki olgunun da kendisine özgü kuralları ve şartları mevcuttur. Birine ait kural ve şartları diğerinde kullanmak imkansızdır. Dolayısıyle savaş ve barışı tek olgu sayarak birine ait kuralları genelleştirmek ve diğerinin kurallarını tercih edilen tarafın kuralları ile çelişiyor diye mensuh saymak onun yöntemine ters bir düşüncedir.Halbuki Kur'an'ın tenziline göre mekkî ayetlerde yer alan iman ve ahlâk ile ilgili olarak gelen hükümler birden ve doğrudan geldiği halde çeşitli ibâdetlerle ilgili olarak gelen medenî ayetlerdeki hükümler, Te'hir (geciktirme) yöntemine tabi tutulmuştur. Ayrıca medenî âyetlerde yasaklarla ilgili gelen hükümlerde de Te'hir yöntemi uygulanmıştır. Bu yasaklardan bazılarında ise Te'hir yöntemi ile birlikte Tedricîlik yönteminin de uygulandığı görülmektedir. Fakat uygulamada tenzilin tarihselliği düşüncesinin zaman zaman tıkandığı görülünce, probleme çözüm aranmak yoluna gidilmiş ve netcede ya ayete yeni yorum getirmek, ya da ayeti mensuh saymak şeklinde bir yöntem benimsenmiştir.

Nitekim İbn Rüşd gibi İslâm düşünürleri, akıl ile nakil çatıştığında naklin te'vil edilebileceğini bir yöntem olarak benimserken, Fıkıhcılar ve müfessirlerin önemli bir bölümü nâsih-mensûh yöntemini tercih etmişlerdir. Bu yöntem, ekonomisi tarım ve ganimete dayalı bir toplumda pek sıkıntı yaratmamış ve fakihlerin ürettikleri "Dâru'l İslâm" ve Dâru'l Harp" kavramlarına da bağlı olarak bir ayet, bir diğer ayetle mensuh sayılabilmiştir. Meselâ Hibetullah b. Selâme'nin "en-Nâsih ve'l Mensuh" adlı eserinde ileri sürüldüğü şekilde,kılıç ayeti denilen müşriklerin öldürülmesi ile alâkalı bir ayetin; barış, iyilik, güzel davranma, güzel konuşma, affetme, bağışlama, aldırmama gibi yüzü aşan bir ayet grubunu neshettiği fikri, bu ayetleri ait oldukları bağlamdan uzaklaştırarak Kur'an bütünlüğünü parçalama pahasına indirgemeci bir yöntemle, Kur'an'ın öngördüğü hayat sisteminin sadece savaştan ibaret olduğu anlayışının sonucudur.

Nitekim biraz önce sözünü ettiğim ve kendisinden bazı örnekler sunduğum Hibetu'llah b.Selame Enfal suresinde yer alan "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş"(8/61) ayetini hatta İsrail oğullarından "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, düşükünlere iyilik edin. İnsanlarla güzel konuşun,namazı kılın zekat verin diye söz almıştık"  mealindeki Bakara süresinin 83. ayetinde yer alan "insanlarla güzel konuşun" pasajını bile savaş olgusuyla bağdaştıramadığı için "kılıç ayeti" ile mensuh sayabilmiştir. Kılıç ayeti geçekten bu ünlü düşünürümüzün elinde kılıç işlevini görmüş 110 civarındaki barış ve barışla ilgili ayetlerin hepsini kılıçtan geçirmiştir.

Tenzil yönteminin temelini oluşturan "Durumsallık" şayet dikkate alınsaydı, savaşın ayrı bir durum, barışın ayrı bir durum olduğu ve her iki olguya ait kuralların kendi durumlarında ve şartlarında geçerli olabileceği de anlaşılırdı. Zira Kur'an bir taraftan bir insanın öldürülmesini bütün insanlığın öldürülmesi, bir insanı hayata kazandırmayı da bütün insanları hayata kazandırmak olduğunu vurgularken(5/32), bir taraftan kıtalden söz etmektedir. Savaş olgusu içinde elbetteki katl olacaktır. Lakin barışta suça karşı verilen ceza hariç katl olmayacaktır.

3. KUR'AN'I  ANLAMADA  YÖNTEM  SORUNU:

Kur'an'ın içeriği kadar o içeriğin sunulduğu yöntem de önemlidir. Doğru hedefe ancak doğru araçlarla ulaşılabilir. Amacın doğruluğu kadar aracın ve yöntemin doğruluğu da esastır. Kur'an'ın içeriği amaç ise, uyguladığı yöntem de o'nun aracıdır. Bu sebeble Kur'an'ın uyguladığı tenzil yöntemini yani "durumsallığı" tarihi bağlamına ait kalarak onu orada hapsetmenin bir anlamı yoktur. Hatta böyle düşünmek kanaatimce İlahi tercihe ve Hz. Peygamber'in uyguladığı yönteme ters bir düşünce tarzıdır. Tenzil yöntemini ayrıca, Kuranî içeriğin de nasıl ele alınıp insanlara sunulması gerektiği konusunda yönlendiricilik gibi bir işleve de sahiptir.

O'nun bu işlevi ise, Mekke'de ve Medine'de inen ayetlerin içeriklerinin bir  sistem dahilinde (Nuzul sırasına göre) ele alınmak suretiyle pratik hayata olan yansımasını test edebilme imkanını bize kazandırmış olmasıdır. Tenzil yöntemine göre indirilen ayetleri ana konularına göre bir değer sıralamasına tabi tutacak olursak, en altta iman, sonra sırasıyla ahlak, ibadet ve en üstte de hukuk konularının yer aldığını görürüz. İman bütün hayatımızın temelini oluşturur. Ahlak iman üstüne, ibadet ise ahlak'ın üstüne oturtulmuştur. Hukuk ilkeleri ise en üste çatı görevini üstlenmiş gibidir. Zira hukuk kurallarının amacı, bu üç ana konuyu korumaktır. Cezaların ağır oluşu ise çaydırıcılık fonksiyonunu gerçekleştirmeye yöneliktir. Eğitim ve öğretim amaçlı bu işlevin müslümandaki yansımasına baktığımızda şu hususu rahatlıkla tesbit edebiliriz:

Günümüzde müslümanların geneli, dinî hayatlarını yaşarken iman ve ibadet konularına daha duyarlı olmakta, ahlakî ilkeleri uygulamada ise aynı duyarlılığı göstermemektedir. Buna göre müslüman çoğunluk iman üzerine ahlakı oturtacağı yerde ibadeti oturtmakta ahlakı adeta bu üçlü sisteme dahil etmemektedir. Günde beş vakit namaz kılan, takvayı ise nafile ibadetlere tahsis eden bir müslümanın, bu konulara olan duyarlılığı ile, güven vermiyen, sözünde durmayan, yalan konuşan, önyargılı olan, saldırgan, hoşgörüsüz bir kişilik sahibi olmamaya gösterdiği duyarlılığı mukayese ettiğimizde, ikincisinin daha az birincisinin daha çok olduğunu görürüz.Bu olguyu başka nasıl izah edebiliriz? Kaldı ki ahlak anlayışımız çok eksik ve yanlış temeller üzerine kuruludur. Namus kavramını ele alalım: Biz bu kavramı önce cinselliğe, daha sonra da kadına tahsis etmiş değil miyiz? Oğlan şayet bir halt ederse ona gösterdiğimiz tavrı, kızımız ettiğinde aynen gösterebiliyormuyuz? Yoksa farklı bir tavır mı sergiliyoruz. Kur'an açısından suç ve ceza konularında kadın-erkek ayırımı var mıdır?  Ama bizim zihin kalıplarımızda mevcuttur. Medeni kanunumuzdaki "zina"yı tanımlayan madde bile ayırımcıdır.Yüksek yargı organımızın bunu eşitlik ilkesine aykırı görerek ibtal edişinin mürekkebi henüz kurumamıştır.

Tenzil yöntemi ve onun temelini oluşturan durumsallık, dikkate alınmadığı içindir ki, bizler islam binasını temelden (imandan) inşa etmek yerine çatıdan (yani hukuktan) inşa etmeye çalışıyoruz. Kur'an ve İslam  denildiğinde içerik olarak aklımızda veya başkalarının kafasında çağrışım yapan acaba nelerdir? El kesme, recm, şahitlik, mirastaki  taksim, çok evlilik v.s. gibi konular değil midir? Kur'an'ın 6 bin küsur ayeti sadece bunlardan mı ibarettir. Bu konuların ele alındığı ayetlerinin, diğer ayetlere oranı acaba Kur'an'da yüzde kaçtır? Bu ayetler önemli de diğer ayetler önemsiz mi? Önemsiz ise, şayet niçin Kur'an'da yer almaktadır? Yoksa biz mi yanlış yapıyor Kur'an'ı iyi anlamıyor ve Kur'an bütünlüğü içinde düşünmüyoruz? Bu söylem içinde iken acaba ayet merkezli düşündüğümüzün farkındamıyız?

Soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak maksadımı ifade etmeye yeteceğini sanıyorum.Önüne her gelen müslüman, İslam ve Kur'an denilince hukuktan söz eder, iman ve ahlak konularını da bir bütünlük içinde ele alıp sunmaz  ise, elbetteki eksik ve yanlış bir din imajının doğmasına sebeb oluruz. Başkalarını yargılamadan önce kendimizi yargılayalım. Başkalarını sorgulamadan önce de kendimizi sorgulayalım. Tenzil yöntemini uygulamıyarak ve Kur'an bütünlüğünü hedeflemiyerek insanımıza  sağlam, sağlıklı ve doğru bilgiler vermeyen müslüman bilim adamlarının yanlış din imajinin oluşmasında hiç mi payı yoktur? Zira Kur'an, insan hayatının her yönünü hedeflemekte ve kapsamaktadır. Onun kullandığı dil, din dilidir. İnsan hayatı ile ilgili her konu, din diliyle ifade edilir, yoksa alan bilgisini inceleyen ve daha sonra ortaya çıkan bilim dallarına ait terimle değil, insan hayatının içinde iman, ahlak, hukuk, iktisad, tarih ve bilim gibi yüzlerce konu yer almaktadır. Her konunun bütünlük içindeki yeri ve değeri ne ise Kur'an'daki yeri ve değeri de o kadardır. Kur'an yorumunda da bu bütünlük korunmalıdır. Korunmadığı takdirde yanlış imaj oluşmakta ve sevimsizlikler ortaya çıkmaktadır. Çünkü Din sevgiye dayanır. İnkar ise nefrete. Sempati sevgiyi, sevgi de inancı, Antipati nefreti, nefret ise inkarı doğurur.

SONUÇ:

 

 Kur'an'ın; bir hidayet kitabı olarak insan hayatına yön verebilmesi ve ona yol gösterebilmesi için, her çağda o çağda yaşayan müslümanlar tarafından okunması, anlaşılması ve problemlerinin çözümünde ondan yararlanılması ve Kur'an merkezli düşünce sistemlerinin kurulması gerekmektedir. Zira geçmiş İslâmî kültürümüzü, sadece tekrar etmek, yüceltmek ve günümüze taşımak, çağdaş preblemlerimizi çözmeye yetmemektedir. Çünkü geçmişin sebebleri günümüzün sonuçlarıdır, günümüzün sonuçları ise geleceğimizin sebebleri olacaktır. Nitekim bugün içinde bulunduğumuz sosyo-kültürel, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik problemler, geçmişte ortaya çıkan sebeblerin bir sonucudur. Bundan dolayı günümüze intikal eden İslâmî kültür, Kur'ân bütünlüğünü kapsayıcı ve onu yansıtıcı olmaması yönüyle, bütüncül Kurânî bilgiden ziyâde "Epistematik Cemaat" kültürünü yansıtmaktadır. Bu durum, günümüzde cemaatci bir toplum modelini benimseyen müslümanlar ile cemiyetci bir toplum modelini benimseyen müslümanlar arasında "gelenekci müslüman" ve "yenilikci müslüman" ayırımına da sebeb olmuştur. Şüphesiz bu ayırımın temelinde Kur'ân'a yaklaşım yöntemi ve bu yöntemin farklılığı yatmaktadır. Zira Cemâatci bir toplum modelini benimseyen müslümanlar, cemâat liderinin karizmatik kişiliğine ve otoritesine dayalı bir bilgiyi, İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görürken; cemiyetci bir toplum modelini benimseyen ve bu modeli savunan müslümanlar ise, Kurânî bilgiye dayalı ilke ve prensipleri İslâmî hayat için gerekli ve bağlayıcı görmektedirler. Çünkü cemaatci bir toplum anlayışının karakteristik özelliği, cemaat liderinin otoritesi ve karizmatik kişiliğidir. Cemiyetci bir toplum anlayışındaki karakteristik özellik ise, kural ve ilkelerin otorite olmasıdır.

Nitekim Hz. Peygamber, cemaat anlayışına sahip bir topluma peygamber olarak gönderilmiş ve Kur'ân ilkeleri ve prensiplerine dayalı bir toplum modeli kurmaya çalışmıştır. Ne varki Emevîlerle birlikte, Hz. Peygamber'in kurmaya çalıştığı ilke ve kurallara bağlı toplum modeli yerine cemaat liderine bağlı bir toplum modeli oluşmaya başlamıştır. Ancak; bu cemaatçi toplum yapısına dayalı toplum modelinin sanayi devrimi ile birlikte sanayi toplumu, daha sonra da bilgi toplumu haline dönüşmeye başlamısı ile birlikte İslâmî hayat tarzının, bir çok sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik problemlerine yeterince çözüm üretemediği görülmüştür. Bunun sonucu olarak da bazı fertler, sosyolojik realiteyi tahlil ve analiz etmedikleri veya edemedikleri için daha da vahimi, cemâatci yorumların, din değil ancak dinî bir mahiyet arzettiğini bilginin değeri açısından değerlendiremedikleri ve yorumla dini özdeşleştirdikleri için  dinden uzaklaşma gibi bir tavrın ve eğilimin içine girmişlerdir. Buna karşılık, bu durum İslâmî kültürü ve bilgiyi, bilginin kaynağı ve değeri açısından tahlil ve analiz ederek din ile yorumu ayıran müslüman aydınların çabalarına ve gayretlerine yön ve hız vermiştir. Şunu unutmamak gerekir ki, bir "ed-Dîn", bir de "dinî" olan vardır "ed-Dîn" ancak Allah'ın sunduğu ilkeler ve kurallar bütünüdür. Kaynağı ise sadece Vahiydir. "ed-Dîn"in insanlar tarafından anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması ise dinî olandır. Vahye dayanmayan her yorum din değil, dînî'dir. çünkü bu yorumda insan faktörü devrededir. Dinde ise insanın hiçbir etkinliği yoktur.

Dinde yapılan her yorum bir ictihattır ve ictihat kapısı kıyamete kadar da açık kalacaktır. İctihat kapısını kapatanlar veya  kapalı sayanlar, din ile dinî olanı ayırt edemeyenlerdir. İslam'da bir döneme ait dinin yorumunu veya ictihatlarını daha sonraki dönemlere aynen taşımak ve önceki düşünce ve fikirleri değişmez kabul etmek anlayışı yoktur. Bu anlayışın varlığını savunmak, oryantalist anlayışa da hak verdirmek demektir. İslam yeniliğe açıktır. Medeniyete karşı değildir. Değişime karşı değildir. Kur'an, helal, temiz ve dengeli değişimden yanadır. Değişimin yönü helal, temiz ve dengeli olduğu sürece din böyle bir değişime karşı değildir. Çünkü dinin temel hedefi insanların haram, pis ve dengesiz bir hayat sürmemeleridir. Değişimin helal, temiz ve dengeli olduğu sürece bir mahzuru yoktur.

Değişime karşı çıkanlar aslında sahip oldukları ilk bilgileri ile sonradan elde ettikleri bilgi arasında bir çatışmanın varlığına tahammül gösteremiyenlerdir. İlk bilgiler her zaman doğru demek değildir. Aynı şekilde son bilgilerde yanlış demek değildir. Bilgi  zaman ve mekan ayırımı olmaksızın doğru da olabilir yanlış da. Önemli olan doğruluk kriterlerini iyi tesbit ederek önceki ve sonraki bilgileri bu kritere göre değerlendirmektir. Mesela Kur'an'ı Kerim'de gücün yettiği kadar kuvvet hazırlanması veya  bu kuvvetler arasında atın da savaş için hazırlanması yer almaktadır. Bu hususun ifade edildiği "kuvvet" kavramı tenzil döneminde at, ok, mızrak vs. şeklinde anlaşılırken bugün bu kavram, top, tüfek, tank, füze, uçak vs. şeklinde anlaşılmaktadır. Kuvvet kavramında bir değişim sözkonusu değildir. Yani bu kavramın seçikliğinde bir değişim yoktur. Ama bu kavramın içeriği çağlar içinde gelişen teknolojiye göre bir değişime uğramıştır. Yani bu kavramın içeriğinde bir değişim mevcuttur.

Kısaca kavramın seçikliği değişmediği halde açıklığında değişim meydana gelmiştir. Bu kurala Hz.Peygamber'in içini doldurmadığı bütün kavramlar dahildir. Hz.Peygamber tarafından içleri doldurulan bir başka ifade ile açıklığı açıklanan namaz, oruç, hac, zekat ve gıybet v.s.  gibi kavramların haricindeki diğer Kur'anî kavramlar zaman süreci içinde şöyle veya böyle bir değişime uğramışlardır. Şüphesiz içleri doldurulan her kavramın doğruluğunu iddia etmek büyük bir hata olur. Zira beşer tarafından içi doldurulan her kavram değer açısından izafi bir değere sahiptir. Her izafi değer gibi içleri doldurulan kavramlar da mutlak doğruyu değil izafi doğruyu temsil eder. Yorumlar ve açıklamalar arasında var gibi görülen çatışma ise insanın ilk bilgisiyle sonradan elde ettiği bilgi arasındaki çatışmadır. İlk bilgi şüphesiz doğru olmayacağına göre son bilgide yanlış demek değildir. Akıl, insanın sahip olduğu ilk bilgiyle son bilgi arasında bir mukayese yaparak doğruyu yakalamaya veya doğruya en yakını bulmaya çalışır. Bunu sağlayacak olan da sahip olduğu yetileri ve kültürel mirası ile bizzat insanın kendisidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Copyright © 2016 celalkirca.com